Bir İngiliz-Alman ortak yapımı olarak “Anti-Sovyetizm”
Türkiye’nin İsmet İnönü liderliğinde yürüttüğü II. Dünya Savaşı dış politikası resmi olarak “aktif tarafsızlık politikası” olarak tanımlanmış ve bu tanım sonraki yıllarda genel kabul görmüştür. Ancak savaş dönemi dış politikasının ayrıntılarını iyi bilenler açısından bu pek de gerçeklere uyan bir tanımlama değildir. Türkiye gerçekte “tarafsızlık” değil, “savaşa fiilen katılmama” politikası izlemiş ancak savaşın başından itibaren kendisine yönelebileceğinden korktuğu anlar dışında Alman saldırganlığına karşı olmamış, Nazi Almanyası’nın değil ama Sovyetler Birliği’nin yenilgisini arzu ettiğini açık bir şekilde dışa vurmuş ve izlediği politikayla böyle bir sonucun ortaya çıkmasını sağlamaya çalışmıştır.
İngiltere, Türkiye’nin müttefikler lehine savaşa girmesini konusunda ciddi bir baskı uygulamaya başlayana kadar da, Türkiye’de iktidarın bu tutumu İngiltere ile ciddi bir krize yol açmamıştır. Zaten 1942 yılının başına kadar, yani yenilmez sanılan Wehrmacht Sovyet topraklarında tökezleyene kadar, Nazizme karşı gerçek anlamda birleşik bir müttefik bloğundan bahsetmek de zordur. İngiltere’nin Alman-Sovyet savaşından memnun olduğunun farkında olan Türkiye, Almanya ile İngiltere ve daha sonra ABD arasında kurulabilecek bir emperyalistler arası ittifakın gerçekleşebileceği beklentisini uzun süre korumuştur. Hatta, İnönü yönetiminin zaman zaman bu güçler arasında arabuluculuk yapma hayallerine de kapıldığı bilinmektedir. İktidar, yayıldıkça kendisine de ufak-tefek imtiyazlar vereceğini umut ettiği Nazizmin, böylece Sovyetlere diz çöktürdükten sonra İngiltere tarafından dengeleneceğini ve Türkiye’yi de yutmaktan bu şekilde alıkonulacağını düşünmüştür. İngiltere henüz 1939’deki Sovyet-Fin savaşı sürerken Türkiye’nin savaş politikasındaki bu anti-Sovyetik eğilimi fark etmiş ve teşvik etmiştir. O sırada İngiliz ve Türk yetkililer, bir Türk-Sovyet savaşı ihtimalini ele alarak planlamalar yapmış, ancak Sovyetler böyle bir çatışmanın fitilini ateşlememek için özellikle Kafkasya sınırında çok temkinli hareket etmiştir.2 Finlandiya cephesinde Sovyetlerin zafer kazanması Türkiye’yi de bir süre daha temkinli davranmaya itmiş ancak bu temkinlilik 1941 yılında bir kez daha terkedilmiştir.
Nazilerin Balkan işgal harekatını tamamlayıp Sovyet topraklarına yönelik tarihin gördüğü en büyük yıkımlardan ve faşizm karşıtı direnişlerden birinin yolunu açan Barbarossa harekatını başlattığı 1941 yılında, Türkiye egemen çevreleri had safhada bir heyecan ve korku içindedirler. Naziler tarafından işgal edilme korkusuna, Bolşevik iktidarının yıkılacağı ve Nazilerin Türkiye’yi de ödüllendirebileceği beklentisi eşlik etmiştir. İsmet İnönü’nün en iyi başardığı şey, bu ortamda tarafsızlığı değil, devlet adına soğukkanlılığı koruyabilmiş olmasıdır. İnönü tüm temkinliliği ile iktidar çevrelerindeki ve bürokrasideki İngilizci ve Almancı kliklerin kendi kontrolü dışında çıkışlarda bulunmasını engellemeye çalışmıştır. Üstelik risk almamış da değildir; Boğazlardan askeri nitelikteki Alman ve İtalyan gemilerinin ve denizaltılarının geçişine müsaade edilmesi Montrö Boğazlar Sözleşmesi’nin açık ihlalidir. Bir komşu ülke aleyhine tarafı olduğu bir uluslararası antlaşmayı çiğnemek gibi fiillerin neticesinden korktuğu için de savaş sonrasında ABD’ye yanaşmak için büyük gayret gösterilmiştir.
Türkiye’de Alman etkisi: Ticaret ve propaganda
1941’in bahar aylarından itibaren Alman savaş makinesi Balkanlara, oradan ise birkaç kol halinde Sovyet topraklarına akarken Türkiye’ye yönelik faşist propaganda da hız kazanmıştır. Ancak Türkiye’de Alman faşizminin kurduğu hakimiyeti sırf propaganda faaliyeti çerçevesinde ele almak eksik ve hatalıdır.
Faşist Almanya’nın II. Dünya Savaşı yıllarında Türkiye’nin siyasi ve iktisadi hayatında kurduğu hakimiyetin önemli maddi temelleri vardır. Bu maddi temeller 1930’lu yıllar boyunca güçlenen Türk-Alman ticaret ilişkileri ile atılmıştır. Yıllar içinde Türkiye’nin bir numaralı dış ticaret ortağı haline gelen Almanya, bu ticari bağları II. Dünya Savaşı sırasında Türkiye’de ticaret sermayesini ve toprak sahiplerini kendi yanında tutmak ve siyasi iktidara bu çevreler aracılığıyla baskı kurmak için kullanmıştır.3 Türkiye’nin döviz yokluğunda kliring usulüyle kurduğu bu ticaret ilişkisi, yani sattığı malın karşılığında mal alması, Türkiye ekonomisinin iplerini büyük ölçüde Almanya’nın eline vermiştir. 18 Haziran 1941’de Büyükelçi Franz von Papen ile Dışişleri Bakanı Şükrü Saraçoğlu tarafından Türk-Alman Dostluk ve Saldırmazlık Antlaşması imzalandığında bu antlaşmanın en fazla memnun ettiği kesimler arasında Türk-Alman ticari ilişkilerinden aktif olarak yararlanan sermaye sahipleri yer alıyordu. 1939 yılından itibaren Türkiye’nin İngiltere ve Fransa ile içine girdiği taahhüt ilişkileri Almanya ile ticari ilişkileri büyük ölçüde sekteye uğratmış, bu ticaretten beslenen kesimler uğradıkları ticari zarar nedeniyle hükümet üzerinde baskı oluşturmuştu. Von Papen ve Saraçoğlu’nun attıkları imzalar bu sermaye kesimlerinde büyük memnuniyet yaratmıştı. Öte yandan, Türkiye bu adıma karşılık 1942’den sonra ABD’nin inisiyatifiyle bu ülkeyle ticari ilişkilerini geliştirmiş ve böylece Almanya’nın dış ticaretteki ağırlığını dengeleme yoluna gitmiştir. Ancak savaş sırasında kurulan bu bağlar, Soğuk Savaş yıllarında gelişecek ve derinleşecek olan yeni bağımlılık ilişkilerinin altyapısını oluşturacaktır.
Sermayenin Türk-Alman yakınlaşmasında oynadığı rol bundan ibaret değildi. Savaş boyunca faşist Almanya’nın propaganda ve casusluk faaliyetleri için gereken mali kaynağın, bağlantıların ve insan kaynağının sağlanabilmesinde Türkiye’de faaliyet gösteren Alman bankalarının ve ticaret şirketlerinin katkıları kayda değerdir. Bunun iyi bilinen bir örneği, Deutsche Bank’ın Türkische Post gazetesine verdiği mali destektir.4 Alman büyükelçiliğinin Türkiye’de basını, radyoyu satın almak üzere kullandığı büyük miktarda rüşvetin dağıtılmasında da Alman finans ve ticaret sermayesinin Türkiye temsilcileri önemli rol oynamıştır.
Faşist Almanya’nın propaganda faaliyetlerinin içeriği incelendiğinde Alman militarizminin “başarı”larının Türkiye kamuoyuna duyurulmasına ve Alman “üstünlüğü”nün sergilenmesine öncelik verildiği görülür. Bu konuda hükümetin özellikle Türk basınına koyduğu sınır, İngiltere’nin kızdırılmamasıdır. I. Dünya Savaşı sırasındaki Türk-Alman ittifak ilişkisine dayanarak iki millet arasında “silah arkadaşlığı” olduğu iddiasıyla kamuoyunda Nazi Almanyası’na sempati yaratılmaya çalışılmıştır. Ancak en başta Mustafa Kemal, Alman generallerinin buyurgan ve kendi önceliklerini Osmanlı’nın önceliklerinin önüne koyan tavrına duyduğu tepkiyi sık sık dile getirmiştir. Türkiye’de bu yıllarda Osmanlı İmparatorluğu’nun, I. Dünya Savaşı’nın ve Almanya ile ittifak projesinin mimarı ittihatçıların bıraktığı miras henüz oldukça olumsuz algılanmaktadır. O yüzden Türkiye’de Alman propagandasının başta sivil ve askeri bürokrasi olmak üzere, siyaset ve sermaye çevrelerinde en fazla sempati toplayan unsuru Bolşevizm karşıtlığı ve anti-komünizmdir. Özellikle 1941 itibariyle bu başlıkta yürütülen şiddetli kara propaganda İngiltere’yi kızdırma riski de taşımadığı için çok daha kolaylıkla sürdürülebilmiştir. Türk basını da Almanya’nın yönlendirmesiyle veyahut Alman haber kaynaklarına dayanarak bu başlıkta çok daha rahat haber ve yorum yapabilmiştir. Anti-Sovyetik propaganda ancak Sovyetlerin cephedeki askeri başarıları sayesinde geriletilebilmiştir.
Alman propaganda faaliyetleri, Türkiye’de yayıncılık yapan Alman dergi ve gazeteleri aracılığıyla sürdürüldüğü gibi, çok sayıda Türk gazeteciye, yayıncıya para aktarıldığı, Alman yanlısı Türk basınına ucuz kâğıt sağlamak gibi bazı ekonomik imtiyazlardan yararlanıldığı da bilinmektedir. Ancak bu para ve imtiyazların ne kadarının kime, ne kadar süreyle aktarıldığı kesin olarak bilinmemektedir.
Savaş yıllarında Nazizm yanlısı ırkçıların faaliyetlerini deşifre eden Faris Erkman imzalı En Büyük Tehlike broşüründe Nazi yanlısı yayın yapanlar arasında Türkçü-ırkçı çizgideki Çınaraltı, Bozkurt, Gökbörü, Tasviri Efkar ve Aylı Kurt gibi yayın organları sayılmaktadır. Erkman, broşürde Nazi yanlısı Pan-Türkçülüğün liderliğini Anadolu dışı coğrafyalardan gelen Türkçülerin yürüttüğünü belirtmektedir. Basın-yayın camiasındaki yerli Nazi işbirlikçileri arasında ise Hüseyin Hüsnü Erkilet ve Ali İhsan Sabis paşalar ile Nihal Atsız, Orhan Seyfi Orhon, Yusuf Ziya Ortaç ve Peyami Safa gibi isimlerin uğursuz rollerini özel olarak vurgulamıştır.
Irkçılar gürültü çıkarmış olsa da Nazi Almanyası’nı destekleyen büyük basın yayın organlarının faşizme yaptığı hizmet çok daha önemlidir. İşbirlikçi yayın organlarının başını Cumhuriyet ve Tasvir-i Efkar gazeteleri çekmiştir. Tek parti iktidarının resmi yayın organı olarak görülen Ulus gazetesinde ise iktidarın doğrudan yönlendirmesiyle İngilizcilik ile Almancılık arasında denge güden bir yayın çizgisi izlenmiştir. Bu bağlamda, Ulus’un iki başyazarından Ahmet Şükrü Esmer’e İngiltere’yi destekleyen yazılar yazdırılırken diğer baş yazar Falih Rıfkı Atay ise Alman yanlısı yazılar yazmıştır. Basının İngilizci kanadı da anti-Sovyetik tutumlarıyla Almanya’nın işini kolaylaştırmışlardır. Bunun en iyi örneklerinden biri, Hüseyin Cahit Yalçın’ın Yeni Sabah gazetesinde Barbarossa harekatının başlamışından sadece birkaç gün sonra yazdığı bir yazıda Sovyetler Birliği’ne Anadolu’daki Milli Mücadele’ye verdiği destek nedeniyle duyulan sempatiyi tersine çevirmek üzere yazdığı yazıdır. Kendisine Sovyet dostluğu “mit”ini yıkma görevi biçen Yalçın şunları yazmıştır:
“… Fena niyetleri, riyakarlığı ve düşmanlığı sabit olan Sovyetler Birliği’ne karşı Türk Cumhuriyeti, onun Almanya ile harbe tutulmuş olduğu şu müşkül dakikasında büyük bir dürüstlük eseri göstererek bitaraflık ilan ediyor (…) İşte Avrupa tahakkümünden kurtularak milli bir istiklal kazanmak için mücadeleye atılmış olan Türkleri bundan dolayı kendilerine tabii bir müttefik addediyorlardı. Fakat onlar bunu komünizmin teessüsü uğrunda yapıyorlardı. Biz ise milli istiklal mücadelemiz lehinde bir sempati ve dostluk nişanesi diye kabul ettik. Bu suretledir ki bir Sovyet-Türk dostluk efsanesi teessüs etti ve üzerindeki örtüyü kimse el dokunduramadığı için bugüne kadar hakikat saklanamayacak surette göze çarpmıştır.”5
Halbuki, Sovyetler Birliği’nin bir ölüm-kalım mücadelesine başladığı günlerde, geçmişte Türkiye’nin bir-ölüm kalım savaşı yürüttüğü dönemde alınan Sovyet desteğinin hatırlanmasının tam zamanıydı.
Nazi propagandasının bir başka önemli boyutu Yahudi karşıtlığıydı. Her ne kadar resmi demeçlerde ve Ulus gibi resmi politikayı yansıtan basın organlarında bir denge tutturulmaya çalışılmışsa da politikalar düzeyinde ve günlük hayatta Nazi Almanyasını örnek alan pek çok ırkçı uygulama hayata geçirilmiştir. Bunlardan biri 1942 yılında kabul edilen Varlık Vergisidir. Bilindiği gibi bu düzenleme, kağıt üzerinde savaş sırasında vurgunculuk yaparak haksız mülk edinenleri hedef almış gibi görünse de, uygulamada başta Yahudiler olmak üzere Türkiye’deki Gayrimüslim grupların cezalandırılması için kullanılmıştır. Yine aynı yıl Anadolu Ajansı’ndaki Yahudi memurlar işten çıkarılmıştır. Bu tasfiye kararı doğrudan Alman Büyükelçiliği’nin çabası sonucu alınmıştır. Büyükelçi von Papen, bu karar üzerine üstlerine yazdığı raporda “Büyükelçiliğin büyük gayretleri sayesinde, o güne kadar Anadolu Ajansının çok olumsuz olan tutumunu ‘Reich’ın lehine çevirmeyi başardık” diye yazmıştır.6 Daha sonra otellerde, lokantalarda çalışan Yahudilerin işten çıkarılmasına dair bir genelge yayınlanmıştır. Alman propagandacıları Yahudilere karşı olumsuz tutumu körüklemek için Türk basınına bol miktarda malzeme sundular. Hatta Karikatür, Akbaba gibi dönemin popüler mizah dergilerinde yayınlanan ırkçı, anti-Semitist karikatürlerin bazıları doğrudan Nazi organlarından alınmıştır.7Başta Varlık Vergisi olmak üzere Türkiye’de iktidar eliyle ya da oluruyla hayata geçirilen bu anti-Semitist uygulamaları, komünistler dışında ciddi bir şekilde eleştiren herhangi bir kesim çıkmamış; Türkiye’de savaş sonrası canlanan İslamcı akım Nazilerin beslediği bu kirli anti-Semitist gelenekten önemli ölçüde beslenmiştir.
TKP ve Sovyetler Birliği’nin rolü
Savaş yıllarında patlak veren anti-komünizmin Türkiye’nin kendi iç siyasi dinamikleriyle ve sınıf ilişkileriyle orantısızlığı dikkat çekicidir. Türkiye Komünist Partisi (TKP) Komintern kararı neticesinde 1936 yılından sonra destantralize olmuş ve 1943 yılına kadar kıpırdanma emaresi göstermemiştir.
Komünist hareketin cılızlığına rağmen savaşa hazırlanan Türkiye’de komünistlere karşı özel bazı tedbirlerin alınması ihmal edilmemiştir. Savaş patlak verir vermez ilerici fikirleriyle bilinen kişiler ve daha önce hüküm giymiş komünistler Anadolu içlerine sürgüne gönderilmiştir. Bunlar arasında Mehmet Bozışık, Abidin ve Arif Dino, Abidin Nesimi, Kerim Sadi gibi isimler vardı. Reşat Fuat Baraner, Hasan İzzettin Dinamo, Osman Paçalı gibi TKP’liler ise askere alınmıştır. Dinamo, anılarında orduda hüküm giymiş bir komünist olarak Alman faşizmine hayran subayların varlığından bahseder ve hayatını tehlikede gördüğü için ordudan kaçtığını anlatır.8 Genelkumay’da Alman yanlısı generallerin olduğu bilinmektedir; dolayısıyla bu havanın yukarıdan aşağıya doğru yayıldığını, subaylar arasında Alman yanlılığının yaygın olduğunu varsaymak zor değildir.
TKP’nin 1943 yılından itibaren yeniden faaliyete geçme çabası 1944 yılındaki tevkifatla hemen yarıda kesilmiştir. Bu yıllarda TKP’nin en fazla ses getiren faaliyeti, yukarıda da bahsedilen, 1943 tarihli Faris Erkman imzasıyla yayınlanan En Büyük Tehlike başlıklı broşürdür. Broşür, savaş yılları boyunca faaliyetlerini artıran Alman yanlısı ırkçı-Turancı gruplara karşı o güne kadar yapılan en etkili çıkıştır. En Büyük Tehlike, savaşın Alman yenilgisi ile sonuçlanacağının anlaşıldığı günlerde TKP’nin ortaya çıkacak yeni siyasi dengelerden yararlanarak sesini duyurmaya çalıştığını göstermektedir. Tabii ki savaş boyunca Alman faşizmiyle yapılan işbirliğinin ırkçı-Turancı grupların faaliyetlerinden ibaret olmadığı dönemin TKP’si tarafından da iyi bilinmektedir. Ancak iktidarın Alman faşizmini açıkça desteklemiş olan gruplarla arasına mesafe koyacağını, bu nedenle Türkiye’de kısa bir süre de olsa anti-faşist bir havanın eseceğini öngören TKP yönetimi, ırkçı Türkçüleri hedefe koyarak yeni dönemde komünist harekete alan açmaya çalışmış ve broşürün gördüğü ilgiden anlaşıldığı üzere bunda kısmen başarılı da olmuştur. Broşür, özellikle aydınlar ve üniversite öğrencileri arasında etkili olmuşsa da bu çıkışın güçlü bir örgütle ya da işçi sınıfı içerisinde etkili bir örgütlenme faaliyetiyle desteklenmediği devlet güçleri tarafından iyi bilinmektedir.
Savaş yıllarında artan yoksulluğa ve yokluğa karşı yaşam mücadelesi veren emekçilerin örgütsüz oluşu da, aynı dönemden el ele zenginleşerek çıkacak olan sermaye sahipleri ile iktidar çevrelerinin kendilerini güvende hissetmelerini sağlamıştır. Dolayısıyla içeride anti-komünizmi özel olarak kışkırtacak bir siyasi faaliyetten ya da bir toplumsal basınçtan söz etmek mümkün değildir.
Dünyanın savaşa hazırlandığı dönemde Sovyetler Birliği’nin TKP’nin faaliyetlerini askıya almak gibi İnönü iktidarını rahatlatmaya dönük adımları dışında, iki ülke arasındaki diplomatik ilişkileri geliştirmeye dönük girişimlerde bulunduğu görülür. İtalya’nın Habeşistan’ı işgal ettiği ve Akdeniz ile Balkan coğrafyasına doğru yayılma arzusunu açığa vurduğu 1930’lar ortasından itibaren Sovyetler Birliği, Türkiye ile ittifak kurma arayışındaydı. Ancak Berlin-Roma mihverinin kurulması bile Türkiye’yi bu ittifaka razı edememiştir. Türkiye Sovyetlerin önerisini reddettiğini İngiltere’ye iletmiş ve bu haber İngilizlerde memnuniyet yaratmıştı. Dahası Türkiye bu haberi “Reich”ın Dışişleri Bakanı Ribbentrop’la da paylaşmaktan geri durmamıştır. Halbuki Sovyetlerle böyle bir ittifak Türkiye’ye hareket alanı açacağı için rahatlıkla tercih edilebilirdi. Bu tür bir yakınlaşma, Türkiye’nin özellikle İtalyan yayılmacılığı konusundaki korkularına karşı önemli bir garanti olabilirdi. Sovyetler Birliği için de sınır komşularının dostluğu büyük önem taşıyordu. Sovyet iktidarı 1917’den itibaren topyekün bir savaşla ve sürekli bir olağanüstü durumla karşı karşıyaydı.9 Bu nedenle çok boyutlu, çetrefilli konularda kendisine hareket alanı açan bir dış politika geliştirmesi gerekiyordu. Sovyetlerin Türkiye’ye yönelik girişimleri son bulmadı. 1939 yılı baharında bu kez Sovyet Dışişleri Komiser Yardımcısı V. P. Potemkin Ankara’yı ziyaret ederek bir anlaşma zemini aradı. Johanness Glasnec, Potemkin’in bu ziyareti ile ilgili şunları aktarmaktadır:
“Potemkin, Sovyetler Birliği’nin her türlü yardımda bulunacağını Türkiye’ye kesinlikle bildirdi. Sovyetler Birliği Türkiye ile bir anlaşma yapmak istedi ve İngiliz-Türk görüşmelerini de iyi karşıladı. Bunu, saldırganların dizginlenmesi için etkili bir kolektif güvenlik sistemine Türkiye’nin girme çabaları konusunda bir olanak diye gördü. Türk hükümeti ise, İngiltere ile görüşmelere tam bir öncelik verdi ve Sovyetler Birliği karşısında Chamberlain hükümeti gibi oyalama taktiği uyguladı.”10
Türkiye hükümetinin, Sovyetler Birliği ile anlaşarak elindeki kartları çoğaltmaktan kaçınması, güvenliğini İngiltere ve Fransa ile işbirliğine bağlaması, İngiltere tarafından da memnuniyetle karşılanmıştır. Halbuki önce İtalya, sonra Almanya Balkan ülkelerini tek tek yutmaya başladığında İngiltere bu gelişmeleri izlemekle yetinmiş, desteğini Yunanistan’la sınırlı tutmuştur.11
Gamalı haç bayrağı altında yayılmacı hayaller
Nazi Almanyası’nın Ankara Büyükelçisi, eski asker von Papen Türkiye’de aralarında askerlerin, gazetecilerin ve devlet adamlarının olduğu bir grupla çok yakın ilişkiler kurmuştu. Von Papen’i sık ziyaret eden ve bu ziyaretlerinde saatlerce görüşen isimlerin başında Enver Paşa’nın kardeşi Nuri Killigil Paşa geliyordu. Nuri Paşa ile von Papen iki konuda istişarede bulunuyordu. Birincisi, Almanya’nın Sovyetlere saldırısıydı. İkincisi ise Nazilerin yardımıyla Türkiye’de ve Sovyetlere bağlı Türki grupların yaşadığı bölgelerde Pan-Turancılık fikrinin örgütlenmesiydi. Nuri Killigil, Enver’in Kafkasya, Azerbaycan hayallerini bir kez daha Almanlar eliyle hayata geçirmeyi umuyordu. Ancak bu kez bu hayallerin ideolojik muhtevası yayılmacılık ve anti-komünizmdi. Killigil bu temaslarını resmi bir hüviyetle yürütmüyordu. Ancak Almanlarla Sovyet topraklarında bu tür faaliyetler örgütlenecekse ve karşılığında toprak pazarlığı yapılacaksa, böyle bir pazarlığın resmi makamlar arasında yapılması beklenemezdi. Türkiye’de hükümet bu görüşmeleri yakından izliyor, yönlendiriyor, nabız yokluyor ve ele geçecek olanakları değerlendirmeye çalışıyordu. Nitekim, Alman Dışişleri Bakanlığı yetkilisi tarafından Nuri Paşa’nın Almanya’ya yaptığı ziyaret üzerine hazırlanan bir raporda Paşa’nın Almanya’da yürüttüğü temasların resmi boyutuna dair şunlar söyleniyordu:
“… Bir soru üzerine Nuri Paşa, kendisinin şu anda Türk hükümetinden gizli hareket etmediğini vurgulayarak, Berlin seyahatine çıkmadan önce Başbakan’ı ziyaret ettiğini ve Başbakan’ın da kendisinin planlarından haberdar olduğunu bildirmiştir. Ben de bu arada Nuri Paşa’nın Türk Büyükelçiliği tarafından kusursuz biçimde takdim edildiğini belirtmek isterim”.12
Raporda dikkat çeken noktalardan biri de Nuri Paşa’nın ordunun büyük kısmının bu düşüncelerden yana olduğunu söylemesi ve gerektiğinde Kafkasya cephesinde komuta yetkisine sahip akrabası olan bir generalin bu konuda önemli rol oynayacağını iddia etmesidir. Bu sırada basında askeri konularda yazılar yazan iki general Hüseyin Hüsnü Erkilet ve Ali İhsan Sabis Nazi yanlısı ve Pan-Türkçü propaganda yapıyorlardı.13 Erkilet’le o sırada Askeri Akademi Komutanı olan General Ali Fuat Erden Almanlar tarafından davet edildikleri bir Doğu cephesi gezisine katılmış ve Almanya’nın zafer kazanacağına ikna olarak Türkiye’ye dönmüşlerdi. Nuri Paşa’nın ordudaki durumu Almanlara biraz abartarak sunduğu düşünülebilir ancak özellikle üst kademede bu fikirlerin tartışıldığı ve taraftar topladığı anlaşılmaktadır.14 Aynı raporda Nuri Paşa’nın Alman yetkililere Sovyet topraklarında ele geçirilen esirlerden Müslüman olanların ayrılmalarını ve bunların Turancı istila hareketi için bir savaş birliği olarak kullanılmasını önerdiği de aktarılmaktadır. Rapor, Büyükelçi Elçi von Papen’in konuyla ilgili şu görüşlerini de aktarmaktadır:
“Nuri Paşa’nın Pan-Turancılık hareketi içinde oynadığı role ilişkin olarak kendisi tarafından yapılan, savaş tutsaklarının organizasyonu ve eğitiminde kendisinin büyük ölçüde yer alması önerisini uygun buluyorum. Bu konuya Türk hükümetinin karşı çıkmayacağından eminim. Çünkü ben Sayın Saraçoğlu’na daha önce Türk soyundan gelen savaş tutsaklarını özel kamplara yerleştirmeyi planladığımızı söylemiştim”15
Bilindiği gibi Nazi Almanyası, özellikle Sovyet topraklarında ilerlerken yerel halklardan milis devşirmiş, bunlardan kurduğu taburlarla insan ve malzeme kaybını en aza indirmeye çalışmıştır. Bu faaliyetlerde Türkiye’deki Pan-Türkçülerin rolü ise son derece sınırlı kalmıştır. Bunun bir nedeni, içeride sesleri yüksek çıkan Pan-Türkçülerin “Turan” bölgesi olarak gördükleri topraklarda yaşayan halklarla bağlarının zayıf olması, buralarda ciddi bir tabana sahip olmamalarıdır. Diğeri ise, Türkiye’de hükümetin bu tür bir macerayı resmi olarak desteklemek konusunda arzulu olmakla birlikte savaşın seyrinin henüz kesinleşmediği bu dönemde arada yapılan çıkışlar dışında bekle-gör siyaseti izlemesidir.
Bu çıkışlardan biri Başbakan Saraçoğlu ve Dışişleri Bakanı Numan Menemencioğlu’nun Türkçe konuşan hakların oturduğu Sovyet bölgelerinde yönetime katılma hakkı istemeleriydi. Saraçoğlu bununla da yetinmemiş, Papen’e şahsi olarak Rusya’nın yok edilmesini yürekten istediğini belirtmiş ve Rus sorunun ancak tüm yaşayan Rusların hiç değilse yarısının öldürülmesiyle çözülebileceğini eklemişti. Nasıl bir ideoloji Türk başbakanını bir halkın yarısının öldürülmesini arzu eder hale getirmişti? Russofobinin anti-komünizme karıştığı bu zehirli dönem başka zehirli fikirlerin de boy vermesine olanak sağladı. Turancılık, anti-Semitizm bu dönemde anti-komünizmle içiçe gelişti.
İşin ilginç yanı 1941-1942 dönemecinde Alman yayılmacılığı sayesinde kurulan Turan hayallerine Almanya çanak tutuyor ancak açık ve örtük biçimde prim vermeye tenezzül etmiyordu. Türkiye’ye bazen Yunanistan sınırından, bazen Kafkasya bölgesinden, bazen ise güneyde Irak ve Suriye topraklarından pay verilebileceği ima ediliyor ama yeri geldiğinde bu imalar bıçak gibi kesilebiliyordu. Zaten Kafkasya’nın ve petrol zengini Hazar bölgesinin Türkiye’ye bırakılması gibi uçuk bir fikir, Türkiye’nin gönlünü hoş tutma politikasından yana olan Alman Dışişleri Bakanlığı’nda bile taraftar bulmuyordu. Ancak Türkiye’yi Almanya’nın işine yarayacak bir çizgide tutmak için bu tür yayılmacı hayaller uzun süre canlı tutuldu. Ancak Hitler’in kafasının tası attığında bizzat kendisinin onayıyla Ankara’ya şöyle direktifler gönderilebiliyordu:
“Bizim bu sorular üzerinde şu anda Türk hükümeti ile müzakereye girmekte çıkarımız yoktur. Türklere herhangi bir teminat vermeye ya da bu sorunlarla ilgili istek ve özlemlerini bildirmelerine fırsat sağlamaya bizi itecek hiçbir neden yoktur; çünkü Türklerin bu sorunlarla ilgilenmelerinin, Türkiye’yi savaşan devletlerden bizim lehimize genel politik tutumunu değiştirmesine neden olacak ölçülerden gelmediği meydandadır. Bu itibarla, bu konular üzerinde bundan böyle hiçbir görüşmeye girişmemenizi ve Türkler gene de Sovyetler Birliği’ndeki Türk kökenli halklar sorununu ortaya atarlarsa görüşmekten kesinlikle kaçınmanızı rica ederim.”16
Sonuç
Türkiye, II. Dünya Savaşı’ndan çıkarken üzerinde büyük bir hukuki, siyasi ve psikolojik yükle çıkıyordu. 26 Şubat 1945’te Almanya ve Japonya’ya savaş ilan edilmiş, bu sayede İngiltere ile ilişkilerin iyileştirilebileceği ve yeni uluslararası düzenin ana hatlarının belirleneceği San Francisco Konferansı’na katılma hakkı elde edilebileceği düşünülüyordu. Türkiye’de iktidarın 1945 baharında bir telaş içerisinde olduğu görülüyordu. İnönü’nün daha sonra Demokrat Parti iktidarına karşı kullanacağı ünlü ifade ödünç alınacak olursa gözlemlenen bir nevi “suçluların telaşı içinde” bir iktidardı. Savaş boyunca Almanya’ya silah sanayii için kritik önemdeki krom satışı durdurulmamış, faşizmin ürettiği silahlar en başta Türkiye’nin komşularında milyonlarca insanın hayatını kaybetmesi için kullanılmıştı. Kromun yanı sıra bakır, pamuk, zeytinyağı, vb., ürünlerin satışı son hız sürmüş, Boğazlardan askeri gemilerin gizlice geçmesine izin verilmiş, Alman istihbaratının Türkiye’de sorunsuz bir şekilde çalışmasına izin verilmiş, Alman işgali sırasında Sovyetlerin Kafkas sınırına Almanya’nın yönlendirmesiyle taburlar kaydırılarak Sovyet güçlerinin buraları boş bırakamamışı sağlanmıştır.
İçeride seferberliğin ve diğer askeri harcamaların yarattığı yük yoksul kitlelerin sırtına yüklenmiş; sefaletin, açlığın, yoksulluğun had safhada yaşandığı yıllarda bürokrasi ile el ele veren karaborsacı Türk sermayedarı zenginliğine zenginlik katmıştır. Birilerinin kasaları bu şekilde dolarken Yahudi olduğu için Türkiye Cumhuriyeti vatandaşları işten atılmış, taş ocaklarına sürülmüştür.
Bu yıllarda Türkiye siyasetinde ve düşünce hayatında güçlenen anti-komünizm; liberal, milliyetçi, ırkçı, anti-Semitist fikir ve duygularla aynı anda beslenmiş ve Türk siyasal hayatında kalıcı bir öge haline gelmiştir. 1945 yılında çok partili hayata geçildiğinde yavaş yavaş belirginleşen liberal, milliyetçi ve İslamcı siyasi kulvarda yer alan farklı siyasi öznelerin hepsinin aynı anda anti-komünist olduğu görülecektir. Sonuç olarak Türkiye, Soğuk Savaş anti-komünizmini büyük ölçüde savaş yıllarından devralmış, bunu sonraki yıllarda ABD bağımlılığı ile taçlandırmıştır.
Cangül Örnek / SOL(Gelenek)
- 1.Stefanos Yerasimos, Azgelişmişlik Sürecinde Türkiye Cilt III,
- 2.Johannes Glasneck, Türkiye’de Faşist Alman Propagandası, Ankara: Onur Yayınları, [197?], s. 116-117.
- 3.A.g.e., s. 121.
- 4.A.g.e., s. 21.
- 5.Hüseyin Cahit Yalçın, “Sovyetler Birliği, Boğazlarda Birer Üs Elde Etmek İstiyor”, 26 Haziran 1941, Yeni Sabah. Aktaran Ayın Tarihi, 91, 1-30 Haziran 1941, s. 51.
- 6.Reiner Möckelmann, Franz von Papen: Hitler’in Türkiye Büyükelçisi, İstanbul: Kitap Yayınevi, 2019, s. 83.
- 7.A.g.e., s. 84.
- 8.Hasan İzzettin Dinamo, “TKP Aydınlar Anılar”, Rasih Nuri İleri (der.) Kırklı Yıllar 2-1944 TKP Davası içinde, s. 354.
- 9.Domenico Losurdo, Tarihten Kaçış: Günümüzde Rus ve Çin Devrimleri, İstanbul: Yordam, 2017, s. 41.
- 10.Glasneck, a.g.e., s. 97.
- 11.Bu konuda şunu özellikle vurgulamak gerekir: Yunanistan’da anti-faşist direniş Alman işgalinin sona ermesini sağlayan birincil faktördür. İngiliz desteği bu zaferin kazanılmasına yardımcı olmuş ancak özellikle devlet aygıtında bir de-Nazifikasyon sürecinin işlemesine, yani Nazi işbirlikçilerinin devletten temizlenmesine de bizzat İngiltere engel olmuştur. O dönemi yaşayan direnişçiler Nazi yönetimi sırasında özellikle güvenlik kuvvetlerinde yer alan kişilerin Nazilerin çekilmesinden sonra bu kez İngilizler eliyle üniforma değiştirerek görevlerini sürdürdüklerini aktarmaktadırlar. Konuyla ilgili ilginç bir yazı için bkz. Ed Vulliamy ve Helena Smiht, “Athens 1944: Britain’s dirty secret”, the Guardian, 30 Kasım 2018. https://www.theguardian.com/world/2014/nov/30/athens-1944-britains-dirt…
- 12.Mumcu, a.g.e., s. 5.
- 13.Bu iki isim daha sonra 1944 Irkçılık-Turancılık davası kapsamında tutuklandı.
- 14.“1942’de Mittelberger, Türk ordusunun Alman yöntemlerine göre yetiştirildiğini, Alman askeri edebiyatını büyük bir ilgi ile izlediğini, Harp Akademisinin tamamıyla Alman ilkelerine ve deneyimlerine göre çalıştığını sevinçle belirtiyordu. Türk genelkurmayının haberalma servisi, Birinci Dünya Savaşında Alman gizli askeri servisinin şefi olan Dışişleri Bakanı Albay Nikolay’ın isteğine göre biçimlendi. Gerçekten ordunun tüm orta ve üst dereceli subayları faşist öğretmenler tarafından eğitildi.”, Glasneck, a.g.e., s. 76. Benzer bir değerlendirmeyi Türkiye’nin NATO üyeliğinden sonra ABD’nin yaptığını rahatlıkla varsayabiliriz.
- 15.A.g.e., s. 7.
- 16.Glasneck, a.g.e., s. 174.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder