Bir yanıyla, ne önemi var! Diğer yandan iyisi ile kötüsü arasında insanın yaşam kalitesini kökten değiştirecek ölçüde büyük fark söz konusu. Biraz tercihlerimizin sonucu, biraz da piyango. Aslında kabul etmek gerek tercihimiz bir yere kadar belirleyici, büyük ölçüde şans.
Bir süredir yazmak üzere bu konuyu düşünüyorum ve not çıkardıkça ne kadar çeşitli boyutları olduğunu fark ettim. Kent mi kırsal mı, mahalleler arasındaki sınıfsal ayrımlar, başta cinsiyetler olmak üzere muhtelif kimlik farkları… Öyle ya, büyük şehirde ve daha ziyade eğitimli-varlıklı kesimin yaşadığı bir muhitte yaşamakla, bir kasabada ya da büyük şehrin kenarında olmak arasında dağlar kadar fark var. Biri diğerinden daha matah mıdır, bilemem. Kim olduğumuzla ilgili, diğer her şey gibi.
Kentsel dönüşümle birlikte sözünü ettiğim ayrımlar bulanıklaşırmış gibi görünürken, aslında keskinleşti. Malum, mahalle sakinleri topraklarını müteahhitlere verirken aynı mekânda oturmamayı kabul etti çoğu zaman. Bu kabul, o toprakta yapılacak yeni yapının niteliğiyle ilgiliydi. Çok pahalı rezidans daireleri için anlaşıldığında eski sahiplerin oturması bir yandan ‘uygun’ görülmedi, diğer yandan zaten o sitelerin giderini karşılamayı göze alamadılar. Tabii, kendi yaşam tarzlarına uymayan yeni komşuluk ilişkilerini reddedenler de oldu. Herkes şu ya da bu biçimde benzerleriyle yaşamak istiyor. Benzerleriyle yaşadıkça ‘diğerleriyle’ bağ iyiden iyiye kopuyor. Aynı şehirde yaşayan farklı toplumsal kesimler, birbirleri hakkındaki bilgiyi kitaplardan, gazete yazılarından ve belki adres ararken yanlış caddeye saptığında alıyor. Kuşkusuz, almak isteyenler.
Yeni yapılarda oturmaya devam eden sakinlerin bir kısmı ise, yine muhitten muhite değişmekle birlikte kan uyuşmazlığı sorununa neden oldu. Hani şu ‘kapının önünde ayakkabı bırakma’ konusu. Kapı önünde bırakılan ayakkabılar üzerine doktora tezi yazılabilir! Memlekete ilişkin o kadar çok şeyi aynı anda söylüyor ki. Fakat hayatın matrak sürprizleri de sona ermiyor işte! Şu virüs günlerinde kapı önlerinde daha çok ayakkabı görmeye başladım, herhalde sizin için de geçerlidir. Bırakılmasa dahi kapı önünde ‘çıkarılıyor’ artık. Can korkusu.
Yinelemek gerekirse, ‘bulanıklaşma’ belli belirsiz ve daha görünür olan hiç kuşkusuz ‘keskinleşen’ ayrım. Artık iki farklı muhitte büyüyen iki çocuğun, aynı şehirde yaşamalarına karşın yaşamları boyunca birbiriyle karşılaşma ihtimali, örneğin AVM gibi (tezgâhtar/işçi-müşteri) türlü hizmet mekânları haricinde, neredeyse kalmadı. Bu durum ‘komşuluğun’ niteliğini de belirleyen köklü değişimin sonucu. Kuşkusuz tek etmen değil, ancak siyasal süreçlerle yeniden ve yeniden şekillenen ‘mekânın’ insan ilişkilerini biçimlendirdiği malum.
Rezidanslarda komşuluk nasıldır, hiçbir fikrim yok. Kırk yılın başı bir eş dost davet ettiğinde, insan pek öyle konu komşu sohbetine müsaitmiş duygusu yaşamıyor. Sitenin dış güvenliğinden başlayarak öyle bir ‘tedbir’ ağına dâhilsiniz ki, önceliğiniz sağa sola bakmak yerine birine ‘enselenmeden’ aradığınız daireye varmak haline geliyor! Hani sokakta yürürken, polis oldukları yelekleri ve tavırlarından anlaşılabilen genç polis memurları durup dururken önünüzü kesip kimliğinizi soruyor ve kimliğiniz iade edildiğinde o gün de suçlu çıkmamış olmanın mutluluğuyla yolunuza devam ediyorsunuz ya; işte böyle bir durum ve duygu.
‘Ana kapı güvenliğinin’ soruları, o sorulara doğru yanıt verip veremeyeceğiniz konusunda yaşanılan gerilim! Bazen adı sorulan yakınımın adını soyadını unutuyorum heyecandan. Muhtemelen yan mahalledeki yoksul evinde yaşayan güvenlikçi arkadaşımızın sorularını başarıyla, hiç takılmadan yanıtladıktan sonra bariyer açılıyor. Ardından ‘ilgili’ apartmanı, ‘ilgili’ zili ve ‘ilgili’ asansörü bulma aşamaları… Böyle bir yerde nasıl bir komşuluk olur, bilemem. Muhtemelen pek birbirini tanımıyordur insanlar. Ayrıca ‘komşu’ sözcüğü gayriihtiyari biraz külüstürlük, eskilik, yıllanmışlık andırır. Yeni sitelerin yapısı, kapıyı çalıp tuz isteyebileceğiniz ya da bir tabakta kek götürebileceğiniz ilişkilerin kurulmasını engellemek bir yana, zaten bunlar olamasın diye var gibi.
Bizimkiler, Perihan Abla ya da Yeditepe İstanbul gibi dizilerin üzerinden çok da geçmedi aslında ama yaklaşık çeyrek yüzyılda her açıdan baş döndürücü bir değişim yaşandı. Söz konusu değişimin ne kadarı olağan yani zamanın gereği olan dönüşümün sonucu, ne kadarı tümüyle bize ve mevcut siyasal iktidara özgü nitelikler barındırıyor, ayırt etmek her zaman o kadar kolay değil sanırım. Her ne olduysa oldu ve insan, ülke, şehirler, sokaklar, evler, diziler değişti. TV dizilerine bakarsak; ülkenin yarısı, birbirinin gözünü oymak dışında bir gelecek planı olmayan fertlerden oluşan aileler halinde yalı ve rezidansta yaşıyor, kalan yarısı da mahalle ortasında birbirini öldürüyor. Dönemin ruhu, demek ki. Ya da senaristlerin ruhu, bilemiyorum.
Her neyse, bir yazıda bitip tükenecek konu değil bu… Ayrıca, okuduğunuz satırlardan bir komşu ve komşuluk övgüsü sonucu çıkmasın. Fazlaca insan canlısı olmamak da bana kalırsa çok fena bir tercih değil. Ancak mesele şu ki komşuluk ilişkilerinden hiç hazzetmeyen, insan canlısı olmayanlar da, komşu! Ev müstakil değilse birileriyle yaşamak durumundayız, istesek de istemesek de.
İşte o birileri, hayatımızda hiç olmayabileceği gibi, katkı sunabilir ya da zarar verebilir.
‘Görünmeyen’ komşu tipi hakkında söyleyecek fazla bir şey yok, yararları da yoktur zararları da. Zararları olmadığı için genel olarak yararlı insanlar. Mesafeli bir sevgi ve saygıyı hak eden kategori. ‘Katkı/yarar sunan’ iyi komşuluk ise hakikaten değerli bir ‘kurum.’ Diğer tüm ilişki biçimlerinde de olduğu gibi, ilişkinin sağlıklı devam edebilmesi için gerekli başat nitelik olan ‘ölçülülük’ ilkesine sadık insanlar arasında yaşanabilir ancak. Gerek duyduğunda ‘orada’ el uzatabilecek ve elini uzatabileceğin birilerinin olduğunu bilip hissetmek iyi geliyor insana. Karantina günlerinde hele. Birer, ikişer, üçer kişi tıkılıp kaldığımız nohut kadar evlerimizde. İnsanız nihayetinde ve yakınımızda bir yerlerde dost birilerinin varlığı mutluluk, güven veriyor.
İnsanın canına okuyan, ‘Allah’ın cezası komşu’ konusuna girmeyeceğim. Hepimiz en az birkaç kez yaşamışızdır bu deneyimi. Hayattan bezdirirler hakikaten ve hâlihazırda yeteri kadar dert var başımızda, tadımız kaçmasın. Fakat söylemeden geçemeyeceğim, beni en çok ürküten, komşunun eşine ve çocuğuna şiddet uygulayanına çatma düşüncesi. Neyse ki bugüne dek hiç olmadı, herhalde çok zordur ve çaresizlik hissi yaşatıyordur insana.
Komşuluk, yalnızca bina sakinleriyle de ilgili bir konu değil ayrıca. Mahalle esnafı konunun mütemmim cüzü. Tüm bu ayrıntılar, başka haftaların konusu olsun…
Yazıyı, özel ilgi alanıma giren ‘selam vermeyen komşular’ konusuyla bitirmek istiyorum!
Çok çeşitli komşum olduğu gibi, çok çeşitli selam vermeme hallerine de tanık oldum. Hani, ‘insan ayıkken neyse sarhoş olduğunda da odur’ derler. Çok doğru. İnsan ‘karantina öncesinde neyse, karantinada da o oluyor,’ haliyle. Karantina günlerinde de değişmediler vesselam. Benim için en ilginç ve anlaşılması güç komşu, ‘selam vermeyen’ tür. Aynı sitede, aynı apartmanda yaşıyorsanız, karşılaştığınız o daracık alanlarda selam vermemek çok özel çaba gerektiriyor. Konuşmaktan, hal hatır sormaktan, gereksiz jestlerden değil; yalnızca başı hafifçe bir yana eğip belli belirsiz bir gülümsemeden söz ediyorum. Olabilecek en basit, naif ve insani temas için gerekli beden hareketi. Yolda izde selam vermemek ve bunu çaktırmadan yapmak mümkün belki. Oysa bir apartman girişinde değil! Olmadığı için, selam vermek istemeyen insanın, bunu ‘selam vermek istemediğini özellikle belli ederek’ yapması gerekiyor. Saatine bakarak, durup dururken tavana odaklanarak, manasızca ve sert bir hareketle zemine kilitlenerek, gözlerini kısıp ileriyi süzerek…
Selam vermek istemediğini ‘sergileyen’ insan kadar tuhaf görünen pek az şey vardır herhalde. Hâlihazırda yaşadığım sitede de böyle insanlar var. Sanki o gün evlerinden “Dur şu insanlığa bir selam vermeyeyim de görsünler günlerini,” diyerek çıkmış gibi bir halleri oluyor. İşin gülünç yanı, insan zaman içinde ‘baka baka kararıyor.’ ‘Selam alamayan’ apartman sakini bir süre sonra, selam vermeyenden daha önce ve hızlı selam vermemeye çabalıyor! Bende de oldu böyle bir etki. Metrelerce öteden ‘ilgili şahsı’ fark ettiğim anda, gözlerimi telaşla başka bir yere sabitliyorum ki, bu da ona ders olsun!
Eğer yetkin bir edebiyatçı vb. olsaydım, karşılaştığı insana göstere göstere selam vermeyenlerdeki temel sorunun ne olabileceği, bu davranışlarının altındaki hatıralar, içlerinde kopan ve tanımlamakta zorlandıkları fırtına, hayattaki anlam arayışları vs. üzerine kafa yorardım herhalde. Değilim ama. Belki de bu yüzen bende, deşmeye değer hiçbir gizleri olmayan, yavan mı yavan bir insan izlenimi uyandırıyorlar…
Murat Sevinç / duvaR.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder