Halep’in tahliyesi ile başlayan Astana görüşmeleri ve 4 Mayıs 2017’de imzalanan ateşkes, Türkiye ile Rusya’yı aynı kampta buluşturmadı. Aksine, görüşmelere iki ülke zıt tarafları temsil ederek katılmış, Rusya ve İran mevcut rejim’in “garantörü” olurken, Türkiye de muhalif cephenin “garantörü” olmuştu.
İdlib ateş içinde; savaş yoğunlaşıyor; kinler bileniyor. Yoksa siyasal hırs, dîni taassup ve kişisel düşmanlıklar, Suriye’de Türkiye’yi tarihinin en dramatik seçimlerinden birine doğru mu sürüklüyor? Soçi Mutabakatı uygulanamadı; bölgede bir “güvenlik alanı” oluşturulamadı; Türkiye’nin en kötü seçenekler karşısında kalma olasılığı giderek artıyor.
Aslında bir gün bu durumla karşılaşılacağı daha Aralık 2016’da belli olmuştu. O tarihte rejim güçleri Halep’e girerken Türkiye de aracı oluyor, yenilen cihadistleri sivil halkla beraber İdlib’e nakletmeyi üstleniyordu. Böylece, geçici de olsa, Rusya ve Suriye’nin işine gelen bir formül bulunmuş oldu. Türkiye sayesinde, kamuoyundaki Rusya ve Suriye aleyhtarı kampanya sona eriyor, Halep sessiz sedasız boşaltılıyordu! Cihadistler ve sivil halk bir kez İdlib’e yerleştikten sonra da teröristler silahtan arındırılacak ve barış sağlanacaktı. Zaten Erdoğan açıkça ilan etmişti: “Halep’ten 45 bin kardeşimizi kurtardık. Onları İdlib'e aldık. Gerekirse kendi topraklarımıza da alabiliriz. Dün akşam Sayın Putin’le bir görüşmem oldu. Bizlere teşekkürü oldu. Dediler ki, burada bu insanların kurtuluşunda sizin de kararlılığınız olmasaydı, el ele vermeseydik bu süreci bu şekilde bitiremezdik.” (Milliyet 24 Aralık 2016).
***
O günlerde bu “kardeş kurtarma” operasyonu, Batı’da, daha çok Türkiye’nin dış politikada “eksen değiştirmesi” ve Rusya’ya yaklaşması şeklinde algılandı. Oysa bu sadece görünüştü. Aslında Halep’in tahliyesi ile başlayan ASTANA görüşmeleri ve 4 Mayıs 2017’de imzalanan ateşkes anlaşması, Türkiye ile Rusya’yı hiç de aynı kampta buluşturmadı. Aksine, görüşmelere iki ülke zıt tarafları temsil ederek katılmış, ateşkeste Rusya ve İran mevcut rejim’in “garantörü” olurken, Türkiye de muhalif cephenin “garantörü” olmuştu. Ateşkesin uygulanması ve kalıcı barışın sağlanması için de “çatışmazlık bölgeleri” kurulacaktı. Yani çatışma ortadan kalkmıyor, sadece -o günlerde BM bölge temsilcisi Staffan de Mistura’nın dediği gibi- "Haleb’in yerini, İdlib alıyordu". İdlib’in nüfusu daha o sıralarda iki milyona yaklaşmıştı ve bunun yarısı da "nakledilenler"den oluşuyordu. İdlib, yeni bir göç dalgasına yol açacak bir barut fıçısı haline bu koşullarda geldi.
***
2017 yılında Suriye’nin kaderiyle ilgili iki önemli gelişme yaşandı. Bunlardan birincisi Trump yönetiminin Esad rejimine karşı muhalifleri desteklemekten vazgeçmesiydi. ABD, 2015 ve 2016 yıllarında, "Timber Sycamore” adlı CİA planı çerçevesinde muhaliflere bir milyar dolar civarında yardım yapmıştı. Şimdi bu yardımı kesiyordu. (N.Y. Times, 2 Ağustos 2017). Trump, 2016 Kasım’ında Wall Street Journal’a, “aynı zamanda hem Esad, hem de DAEŞ’le savaşmanın ahmakça bir şey olduğunu” söylemişti. 2018’de Helsinki’de Putin’le yaptığı zirve toplantısında da ABD’nin Rusya ile Suriye’de uyum içinde olduğunu, hatta “askerlerin, Suriye ve başka yerlerde siyasilerden daha sıkı işbirliği yaptıklarını” ilan etti. (N.Y. Times, 17 Temmuz 2018). Yani ABD ilk hedef olarak DAEŞ’i seçiyor, Esad’ın eli serbest kalıyordu. Batılı yorumcular bunu rejimin zaferi olarak yorumladılar.
2017’deki ikinci önemli gelişme de şuydu: İdlib’de Heyet Tahrir el Şam (HTŞ) örgütü, rakibi Ahrar el Şam’ı alt etmiş ve eyalette hâkimiyet kurmuştu. Böylece, Halep’ten İdlib’e sivillerle beraber göçen terörist bir grup, Türkiye sınırlarında ve Türkiye’nin yardımıyla hegemonya kurmuş oluyordu. Durumu, ABD bölge temsilcisi McGurk, “İdlib bölgesi, 11 Eylül saldırılarından bu yana El-Kaide'nin en büyük barınma alanı haline geldi” diyerek özetledi. Artık savaşın son aşamasında, Türkiye, sadece Esad güçleri ve PYD/ YPG ile değil, İslamcı terörle de karşı karşıya kalmıştı.
Aslında Türkiye İdlib’te son derece zor, belki de altından kalkamayacağı bir görev üstlenmişti. Eyalette HTŞ’li teröristlerle sivil halk iç içe yaşıyor, Baas rejimine isyan eden siviller, Cihadistlere itiraz etmiyor, ya da edemiyordu. Bu koşullarda HTŞ güçlerini sivil halktan ayırmak ve silahsızlandırmak hiç de kolay değildi. Oysa zaman ilerliyor, Esad’ın güçleri, Rusya ve İran’ın da desteğiyle, kendi topraklarında yeniden egemenlik kurmak için sabırsızlanıyordu.
***
Aslında bir gün bu durumla karşılaşılacağı daha Aralık 2016’da belli olmuştu. O tarihte rejim güçleri Halep’e girerken Türkiye de aracı oluyor, yenilen cihadistleri sivil halkla beraber İdlib’e nakletmeyi üstleniyordu. Böylece, geçici de olsa, Rusya ve Suriye’nin işine gelen bir formül bulunmuş oldu. Türkiye sayesinde, kamuoyundaki Rusya ve Suriye aleyhtarı kampanya sona eriyor, Halep sessiz sedasız boşaltılıyordu! Cihadistler ve sivil halk bir kez İdlib’e yerleştikten sonra da teröristler silahtan arındırılacak ve barış sağlanacaktı. Zaten Erdoğan açıkça ilan etmişti: “Halep’ten 45 bin kardeşimizi kurtardık. Onları İdlib'e aldık. Gerekirse kendi topraklarımıza da alabiliriz. Dün akşam Sayın Putin’le bir görüşmem oldu. Bizlere teşekkürü oldu. Dediler ki, burada bu insanların kurtuluşunda sizin de kararlılığınız olmasaydı, el ele vermeseydik bu süreci bu şekilde bitiremezdik.” (Milliyet 24 Aralık 2016).
***
O günlerde bu “kardeş kurtarma” operasyonu, Batı’da, daha çok Türkiye’nin dış politikada “eksen değiştirmesi” ve Rusya’ya yaklaşması şeklinde algılandı. Oysa bu sadece görünüştü. Aslında Halep’in tahliyesi ile başlayan ASTANA görüşmeleri ve 4 Mayıs 2017’de imzalanan ateşkes anlaşması, Türkiye ile Rusya’yı hiç de aynı kampta buluşturmadı. Aksine, görüşmelere iki ülke zıt tarafları temsil ederek katılmış, ateşkeste Rusya ve İran mevcut rejim’in “garantörü” olurken, Türkiye de muhalif cephenin “garantörü” olmuştu. Ateşkesin uygulanması ve kalıcı barışın sağlanması için de “çatışmazlık bölgeleri” kurulacaktı. Yani çatışma ortadan kalkmıyor, sadece -o günlerde BM bölge temsilcisi Staffan de Mistura’nın dediği gibi- "Haleb’in yerini, İdlib alıyordu". İdlib’in nüfusu daha o sıralarda iki milyona yaklaşmıştı ve bunun yarısı da "nakledilenler"den oluşuyordu. İdlib, yeni bir göç dalgasına yol açacak bir barut fıçısı haline bu koşullarda geldi.
***
2017 yılında Suriye’nin kaderiyle ilgili iki önemli gelişme yaşandı. Bunlardan birincisi Trump yönetiminin Esad rejimine karşı muhalifleri desteklemekten vazgeçmesiydi. ABD, 2015 ve 2016 yıllarında, "Timber Sycamore” adlı CİA planı çerçevesinde muhaliflere bir milyar dolar civarında yardım yapmıştı. Şimdi bu yardımı kesiyordu. (N.Y. Times, 2 Ağustos 2017). Trump, 2016 Kasım’ında Wall Street Journal’a, “aynı zamanda hem Esad, hem de DAEŞ’le savaşmanın ahmakça bir şey olduğunu” söylemişti. 2018’de Helsinki’de Putin’le yaptığı zirve toplantısında da ABD’nin Rusya ile Suriye’de uyum içinde olduğunu, hatta “askerlerin, Suriye ve başka yerlerde siyasilerden daha sıkı işbirliği yaptıklarını” ilan etti. (N.Y. Times, 17 Temmuz 2018). Yani ABD ilk hedef olarak DAEŞ’i seçiyor, Esad’ın eli serbest kalıyordu. Batılı yorumcular bunu rejimin zaferi olarak yorumladılar.
2017’deki ikinci önemli gelişme de şuydu: İdlib’de Heyet Tahrir el Şam (HTŞ) örgütü, rakibi Ahrar el Şam’ı alt etmiş ve eyalette hâkimiyet kurmuştu. Böylece, Halep’ten İdlib’e sivillerle beraber göçen terörist bir grup, Türkiye sınırlarında ve Türkiye’nin yardımıyla hegemonya kurmuş oluyordu. Durumu, ABD bölge temsilcisi McGurk, “İdlib bölgesi, 11 Eylül saldırılarından bu yana El-Kaide'nin en büyük barınma alanı haline geldi” diyerek özetledi. Artık savaşın son aşamasında, Türkiye, sadece Esad güçleri ve PYD/ YPG ile değil, İslamcı terörle de karşı karşıya kalmıştı.
Aslında Türkiye İdlib’te son derece zor, belki de altından kalkamayacağı bir görev üstlenmişti. Eyalette HTŞ’li teröristlerle sivil halk iç içe yaşıyor, Baas rejimine isyan eden siviller, Cihadistlere itiraz etmiyor, ya da edemiyordu. Bu koşullarda HTŞ güçlerini sivil halktan ayırmak ve silahsızlandırmak hiç de kolay değildi. Oysa zaman ilerliyor, Esad’ın güçleri, Rusya ve İran’ın da desteğiyle, kendi topraklarında yeniden egemenlik kurmak için sabırsızlanıyordu.
***
2018 yılı Esad’ın dostlarının Türkiye’ye baskılarıyla geçti. Erdoğan ise soruna Putin’le ikili görüşmeler çerçevesinde çözüm arıyor ve bu amaçla yoğun bir telefon diplomasisi geliştiriyordu. Anadolu ajansının hesabına göre, Tayyip Bey, 2018 yılı içinde Putin ile 7’si baş başa, 18’i de telefonla olmak üzere, 25 defa görüşmüş, ayrıca 6 zirvede de bir araya gelmişti.
Bu görüşmelerde Erdoğan’ın kozları, ABD ve NATO’nun itirazına rağmen satın alınan S-400 füzeleri; Türk Akımı doğal gaz hattı anlaşması; turizm ilişkileri ve “100 milyar dolar”lık (!) alış-veriş hedefi gibi maddelerdi. Oysa Putin için daha da önemlisi, Türkiye’nin NATO’dan uzaklaşması ve böylece bu hasım ittifakın zayıflamasıydı. Bu beklentiyle Türkiye’yi kırmamaya çalışıyor, sık sık Esad’ı frenliyor ve kritik anlarda da Erdoğan’la buluşarak gerginliği yumuşatıyordu. 2018 başlarında Zeytindalı harekâtına bu anlayışla yeşil ışık yakmıştı. 17 Eylül 2018’de iki lider Soçi’de bir de ateşkes anlaşması imzaladı.
***
Ne var ki Suriye’deki durum, artık geçici uzlaşmalarla ve kimsenin uymadığı “ateşkes”lerle devam edemez hale gelmişti. Üstelik Erdoğan, Suriye’de olduğu gibi, Suriye dışında da hemen her konuda Rusya’nın tam karşısında yer alıyordu. Rusya’nın Ukrayna’ya müdahalesini kınıyor; Kırım’ın ilhakını gayrimeşru sayıyor; Putin’in Libya’da desteklediği Hafter’e savaş açıyor ve Doğu Akdeniz krizinde de karşı tarafı tutuyordu. Ve bütün bunlar yetmiyormuş gibi, PYD/YPG’yi de DAEŞ ve HTŞ’den daha tehlikeli bir terör örgütü sayıyordu.
Aslında Rusya, Suriye’de sadece dış politikadaki stratejik çıkarları nedeniyle bulunmuyordu. Rusya’nın milyonlarca Müslüman vatandaşı vardı ve Putin’in en büyük korkularından biri de ülkede İslamcı terörün yeniden canlanmasıydı. Esad’ın komutanlarından Cihad Sultan’ın İdlib’de bölge uzmanlarından Robert Fisk’e dediği gibi, Putin’in “(Suriye’deki) Çeçen’lerin Çeçenistan’a, Türkmen’lerin Türkmenistan’a, Özbek’lerin de Özbekistan’a dönmelerini hoş karşılaması hiç de olası değildi”. (Independent, 6 Eylül 2018).
***
Yine de Putin HTŞ yüzünden Türkiye ile köprüleri atmıyor, “iki adım ileri, bir adım geri” taktiğiyle hedefine her gün biraz daha yaklaşıyordu. Keskin laflar etmiyor, tehditler savurmuyor, uyarılarını daha çok sözcüsü Dmitry Peskov, Dışişleri Bakanı Lavrov ve Savunma Bakanı Sergey Şoygu dile getiriyordu. Bunlar da artık sık sık Türkiye’nin üzerine düşeni yapmadığını, sabırlarının tükenmek üzere olduğunu söylemeye başlamıştı.
Bu taktik semerelerini almakta gecikmedi. Rejimin hakimiyet alanı giderek genişliyordu. Hatta Trump’la tatlı-sert görüşme ve restleşmeler arasında başlatılan Barış Pınarı harekâtından bile en kârlı çıkan taraf Esad oldu. Öyle ki, Barış Pınarı harekâtı, bizdeki sığınmacıları kısmen yerleştirmek için, Fırat’ın doğusunda 460 km boyunda ve 30 km eninde bir güvenlik alanı kurma amacıyla başlamıştı. Oysa Türkiye, sonunda, ABD ve Rusya’nın aynı yöndeki baskılarıyla, bunun üçte biriyle yetinmek zorunda kaldı ve geri kalan kısım da, bu arada kılını kıpırdatmamış olan Suriye güçlerinin hegemonyasına geçti. Bu koşullarda Erdoğan’la Putin tekrar buluşuyor ve 22 Ekim 2019’da “Soçi Mutabakatı”nı imzalıyorlardı.
Bu görüşmelerde Erdoğan’ın kozları, ABD ve NATO’nun itirazına rağmen satın alınan S-400 füzeleri; Türk Akımı doğal gaz hattı anlaşması; turizm ilişkileri ve “100 milyar dolar”lık (!) alış-veriş hedefi gibi maddelerdi. Oysa Putin için daha da önemlisi, Türkiye’nin NATO’dan uzaklaşması ve böylece bu hasım ittifakın zayıflamasıydı. Bu beklentiyle Türkiye’yi kırmamaya çalışıyor, sık sık Esad’ı frenliyor ve kritik anlarda da Erdoğan’la buluşarak gerginliği yumuşatıyordu. 2018 başlarında Zeytindalı harekâtına bu anlayışla yeşil ışık yakmıştı. 17 Eylül 2018’de iki lider Soçi’de bir de ateşkes anlaşması imzaladı.
***
Ne var ki Suriye’deki durum, artık geçici uzlaşmalarla ve kimsenin uymadığı “ateşkes”lerle devam edemez hale gelmişti. Üstelik Erdoğan, Suriye’de olduğu gibi, Suriye dışında da hemen her konuda Rusya’nın tam karşısında yer alıyordu. Rusya’nın Ukrayna’ya müdahalesini kınıyor; Kırım’ın ilhakını gayrimeşru sayıyor; Putin’in Libya’da desteklediği Hafter’e savaş açıyor ve Doğu Akdeniz krizinde de karşı tarafı tutuyordu. Ve bütün bunlar yetmiyormuş gibi, PYD/YPG’yi de DAEŞ ve HTŞ’den daha tehlikeli bir terör örgütü sayıyordu.
Aslında Rusya, Suriye’de sadece dış politikadaki stratejik çıkarları nedeniyle bulunmuyordu. Rusya’nın milyonlarca Müslüman vatandaşı vardı ve Putin’in en büyük korkularından biri de ülkede İslamcı terörün yeniden canlanmasıydı. Esad’ın komutanlarından Cihad Sultan’ın İdlib’de bölge uzmanlarından Robert Fisk’e dediği gibi, Putin’in “(Suriye’deki) Çeçen’lerin Çeçenistan’a, Türkmen’lerin Türkmenistan’a, Özbek’lerin de Özbekistan’a dönmelerini hoş karşılaması hiç de olası değildi”. (Independent, 6 Eylül 2018).
***
Yine de Putin HTŞ yüzünden Türkiye ile köprüleri atmıyor, “iki adım ileri, bir adım geri” taktiğiyle hedefine her gün biraz daha yaklaşıyordu. Keskin laflar etmiyor, tehditler savurmuyor, uyarılarını daha çok sözcüsü Dmitry Peskov, Dışişleri Bakanı Lavrov ve Savunma Bakanı Sergey Şoygu dile getiriyordu. Bunlar da artık sık sık Türkiye’nin üzerine düşeni yapmadığını, sabırlarının tükenmek üzere olduğunu söylemeye başlamıştı.
Bu taktik semerelerini almakta gecikmedi. Rejimin hakimiyet alanı giderek genişliyordu. Hatta Trump’la tatlı-sert görüşme ve restleşmeler arasında başlatılan Barış Pınarı harekâtından bile en kârlı çıkan taraf Esad oldu. Öyle ki, Barış Pınarı harekâtı, bizdeki sığınmacıları kısmen yerleştirmek için, Fırat’ın doğusunda 460 km boyunda ve 30 km eninde bir güvenlik alanı kurma amacıyla başlamıştı. Oysa Türkiye, sonunda, ABD ve Rusya’nın aynı yöndeki baskılarıyla, bunun üçte biriyle yetinmek zorunda kaldı ve geri kalan kısım da, bu arada kılını kıpırdatmamış olan Suriye güçlerinin hegemonyasına geçti. Bu koşullarda Erdoğan’la Putin tekrar buluşuyor ve 22 Ekim 2019’da “Soçi Mutabakatı”nı imzalıyorlardı.
***
On maddelik Soçi Mutabakatı, şeklen Türkiye’nin “kazanım”larını onaylıyordu. Buna göre, Barış Pınarı ile kontrol altına alınan Telabyad-Resulayn alanı korunacak; Rusya ve Suriye güvenlik unsurları, Barış Pınarı alanı dışında kalan sınırın Suriye tarafında, 30 km derinlikte, YPG unsurlarını silahsızlandıracaklar; Münbiç ve Tel Fırat da 'terörist'lerden temizlenecek ve Barış Pınarı bölgesi dışındaki alanın her iki tarafında da, 10 km derinlikte Türk-Rus devriyeleri denetleme yapacaktı. Ve bütün bunlar da 150 saat içinde gerçekleşecekti.
Anlaşma güzeldi; ne var ki onaylanan maddelerin kolayca uygulanamayacağı da ortadaydı. Nitekim Mutabakat’ın imzalandığı gün, Esad komutanlarıyla beraber İdlib sınırına gitmiş ve meydan okur gibi, Türkiye ve Erdoğan’ı “Suriye’nin fabrikalarını, buğdayını, yakıtını çaldıktan sonra, şimdi de topraklarını çalmaya çalışmakla” suçlamıştı. Kısaca Soçi Mutabakatı geçici çözümlere sadece bir yenisini ekliyordu. Zaten; Mutabakat son maddesinde tarafların ihtilafa “kalıcı bir çözüm getirmek için” çalışmalara devam edeceklerini ilan ediyordu.
Oysa taraflar, bu yönde “çalışmalar” yerine, birbirlerini suçlama yolunu seçtiler ve çok geçmeden de silahlı çatışmalar yeniden başladı. İdlib’teki gözlem noktalarımız kuşatılıyor; M4, M5 otoyolları Suriye kontrolüne geçiyor; cepheden şehit haberleri geliyordu. Buna karşı Savunma Bakanımız şehitlerimizden çok daha fazla sayıda Suriyeli asker öldürdüğümüzü rakamlarla açıklarken Erdoğan da Rejim güçlerini şubat ayı sonuna kadar “gözlem noktalarının gerisine çekilmeye” davet ediyor ve şu tehditte bulunuyordu: “Bu süreçte, askerlerimize en küçük bir zarar gelmesi halinde, bugünden itibaren, İdlib’le ve Soçi Muhtırası sınırlarıyla bağlı kalmadan, rejim güçlerini her yerde vuracağımızı burada ilan ediyorum!”.
***
Peki, bu şahin konuşma ne anlama geliyordu? Bunu acı haberlerden kaynaklanan bir öfke patlaması diye mi, yoksa Suriye’de topyekûn bir savaş hazırlığı olarak mı yorumlayacağız?
Aslında tüm askeri yetkililer bölgede hava hâkimiyeti olmadan böyle bir savaşın yapılamayacağı kanısındalar. Nitekim ilerleyen günlerde Erdoğan da tansiyonu düşürdü ve mart ayına sarkarak “dörtlü zirve”lerden, ya da “en kötü ihtimalle” yine Putin’le yapılacak görüşmelerden söz etmeye başladı. Oysa Rusya bu haberleri doğrulamıyor ve Kremlin sözcüsü Peskov, Erdoğan-Putin görüşmesi için bile “bir hazırlığın olmadığını” söylüyor.
Yoksa Putin bu sorunu artık en kötü yöntemle -“Grozny yöntemi”yle- çözme kararı mı aldı?
***
Gerçek şu ki Erdoğan’ın Rusya ile Amerika’yı birbirine karşı kullanma taktiği iflas etti ve Türkiye yalnız kaldı. Bu durumda da çaresizlik içinde yeniden Batılı müttefiklere dönüyor ve NATO’dan, Trump’tan, Macron ve Merkel’den medet umuyor. Cumhurbaşkanı, yardım konusunda Trump’la yeniden görüşeceğini söylerken, Savunma Bakanı da NATO’ya, “elinizde savaş uçaklarınız, helikopterleriniz var; Türkiye’nin yanındayız demeyi bırakın, gücünüzü gösterin!” diye sesleniyor. (Hürriyet, 27 Şubat 2020). Ve Beyaz Saray’dan da olumlu yanıtlar geliyor. “Bravo Erdoğan!”, diyor Trump, “sizi destekliyoruz!”. Oysa elbette onun da kendine göre hesapları var. Belki de savaşın kızışmasını, yeni bir “vekâlet savaşı”na dönüşmesini ve Türk askerinin, ABD’nin şu anda bölgede en büyük düşman olarak gördüğü İran ordusuyla çatışmasını umuyor?
AB’ye gelince, o da boş durmuyor ve -kurum adına olmasa da- on dört Dışişleri Bakanı'nın imzasıyla bir bildiri yayınlıyor. Bildiri’de İdlib’deki insanlık dışı hava saldırıları kınanıyor ve Bakanlar, Suriye’yi, insanlığa karşı cürümlerinden dolayı Uluslararası Ceza Mahkemesi’nde yargılamakla tehdit ediyorlar. Çözüm için de -herhalde tek bir sığınmacı kabul ederken bile kılı kırk yaran bu ülkelerdeki kâbusun da etkisiyle- Rusya ile Türkiye’nin görüşmelere devam etmeleri öneriliyor.
Türk-Rus görüşmeleri?
Aslında bu görüşmeler üç dört yıldır sürüyor ve alınan sonuç da ortada! Tek cümleyle, Rusya “Esad’sız çözüm olmaz!” diyor; Erdoğan ise “Esad’la asla!”… Ve bu izansız bilek güreşi sürerken, İdlib’de de eyalet tarihinin en acı sayfaları birer birer yazılmaya devam ediyor.
On maddelik Soçi Mutabakatı, şeklen Türkiye’nin “kazanım”larını onaylıyordu. Buna göre, Barış Pınarı ile kontrol altına alınan Telabyad-Resulayn alanı korunacak; Rusya ve Suriye güvenlik unsurları, Barış Pınarı alanı dışında kalan sınırın Suriye tarafında, 30 km derinlikte, YPG unsurlarını silahsızlandıracaklar; Münbiç ve Tel Fırat da 'terörist'lerden temizlenecek ve Barış Pınarı bölgesi dışındaki alanın her iki tarafında da, 10 km derinlikte Türk-Rus devriyeleri denetleme yapacaktı. Ve bütün bunlar da 150 saat içinde gerçekleşecekti.
Anlaşma güzeldi; ne var ki onaylanan maddelerin kolayca uygulanamayacağı da ortadaydı. Nitekim Mutabakat’ın imzalandığı gün, Esad komutanlarıyla beraber İdlib sınırına gitmiş ve meydan okur gibi, Türkiye ve Erdoğan’ı “Suriye’nin fabrikalarını, buğdayını, yakıtını çaldıktan sonra, şimdi de topraklarını çalmaya çalışmakla” suçlamıştı. Kısaca Soçi Mutabakatı geçici çözümlere sadece bir yenisini ekliyordu. Zaten; Mutabakat son maddesinde tarafların ihtilafa “kalıcı bir çözüm getirmek için” çalışmalara devam edeceklerini ilan ediyordu.
Oysa taraflar, bu yönde “çalışmalar” yerine, birbirlerini suçlama yolunu seçtiler ve çok geçmeden de silahlı çatışmalar yeniden başladı. İdlib’teki gözlem noktalarımız kuşatılıyor; M4, M5 otoyolları Suriye kontrolüne geçiyor; cepheden şehit haberleri geliyordu. Buna karşı Savunma Bakanımız şehitlerimizden çok daha fazla sayıda Suriyeli asker öldürdüğümüzü rakamlarla açıklarken Erdoğan da Rejim güçlerini şubat ayı sonuna kadar “gözlem noktalarının gerisine çekilmeye” davet ediyor ve şu tehditte bulunuyordu: “Bu süreçte, askerlerimize en küçük bir zarar gelmesi halinde, bugünden itibaren, İdlib’le ve Soçi Muhtırası sınırlarıyla bağlı kalmadan, rejim güçlerini her yerde vuracağımızı burada ilan ediyorum!”.
***
Peki, bu şahin konuşma ne anlama geliyordu? Bunu acı haberlerden kaynaklanan bir öfke patlaması diye mi, yoksa Suriye’de topyekûn bir savaş hazırlığı olarak mı yorumlayacağız?
Aslında tüm askeri yetkililer bölgede hava hâkimiyeti olmadan böyle bir savaşın yapılamayacağı kanısındalar. Nitekim ilerleyen günlerde Erdoğan da tansiyonu düşürdü ve mart ayına sarkarak “dörtlü zirve”lerden, ya da “en kötü ihtimalle” yine Putin’le yapılacak görüşmelerden söz etmeye başladı. Oysa Rusya bu haberleri doğrulamıyor ve Kremlin sözcüsü Peskov, Erdoğan-Putin görüşmesi için bile “bir hazırlığın olmadığını” söylüyor.
Yoksa Putin bu sorunu artık en kötü yöntemle -“Grozny yöntemi”yle- çözme kararı mı aldı?
***
Gerçek şu ki Erdoğan’ın Rusya ile Amerika’yı birbirine karşı kullanma taktiği iflas etti ve Türkiye yalnız kaldı. Bu durumda da çaresizlik içinde yeniden Batılı müttefiklere dönüyor ve NATO’dan, Trump’tan, Macron ve Merkel’den medet umuyor. Cumhurbaşkanı, yardım konusunda Trump’la yeniden görüşeceğini söylerken, Savunma Bakanı da NATO’ya, “elinizde savaş uçaklarınız, helikopterleriniz var; Türkiye’nin yanındayız demeyi bırakın, gücünüzü gösterin!” diye sesleniyor. (Hürriyet, 27 Şubat 2020). Ve Beyaz Saray’dan da olumlu yanıtlar geliyor. “Bravo Erdoğan!”, diyor Trump, “sizi destekliyoruz!”. Oysa elbette onun da kendine göre hesapları var. Belki de savaşın kızışmasını, yeni bir “vekâlet savaşı”na dönüşmesini ve Türk askerinin, ABD’nin şu anda bölgede en büyük düşman olarak gördüğü İran ordusuyla çatışmasını umuyor?
AB’ye gelince, o da boş durmuyor ve -kurum adına olmasa da- on dört Dışişleri Bakanı'nın imzasıyla bir bildiri yayınlıyor. Bildiri’de İdlib’deki insanlık dışı hava saldırıları kınanıyor ve Bakanlar, Suriye’yi, insanlığa karşı cürümlerinden dolayı Uluslararası Ceza Mahkemesi’nde yargılamakla tehdit ediyorlar. Çözüm için de -herhalde tek bir sığınmacı kabul ederken bile kılı kırk yaran bu ülkelerdeki kâbusun da etkisiyle- Rusya ile Türkiye’nin görüşmelere devam etmeleri öneriliyor.
Türk-Rus görüşmeleri?
Aslında bu görüşmeler üç dört yıldır sürüyor ve alınan sonuç da ortada! Tek cümleyle, Rusya “Esad’sız çözüm olmaz!” diyor; Erdoğan ise “Esad’la asla!”… Ve bu izansız bilek güreşi sürerken, İdlib’de de eyalet tarihinin en acı sayfaları birer birer yazılmaya devam ediyor.
Taner Timur / BİRGÜN
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder