Hatırlamak bazen hiç bitmeyen bir veda gibi. Hele insan yoklukta varlığı yaşamaya çalışıyorsa... Bir Fransız belgeseli, ölen balıkçıların ardından eşlerinin yasını tutan dulları kameraya çekiyor. Ne garip, yatağın aynı tarafında yatmaya devam ediyorlar. Sanki kocaları halen yataktaymış gibi sınırı geçmiyorlar. Sevginin ardında bıraktığı boşlukta onu yaşatmayı sürdürüyorlar.
Sultanahmet’te 70 yaşını aşmış bir hamal görüp de artık kimsenin hatırlamadığı bir adresi sordunuz mu? Size düşünmeden tarif edip ardından da “hanı hamala, evi bakkala, ormanı çakala soracaksın” dedi ise kastettiğim odur. Adı İbrahim Güleç. Neredeyse 60 sene, yani kendini bildiğinden beri Babıâli’de hamallık yapar.
Yeniler bilmeyebilir. 18. yüzyılda devletin merkezi haline gelen Babıâli’ye 19. yüzyılda Türk basını yerleşti. Kural tanımaz piyasa düzeninin Sultanahmet’e otelleri, gazeteciliğe ise plazaları uygun görmesiyle Babıâli düzeni yıkıldı. Yayıncılık ise can çekişmeye devam etti. “Bab-ı Âli’de Gün Batımı” kitabı, Yaşar Kemal’in de Rıfat Ilgaz’ın da dost bildiği bir hamalın gözünden çöküşü anlatıyor.
Namazları bitirip ezanları susturdular
Sorsanız muhafaza ediyoruz, muhafazakârız derler. Güleç’i okuyunca “emin misiniz” diyoruz:
“Bir de Osmanlı/Başbakanlık Arşivi’nin hicranlı hikâyesi var. Arşiv Babıâli’nin son nefesiydi. Onun da bilinmez bir elin gayretkeşliğiyle nefesini kestiler, Babıâli’den söküp çıkardılar. (...) Hiç olmazsa yerine yayıncılar için, kitabevleri için bir kültür varlığı inşa edilebilirdi. Ama onu da yapmadılar. Yıkıp yerine ‘Devlet Arşivleri Revize İnşaatı’ adı altında beş yıldızlı bir otel dikiverdiler. Bunu da ‘iktidarımız süresince kültürde gereken noktaya gelemedik’ diye hayıflanan AK Parti’nin idaresi altındaki İstanbul İl Özel İdaresi yaptı maalesef.”
İbrahim Güleç, yaşam tarzı ve dünya görüşü ile iktidardaki partinin mazisinin içinden gelmiş. Ama inşaat yapmak için hiçbir değer bilmeyen düzenin Babıâli’yi ve tabii Sultanahmet’i ne hale düşürdüğünü içi acıyarak izliyor. Evi de Sultanahmet’te olan Güleç’ten, Ayasofya için eylemler yapanların iş Sultanahmet Camii’nde namaz kılmaya gelince ortalıkta olmadığını öğreniyoruz:
“Sultanahmed’e gelince, caminin kubbesi martı yuvası olmuş, avlusu turist yığınlarıyla dolup taşmaya başlamış, evleri otelleşmiş, yaşam özümüzü terk ederek yozlaşmış bir mekân olarak yaşamını devam ettirmekte. Düşünün ki, böyle bir camide 6-7 kişi sabah namazı kılıyor. Mahalle camileri ise çoğu zaman sabah namazına kapalı. Ezan bile okunmuyor. O yüzden Sultanahmed ve civarını üzüntü ve gamlı bir şekilde yaşıyoruz. Emek veren ecdadın kemikleri sızladıkça bizlere de yazıklar olsun!”
Camiyi yıkıp otopark yaptılar
Bizdeki tarikatların geneli Nakşibendiliğin Halidi kolundandır. Çoğunluğu Gümüşhanevi Tekkesi’nden çıkmadır. Damat İbrahim Paşa’nın eşi Fatma Sultan’ın Babıâli’nin karşısında 18. yüzyılın ilk yarısında inşa ettirdiği Fatma Sultan Camii’nin de 19. yüzyılın ikinci yarısından itibaren camiyi merkez alan tekkenin de yerinde yeller esiyor. Hamal İbrahim Güleç anlatıyor:
“Ben İstanbul’a geldiğimde kalıntı vardı orada. Hatta yarım şekilde minaresi duruyordu. Etrafında barakalar vardı. İçlerinde bekârlar kalıyordu. (...) Orada çalışanlara ‘nerede kalıyorsun’ diye sorulduğunda ‘Kırık Minare’ derlerdi. O minare ve civarı, yani eski cami ve caminin etrafında medrese varmış. O medrese devrin uleması Gümüşhanevi Hazretleri’nin kaldığı mekân, hâlâ defterdarlığın önündeki sokağın ismi Gümüşhanevi Sokak’tır. Şimdi o tabelayı da kaldırmışlar...”
İstanbul kültür mirasını en iyi bilenlerden Semavi Eyice de Güleç’i doğruluyor: “1950 yıllarında Türkiye Anıtlar Derneği’ne ihya ettirilecek camiler listesine Fatma Sultan Camii de alınmıştı. Fakat bu tasarı gerçekleşmeden 1956- 1957 yıllarında ‘imar’ adı altında yapılan yıkımlarda cami de birkaç gün içinde yıkılıp ortadan kaldırılmıştır. Sonraları caminin arsası Defterdarlık tarafından alınarak otopark ve yeşil alan halinde düzenlenmiştir.”
Yaşanan yangınlara rağmen kalıntıları duran camiyi yıkan muhafazakârların ne kadar kâr ettiğini bilmiyoruz.
Necip Fazıl ve Rıfat Ilgaz
İbrahim Güleç, MTTB’nin de aralarında olduğu sağ kuruluşlarda çok vakit geçirmiş. Ama Babıâli onun her görüşten yayınla, yazarla ilişkiye sokmuş. Necip Fazıl’ı ağzından çıkan hakaretlerle, emekçilere karşı kötü tavırlarıyla hatırlıyor. “Asrın balı idi ama bazen iğnesi benim gibi adamın canını acıtıyor” diyor. Öte yandan en samimi olduğu yazar Rıfat Ilgaz. Onun Sirkeci’de Selahattin’in Yeri’nde yazdıklarını teslim alan İbrahiç Güleç; dizdirdiğini, bastırdığını, ciltlettiğini ve dağıtıma kadar taşıdığını anlatıyor. Hakkını almaya gelince de kavga hep Rıfat Ilgaz’ın fazla para vermeye çalışmasından çıkıyor. Ilgaz’ın kurduğu Çınar Yayınları’nın logosunun fikir babasının Hamal İbrahim Güleç olduğunu öğreniyoruz.
Kurucusu Garbis Fikri’den sonra İnkılap Yayınevi’ni yöneten oğlu Nazar Fikri’yi de şöyle anlatıyor:
“Bir gün matbaanın arka bölümünde yere kâğıt serdim, üzerinde namaz kılıyordum. Bunu Nazar Bey görmüş. Matbaanın müdürü olan Erdoğan Saygılı Abi’ye ‘Erdoğan, İbrahim yerde namaz kılıyor, ona namaz kılacak yer yaptır’ demiş. Nazar Bey, Ermeni olduğu halde hem İslam dinine hem bana büyük saygısı vardı.”
Hamal taşları söküldü
Sahiden bizim muhafazakârlar neyi muhafaza ettiler? Şimdi korona sebebiyle kargocuları konuşuyoruz ya. Hatırlarım, tarihi hanların önünde ortası oturmaktan çukurlaşmış koca taşlar olurdu. Neden bilmezdim. Öğreniyoruz ki onlar bir zamanlar “hamallar dinlensin diye vakfedilmiş” dinlenme taşlarıymış. Babıâli’yi otel cennetine çevirenler o taşları “çirkin görüntü” diye söküp atmış. Binaların üzerine güvercinler yuva yapsın diye yerler hazırlanırken, bizimkiler güvercin konup pisletmesin diye dikenli teller döşemiş.
Biliyorum, insanlığın karıncaları bir gün kendi kaderini kendi elleriyle yazacak. O gün, hatırlamak artık acı vermeyecek.
Barış Terkoğlu / Cumhuriyet
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder