BİR ÇOCUK KÜTÜPHANESİ OLARAK KANBER BAKKAL
Büyülü gerçeklik
Üsküdar’ın yokuşlu sokaklarının birinde eşine rastlanmayan bir masalsı hadise yaşanıyor. Kanber Bozan, işlettiği bakkal dükkânına kendi imkânlarıyla kurduğu çocuk kütüphanesini geliştiriyor. Beş sene önce başlayan masala, son günlerde “Robin Hood vakası” da eklenince kütüphane daha da genişledi. Gerçek hayatın masalsı karakterlerini, küçük bir sokakta başlayıp bir semti, hatta bir şehri etkileyen “Kanber Bakkal”ın hikâyesini Kanber Bozan’dan dinliyoruz.
Özgeçmişinizle başlayalım...
Kanber Bozan: 1968’de Adıyaman’ın Ortanca köyünde doğdum. 13-14 yaşıma kadar köyde kaldım. Tütün ekiyorduk. Irgat olarak Adana, Mersin, Tarsus gibi yerlere gidiyorduk ailece. Irgat nedir? Kamyonlara doldurulan işçileri biliyorsunuzdur, biz de öyleydik. Bizim köye bir adam gelirdi, “bana işçi lâzım” derdi, ürün toplayacak kişileri alıp götürürdü. Bizim aileden ben, annem ve kardeşim giderdik. Bizi traktörün kasasına koyup götürüyorlardı. Tarla tarla dolaşırdık. Bir tarla bittiğinde başka bir tarlaya götürürlerdi.
Ne topluyordunuz tarlalardan?
Pamuk veya mercimek toplardık. Toplarken makine kullanılmazdı. Eldiven de yoktu. Mercimeğin otları batıyordu hep elimize. Mercimek yaşken toplanır. Kuruduğunda toplarsanız hep yere dökülür. Yaşken toplandığı için dalları sert olur. Çekerken hep çizer elinizi. Mercimeğin otu çok can yakar. Serçe parmaklarımızda hep çatlaklar olurdu. Çatlakların acımaması için çatlak yeri iplikle sarardık. Çatlağı doldurup tampon yapardık. Bez sardığın zaman hemen çıkıyordu, ama iple sardığımız zaman öyle değildi. Bunları yaşlılardan görmüştük. Onlar ne yapıyorsa biz de öyle yapıyorduk. Onların elleri karttı, bizim tazeydi. Şimdi anlıyorum taze nedir, kart nedir. Babam beni sevdiğinde sanki elleri çimentoluymuş gibi olurdu. O kadar sertti, taş gibi olmuştu elleri. Taze el ile kazma kürek kullanmış el bir olur mu?
Çocuklar “Şeker Portakalı’nı okudum, Küçük Kara Balık’ı okudum” diye geliyorlardı. Kitapların adını bilmiyordum ki. Hepsine “aferin” diyordum. Çocuklara bir dosya kâğıdı veriyordum, kitap hakkında bir satır cümle yazdırıyordum. Çocuklar bakkalın merdivenine oturup yazıyorlardı. Hiç olmazsa bir satır yazı yazarak emek versinler diye düşündüm.
Hasat zamanı bitip köye döndüğünüzde hayatınız nasıl geçiyordu?
Köye döndüğümüzde tütün demetleme yapıyorduk. Yaşken topladığımız tütünleri kuruturduk. Daha sonra tütünümüzü Tekel’e teslim ederdik. O zamanlar Tekel eksperleri fiyatları belirlerdi. Senede bir fiyat biçilirdi tütünümüze. Tekel Kâhta ilçesindeydi, tütünü oraya teslim ederdik. Verilen parayla bir teneke zeytin, helva, şeker, buğday alırdık. Bizim üzümümüz de vardı. O zaman bağlar çoktu. Bir ay bağda kalırdık. Üzümü toplayıp pestil ve pekmez yapardık. Öyle senelik erzakımız çıkardı.
Tütün toplamak mercimek toplamaktan daha kolay denebilir mi?
Yahu hiçbir iş kolay değildi. Tütün yaprağını topla, şişe tak, as, kurut, kuruttuktan sonra tekrar indir, muhafaza et, uçlarını bağla, zamanı gelince demet yap, sonra götür Tekel’e… Ondan sonra işiniz Tekel’in insafına kalmış.
Çok zor hayat şartları içinde büyümüşsünüz; “çocukluğunu yaşamak” denir ya, siz çocukluğunuzu yaşayabildiniz mi?
Biz çocukluk nedir bilmiyorduk. Benim diğer çocuklar gibi oyuncağım olmadı mesela. Biz oyuncaklarımızı çamurdan yapardık.
Nasıl?
Köy çamurları katıdır. Ona su katıp oyuncak yapıyorduk. Çamurlu tarlalara gidip güzel çamur topluyorduk. Çamurdan otobüs veya traktör yaptığımı hatırlıyorum. Çamurdan tekerler yapar, ortasına bir çubuk sokardık. Daha sonra güneşe verirdik, güneşte kururdu. Bayramdan bayrama Kâhta’ya giderdik. Bazen bir balon alabilirdi babam, bazen de şeker. Anca bu kadar.
Biz beş kardeşiz. Annem babam işe giderdi, ben de kardeşlerime bakardım. Her sene hayat şartları değişiyordu. Mesela çıra kullanırken iki sene sonra lüks kullanmaya başladık. Daha sonra lamba çıktı… Dört sene sonra baktım ki komşunun radyosu olmuş. Daha sonra köyden biri teyp almış. Köyün zenginleri köye yakın bir yerde bir benzinlik açtılar. Orada ekranı küçük siyah beyaz bir televizyon vardı. İki buçuk kilometre yürürdük televizyonu görmek için. Merak ederdik nasıl bir şey diye. Bizi benzinliğe de pek almazlardı, dışardan izlerdik. Küçük bir ekran, doğru dürüst göremiyorduk bile!
Biz beş kardeşiz. Annem babam işe giderdi, ben de kardeşlerime bakardım. Her sene hayat şartları değişiyordu. Mesela çıra kullanırken iki sene sonra lüks kullanmaya başladık. Daha sonra lamba çıktı… Dört sene sonra baktım ki komşunun radyosu olmuş. Daha sonra köyden biri teyp almış. Köyün zenginleri köye yakın bir yerde bir benzinlik açtılar. Orada ekranı küçük siyah beyaz bir televizyon vardı. İki buçuk kilometre yürürdük televizyonu görmek için. Merak ederdik nasıl bir şey diye. Bizi benzinliğe de pek almazlardı, dışardan izlerdik. Küçük bir ekran, doğru dürüst göremiyorduk bile!
Hatırladığınız bir görüntü var mı?
Haber sunan birini hatırlıyorum. Zaten yazılardan anlamazdık. Okulda Türkçe öğreniyorduk, anadilimiz Kürtçedir. Sadece merak ediyorduk. Bizden üç-dört yaş büyüklerin peşine takılırdık. İki buçuk kilometre yolda elektrik yok, her yer zifiri karanlık. Bazılarının el feneri olurdu, öyle giderdik.
Bir akşam dükkânın önüne bir araba yanaştı. İçinden bir-iki kişi indi ve “size kitap getirdik” dediler, “Robin Hood gönderdi”. Dalga geçiyorlar diye düşündüm. Robin Hood kitabını okumadım, desem ki okumuşum, yalandır. Ama gençlerden biliyorum kim olduğunu. Zenginlerden alıp fakirlere veriyor diye biliyorum.
Türkçeyi nasıl öğrendiniz?
Okulda öğrendim. Anadilim gibi konuşamıyordum, ama biliyordum. Okulda Kürtçe konuşmak yoktu. Hocamız da Kürttü, “Konuşmanızın daha iyi olması ve şehirde kendinizi ifade edebilmek için Türkçe konuşun” diyordu. Derslerimi hep “iyi” ile geçtim. Hiç orta veya pekiyi olmadı. (gülüyor) İlkokul bittikten sonra öğretmenim okula devam etmemi istiyordu. Babama “öğretmen ortaokula gitmemi istiyor” dedim. Tabii imkânlarımız yoktu. Babam “defter lâzım, kalem lâzım, ayakkabı lâzım” dedi. Bunları alacak gücümüz yoktu, ortaokula gidemedim.
Ortaokula gidememek sizi nasıl etkiledi?
Üzüldüm tabii. Bu hayatta tek üzüldüğüm şey okuyamamak. Bakıyorsun, amcaoğlun okula gidiyor, sen gidemiyorsun. Onların koyunları vardı. Kâhta’da peynir satarlardı, o parayla çocukları okuyordu. Bizim imkânımız öyle değildi. Burs bilmezdik ki. Köyde siyah beyaz yaşıyorsun. Ne bir haber gelir, ne sesin duyulur. Hayat şartları bazı şeylere izin vermiyor. Eğer izin vermiş olsaydı on yıldır emekli olmuştum. Ben 14 yaşımda İstanbul’a geldim, daha emekli olamadım. Benden sonra gelenler emekli oldu. Niye? Maaşımdan para kesecekler, sigorta diye yatıracaklar diye düşünüyordum. Kesecekleri parayı alıp aileme gönderiyordum. Sigortasız çalıştım uzun süre.
İstanbul’a tek başınıza mı geldiniz?
Teyzem ve dayım İstanbul’da yaşıyordu. Onlar İstanbul’da olduğu için geldim. Geldim ama, kolay değildi. Dönmek istersen köyün şartlarını biliyorsun. Köle gibi ırgat olarak çalışacağım. Köyün eziyeti yüksektir. Burada çalışınca maaş alıyordum. Arada sırada köye giderdim. O zaman telefon yok ki konuşasın. Üç ayda bir muhtarı arardım, muhtar annemi çağırırdı, öyle konuşurduk.
O zamanlar sizin gözünüzde köy ve şehrin farkı neydi?
Şehirde çalıştığım zaman en azından kendime bir ayakkabı alabiliyordum. O zaman çocukluktan çıkmıştım. 14 yaşındaki insanlara çocuk deriz, ama ben çocuk gibi değildim. Baba gibiydim, çocukluğum geçmişti. Nasıl ki akşam eve gelirken baba eve yemek alır, ben de öyleydim. Paramı biriktiriyordum, teyzeme veriyordum. Teyzem evin ihtiyaçlarını alıyordu, kalanını annemlere gönderiyordu.
Ne iş yapıyordunuz?
Dört-beş makinalı bir konfeksiyon atölyesinde çalışıyordum. Eskiden küçük atölyeler daha fazlaydı. Pek Türkçe bilmiyordum, bu yüzden kendimi ezik görüyordum. Benim gibi bir sürü çocuk vardı böyle. Çok dalga geçerlerdi bizimle, onları unutamıyorum.
Robin Hood da bizim gibi bir insandır. Görsem ne olacak ki? Benim için herkes Robin Hood’dur, bin tane kitap gönderen de Robin Hood’dur, bir tane Küçük Prens gönderen de. Önemli olan emeğe katkı sunmak.
Ne derlerdi?
Çıraktım, ustalardan biri bana para verip “git bana davul tozu al” demişti. “Eğer davul tozu bulamazsan minare gölgesi al” demişti. Kış günü sokak sokak “davul tozu” aradım. Kime sorsam “böyle bir şey yok, seni kandırıyorlar” diyor. Bulamıyorum tabii, meğer benimle dalga geçmişler. Böyle şeyler insana dokunuyor. Maalesef öyle soytarılar vardı. “Okuyan mı bilir, yoksa gezen mi” diye sorarlar ya hani, ben de onlara emeğiyle hayatı satır satır okuyanlar bilir diyorum.
Kanber Bakkal’ı ne zaman açtınız?
Yirmi yıl evvel açtım.
Bakkala çocuk kitaplığı kurma fikri nasıl ortaya çıktı?
Eskiden gazete iyi satılırdı. Gazeteler kitap hediye ederdi. Bazı insanlar o kitapları almıyordu. Kitaplar bakkalda birikmeye başladı. Eğer kitapların arasında çocuk romanları varsa, boyama kitabı varsa çocuklara hediye ediyordum. Bazen çocuklar bakkala gelen suları taşırken bana yardım ediyorlardı. Ben de onlara hediye olarak dondurma veya gofret veriyordum. Ben hediye vermeye, çocuklar da hediye almaya alışkındı. Benim çocuklarım bakkalda kitap okurken mahallenin çocukları bunu görüyor. Oğlum bakkalda kitap okurken bakkala gelen çocuklara “size de kitap versem okur musunuz” diye sormaya başlamış. Mahallenin çocukları da “evet, okuruz” demişler. Oğlum okuldan dönerken birkaç tane kitap getirmeye başlıyor ve çocuklara dağıtmaya başlıyor. Ertesi gün bakkala geldiğimde herkes oğlumu soruyordu. Ben de oğluma “çocuklar neden seni soruyor” dedim. “Verdiğim kitapları okumuşlar, özetini anlatacaklardır” demişti. Oğlum, çocuklar kitabın özetini anlattıklarında bakkaldan meyve suyu vermeye başlamış. Ben görmemiştim. (gülüyor) Bu olay çocuklar arasında yayılmaya başladı. Okulda çocuklar birbirlerine söylemişler. Baktım daha çok çocuk gelmeye başladı… Oğlumdan on tane daha kitap istedim. Bakkalda o zamanlar çok kitap yoktu. Gelen çocuklara kitap yetmiyordu.
Hangi kitaplar vardı ilk dönemde, hatırlıyor musunuz?
Çocuklar “Şeker Portakalı’nı okudum, Küçük Kara Balık’ı okudum” diye geliyorlardı. Ben kitapların adını bilmiyordum ki. Hepsine “aferin” diyordum. (gülüyor) Çocuklara bir dosya kâğıdı veriyordum, kitap hakkında bir satır cümle yazdırıyordum. Çocuklar bakkalın merdivenine oturup yazıyorlardı. Hiç olmazsa bir satır yazı yazarak emek versinler diye düşündüm.
Bakkalda geniş bir çocuk kütüphanesi var. Nasıl topladınız bu kadar çocuk kitabını?
Şu anda üç-dört bin kitabımız var, ama ilk dönemler çocuklar bakkala geliyordu, bana kitap soruyorlardı. Çocukların sorduğu bazı kitaplar bende yoktu, Küçük Prens yoktu mesela. Bu tür kitapları istiyorlardı. Bakkala BirGün gazetesinden bir gazeteci geldi, bu olayın haberini yaptı ve adresi verdi. Bir hafta sonra, her yerden kargolar gelmeye başladı.
Dükkânınız bayağı küçük, nasıl düzenlediniz?
Eskiden kitaplığın olduğu yer bisküvi doluydu. Bisküvilerin yanına koydum kitapları ilk önce. Zaten kârı 10 kuruş… Yarısı kitap, yarısı bisküvi… (gülüyor) Birden o kadar çok kitap oldu ki… Karmakarışıktı bakkal, bir dolap vardı, onu kaldırdım çocuklar daha rahat hareket etsin diye.
(Bir mahalleli bakkala giriyor. Evinin anahtarını Kanber Bakkal’a emanet ediyor. Anahtarı rafa koyarken gözümüz raftaki “İyilik Kavanozu”na ilişiyor)
Bir tane çeksene… Ne çıktı?
“Bir çocuğa masal anlatın”…
Bir çocuğun gönlünü al. Onu mutlu et. Onu demeye çalışıyorum işte. Bu kavanozda çeşit çeşit şeyler var. (bir tane daha çekiyor) “Çocukluğunda oynadığın oyunları ailenle oyna”, “Gözleri görmeyen birine bir masal anlat”. Böyle küçük kâğıtlar çektiriyorum bakkala gelenlere.
Robin Hood olarak bilinen bir yardımsever sizin bakkalınıza da yardım etmiş. Nasıl gelişti bu olay?
Bir akşam dokuz buçuk gibi, dükkânın önüne bir araba yanaştı. İçinden bir-iki kişi indi ve “size kitap getirdik” dediler. “Nereden geliyor” dedim, “Robin Hood gönderdi” dediler. Dalga geçiyorlar diye düşündüm. Ben Robin Hood kitabını okumadım, desem ki okumuşum, yalandır. Ama gençlerden biliyorum kim olduğunu. Zenginlerden alıp fakirlere veriyor diye biliyorum. Ama hayat hikâyesini bilmiyorum. “Yahu Robin Hood ölmedi mi” dedim kendi kendime. “İsmi hakikaten Robin Hood muymuş” dedim. (gülüyor) 15 bin tane kitap getirmişler. “Yahu” dedim “15 bin kitap çok. Hepsini bırakırsanız dükkânı kapatıp gideyim o zaman”. Bir-iki küçük koli kitap aldım. Küçücük bir bakkalım. Buraya 15 bin kitap getirirsen dükkânda yer kalmaz, eve ekmek götüremem. Sonra çocuklarıma nasıl bakacağım? 15 bin kitap çok fazla. Zaten benim şu anda üç-dört bin kitabım var. Ama bir hayırsever çıkıp başka bir yer tutsa ve “bu kütüphanenin başında dur” deseler başım gözüm üstüne. Bu yüzden o kitapların birazını alabildim.
Çocuklarla arkadaş olmak, çocukların psikolojisini anlayıp onlara destek vermek çok önemlidir. “Ben çocuk olsaydım nasıl sevinirdim” diye soruyorum kendime ve onlara böyle yaklaşıyorum. Kendimi o çocuğun yerine koyuyorum ve öyle davranıyorum.
Robin Hood’dan almadığınız kitapların akıbeti ne olacak, biliyor musunuz?
İmkânım olduğunca köylere de kitap gönderiyorum. Alamadığım kitapları “Kanber amca adına köy okullarına dağıtın” dedim. Güzel olmaz mı? Robin Hood, Kanber Amca’ya bu kitapları gönderdi, eyvallah. Siz de bu kitapları köy okullarına götürün ve “Kanber amca gönderdi” deyin dedim.
Bir tahmininiz var mı Robin Hood’un kimliği konusunda?
Bana bunu çok sordular, ama vallahi bilmiyorum. Robin Hood da bizim gibi bir insandır. Görsem ne olacak ki? Benim için herkes Robin Hood’dur. Bin tane kitap gönderen de benim için Robin Hood’dur, bir tane Küçük Prens gönderen de. Önemli olan emeğe katkı sunmak.
Çocukluğunu yaşayamamış biri olarak çocuk kütüphanesi sizi nasıl etkiledi?
Kendimi çok iyi hissediyorum, ama çok zorluğu var. Bu işi yaparken ne kadar mutlu oluyorsam bir yandan da aynı derecede zorluğu var. Kötü bir şey yapmadığımı biliyorum, ama bu iş büyüdükçe tedirgin olmaya başlıyorum. Bazı insanlar benim bu işten para kazandığımı söylüyor. Bazısı “çıkarın olmasa yapmazsın” diyor. Yok böyle bir şey.
Sizi tedirgin eden nedir?
İlk Duvar gazetesinden bir gazeteci geldi, haber yapmak istedi. “Acaba bir hata mı yaptım” diye düşündüm. Bunlar işte okumamış olmaktan. Kötü bir şey yapmış olabileceğimi düşündüm gazeteci gelince. Sürekli televizyonlarda kötü haberler görüyoruz çocuklar hakkında. “Allah allah, acaba ne oldu” dedim. İnsanın seveni var, sevmeyeni var. Biri olur olmaz bir şey söyler veya biri yanlış anlar diye düşündüm. İnsanoğludur sonuçta. Ya biri bana iftira atarsa? Mesela siz geldiniz, ben ayağa kalktım. (omzuma elini atıyor) “Vay yeğenim benim, canım ciğerim, hayat nasıl gidiyor?” dersem güler yüzle, farklı bir etki yaratır. Bu temas sana farklı gelir. Biraz önce bakkala gelen çocuk kimsenin yanına gitmez, gelir bana sarılır. Bana sarılsın istemiyorum aslında. O çocuğa benim gibi yaklaşmayan insanlar olabilir. Sanır ki herkes Kanber amca gibidir. Mesafe koyuyorum bu yüzden. Biraz sınır bırakmam gerekiyor. Çocuk gün geçtikçe bilgileniyor ve hayatı öğreniyor. Mesafeyi yavaş yavaş artırman gerekiyor. Çocuk hassas bir konudur.
Mahalleli nasıl bakıyor Kanber Bakkal’a?
Çok seviniyorlar. Televizyona çıktıktan sonra bu mahallenin dışından, Göztepe’den, Ümraniye’den gelen çocuklar da oldu. Merak etmişler Kanber Bakkal’ı. Daha büyük insanlar gelip tebrik etmeye başladı. Bir sürü farklı çocuk gelip kitapların özetini anlatmaya başlayınca kendimi öğretmen gibi hissetmeye başladım. (gülüyor) Çocuklarla arkadaş olmak, çocuğun psikolojisini anlayıp ona destek vermek çok önemlidir. “Ben çocuk olsaydım nasıl sevinirdim” diye soruyorum kendime ve onlara böyle yaklaşıyorum. Yaklaşımım böyle. Kendimi o çocuğun yerine koyuyorum ve öyle davranıyorum. Onlarla arkadaş olmaya çalışıyorum.
Yetiştirdiğiniz çocuklarla diyaloğunuz nasıl? Bazıları şimdi lise çağında olmalı…
Arada bir bakkala geliyorlar. “Kanber Amca, beni hatırlıyor musun” diyor, evet diyorum, ama aslında hatırlamıyorum. (gülüyor) Özlemişler belli, ama doğal olarak hatırlayamıyorum. Çocuklar birden büyümüş gibi oluyorlar ve çok değişiyorlar, o yüzden hatırlayamıyorum. Aileleriyle gelip teşekkür edenler oluyor. 10-15 kişi toplanıp gelenler oluyor. Bazıları benim için şiir yazıyor. Bunlar o çocuklar için bir anıdır. Bunlar çok güzel şeyler.
Bir yandan bakkal olarak çalışıp diğer yandan “gönül işi” yapmak sizin için nasıl bir anlam ifade ediyor?
Benim yaptığımı bütün esnaflar yapabilir. Ama marketler yapamaz. Çünkü onlar bizim gibi değil. Bu tür şeyleri yapmak istemez. Marketler bedava bir şey vermez, değil mi? Biz insaniyetimizi göstermek zorundayız. Madem onlar “aşağıdakiler böyledir” diyor, bizim de aşağıda geri kalmamamız gerekir. İnsanlarımıza ve mahallemize sahip çıkmalıyız. Esnaflar kapının önüne küçük bir stant koyup içine bir-iki kitap koysunlar. “Bu kasapta, bu manavda, bu berberde kitaplar ücretsizdir” desinler. Belki o kitabı alacak insanların ekonomik imkânı yoktur. O kitaplarla belki çocuğunu sevindirecek. Çocuklar okulda belki sevdiği kitabı bulamayabilir. Ama bakkalın önünde o kitabı bulabilir.
Son söz?
İmkânım olursa köylerde gezip köy okullarına kendi elimle kitap dağıtmak isterim. Kimi çocuğun ayakkabısı yok, kiminin giysisi yok… Bunları tespit edip çocukların ihtiyaçlarını karşılamak isterim. Neden olmasın…
Anıl Olcan /1+1FORUM
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder