5 Haziran 2020 Cuma

Ankara – İstanbul / Serdal Bahçe - SOL

Bu ülkenin, hangi renkten olursa olsun, sağcıları Ankara’ya bir türlü ısınamadılar. İslamcılar için güdük de olsa burjuva devriminin modernist ve sekülarist damarının temaşaya çıkmış hali olduğu için makbul değildi; Osmanlıcılıktan dolayı her daim İstanbul’u özlediler.


Eğer Adana tarafından geliyorsanız Pozantı’ya kadar Torosların derin yeşilliği ve muhteşem doğası içinde yolculuk edersiniz. Otobüs sanki Karacaoğlan’ın gizli diyarına yolculuk eder gibi gelir. Pozantı’dan sonra ise manzara-i umumiye kökten değişir. Oradan Ankara’ya kadar sanki Terra üstünde değil de Merkür’de seyahat ediyorsunuz izlenimi doğuran boz ile kahverengi karışımı bir ıssızlık içinde ilerlersiniz. Manzara hep aynıdır, birkaç kasaba ve kent merkezi dışında. Aslında kasabalar ve kentler bile manzaradan ayırt edilemez durumdadırlar. Onlar da inadına gridir. Eğer Bursa tarafından geliyorsanız Bozüyük’e kadar muazzam bir yeşillik içinde bir tür Anadolu safarisi yaşarsınız, ancak Bozüyük’den sonra sanki bir doğal afet alanına girmiş gibi olursunuz. Yeşillik biter, bu defa karaya çalan bir kahverengi-boz karşımı bir arka plana katlanmak zorunda kalırsınız. Giderek güzelleşen Eskişehir bile bozamaz tekdüzeliği. Eğer Kuzeyden ya da Kuzeydoğudan yanaşıyorsanız Ankara’ya doğa aynı görünümü sunacaktır. Örneğin Ankara ile Sivas arası sanki nükleer felakete kurban gitmiş bir coğrafya izlenimi uyandırır. Issızlık, ıssızlık, yine ıssızlık. Afyon tarafından Ankara’ya yapılacak bir seyahat de aynı hissi uyandıracaktır açıkçası. Grilik, boza çalan kahverengi, sürekli aynı görüntü; sanki post-apokaliptik bir dünyadan geçmektesiniz hissi. Siyaseten ve tarihsel olarak önemli bir yere gittiğinize dair pek bir emare yoktur.

Yakup Kadri'nin Ankara’sı çok büyük bir romandır. Romanın kahramanı İstanbullu Selma Ankara’ya Milli Mücadele zamanında gelir, gelmek zorunda kalır. Çünkü Ulusal  Kurtuluşçular akın akın Ankara’ya gelmektedirler. Kocası gelince o da gelir ancak geldiğine hiç memnun olmaz. Bugüne kadar hiçbir İstanbulllu ya da İzmirlinin Ankara’ya ısındığını görmedim; anlaşılan o vakit de öyleymiş. Bir yerde Selma Ankara’ya bakar:

“Selma Hanım, bunları düşünürken, gözleri, oturduğu yerden, Ankara’nın keskin ve yalçın profiline ilişti ve tatlı bir tahayyül esnasında birdenbire acı, katı bir realite ile karşılaşan bir kimse gibi yüreği burkuldu. Bir çölün ortasında bir kaya parçasından hiçbir farkı olmayan bu şehrin manzarasında acayip bir tesir, insanı kendine çeken sert bir cazibe vardı.”1

Vardı, bu acayip tesir ve sert cazibe, tüm budamalara ve tüm iğdiş etmelere rağmen hâlâ vardır. Garip bir şehirdir Ankara, sert ceviz gibidir. Kırmak gerekir içine nüfuz edebilmek için. Bu satırların yazarının doğduğu değil ama doyduğu yerdir. Dolayısıyla memleketidir. Ankara’yı çepeçevre sarmalayan ve bir nebze içine de sızan çorak grilik ve kahverengilik elbette ki ürkütür onu da herkes gibi. Ancak soğutamaz onu hiçbir şey bu garip, yalçın kaya gibi duran ve bir devrimin kalbi olan kentten.

Özellikle AKP'li belediyelerin dönemlerinde iyice budanmış ve iğdiş edilmiştir. Hatta bu çözülme ve erime Özallı yıllara kadar bile geri götürülebilir. Güdük de olsa burjuva moderinizasyon sürecinin bir ürünü olan Ankara’dan geriye pek de bir şey kalmış sayılmaz bugünlerde. Hani Hasan Hüseyin’in mısralarına konu olan (ve Grup Yorum tarafından bestelenen) şu ünlü Güvenpark’daki yamru yumru ve kara taştan anıt var ya, işte o hâlâ var ancak artık Güvenpark yok. Güvenpark artık dolmuş duraklarından müteakip bir garip alandır. Kızılay mı? O ise artık fast foodcular, simitçiler, sürücü kursları ve diğer garabetler tarafından ele geçirilmiş anlamsız bir mekandır. Ulus, yani Burjuva Cumhuriyet’in asli doğum yeri artık işportacıların egemenliğindeki bir keşmekeştir. Ancak tüm bu bozulmaya karşın hâlâ bu garip kent Selma Hanım’ı tesiri altına alan acayip tesire ve sert cazibeye sahip hâlâ.

Bu ülkenin, hangi renkten olursa olsun, sağcıları Ankara’ya bir türlü ısınamadılar. İslamcılar için güdük de olsa burjuva devriminin modernist ve sekülarist damarının temaşaya çıkmış hali olduğu için makbul değildi; Osmanlıcılıktan dolayı her daim İstanbul’u özlediler. Liboşlar için ise devletin ceberut suretinin ve mutlak gücünün Akropolis’iydi, sermayenin fink attığı ve dokusunu sürekli bozarak yaşanmaz hale getirdiği İstanbul’a kaçtılar hep. Parayı bulanlar, ünü yakalayanlar, medyatik olanlar, biraz tecrübelenenler, ekserisi İstanbul’a kaçtılar. Ankara’yı sevmediler, sevemediler. Kafayı dış görünüşüne, griliğine ve soğukluğuna taktılar.

Belki Ankara’yı sevmemelerinin, sevememelerinin başka sebepleri de vardı. Örneğin Osmanlıcılıklarını artık hiç gizlemeyen, üstelik tarihi deforme ederek garip mitler yaratan İslamcılar Ankara Savaşı'na kızmış olabilir mi acaba? Öyle ya, 1402’de Ankara yakınında yendi Timuriler Yıldırım olan Bayezid’in ordularını. Yıldırım olan Bayezid mi? İngilizcede “underrated” diye bir kavram varır, küçük görmek, yok saymak anlamına gelir. İşte Yıldırım olan Bayezid sağcı Türk-İslamcı tarihçiler için hep “underrated” bir durumdadır. Neden mi? Çünkü yenilmiş bir padişahtır. Oysa aynı Bayezid Ankara Savaşı'ndan sadece 6 yıl önce bazı Batılı tarihçilerin deyimiyle mini bir dünya savaşını kazanmıştı, Niğbolu’da neredeyse tüm Avrupalı milletlerden oluşan bir orduyu müthiş bir askeri taktikle hem de çok kısa bir sürede yerle yeksan etmişti.

Serdal Bahçe / SOL

  • 1.Yakup Kadri Karaosmanoğlu (1987), Ankara, İletişim, s. 44.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder