4 Temmuz 2003’te Irak’ın Süleymaniye kentinde ABD askerlerinin gerçekleştirdiği operasyon sonrasında Türk özel kuvvetlerine bağlı birlikler başlarına çuval geçirilerek gözaltına alınmıştı. Tüm bu yaşananların içeriğine derinlemesine girmeyeceğim. Bir ulusun haysiyetine ve şerefine geçirilen çuval hâlâ olduğu yerde durmaktadır. Bunun temel sebebi AKP iktidarının bu olaya verdiği tepkide yatmaktadır. Çuval hadisesi sonrası yaşanan mütekabiliyet krizi ve AKP iktidarına karşı yükselen iç muhalefet dalgası dindirilmeliydi.1 Bu amaçla ‘Yerli Rambo’ Polat Alemdar (Necati Şaşmaz), göreve çağrıldı.
Amerika’nın Vietnam yenilgisini filmlerle başarıya dönüştürdüğünü dikkate alırsak, bu göreve çağırmanın hafife alınacak bir yanının olduğunu söylemek zor. ABD askerlerine haddini bildiren Polat Alemdar, tüm toplumun uygun bir biçimde rahatlamasını sağladı. Halkla ilişkiler biliminde bunun adına ‘Algı Yönetimi’ deniyor. Halkla ilişkilerin uygulama alanlarından sadece birisidir algı yönetimi. Bu şekilde yazıldığında algı yönetiminin hafif ve sıradan bir olgu olduğu hissi okurda uyanabilir. Oysa ABD tarafından geliştirilmiş bir saldırı yöntemidir. “Algı yönetimi, Amerikan ordusu tarafından ortaya çıkarılan bir tanımdır. Algı yönetimini Amerika savunma departmanı aşağıdaki gibi tanımlamıştır:
“İstihbarat sistemlerinin ve liderlerin resmi tahminleri, dış ilişkileri ve resmi eylemlerini etkilemenin yanında, toplumların duygularını, motivasyonlarını etkilemek amacıyla yapılan yayınlar ya da seçilen bilgileri, göstergeleri inkâr etme eylemidir”* Türkiye toplumunun duyguları ve motivasyonu ‘Kurtlar Vadisi Irak’ filmi tarafından manipüle edilmiş ve aldatılmıştır. İktidar, üzerindeki ağır sorumluluğun yükünü tek bir film sayesinde atabilmiştir. Peki, gerçekten kitle iletişim araçlarının ve üstyapı olarak nitelendirilen organizasyonun etkisi böylesine güçlü mü? Bu sorunun cevabı evet ya da hayır gibi keskin ifadelerle verilemez.
İletişim bilimlerinin gerçek bir bilim olarak ortaya çıktığı ve sosyoloji disiplinin ayrı bir kolu olarak ilerlediği 20. yüzyıldaki gelişmeler gösterdi ki iletişim sistemlerindeki teknik ilerlemeler, gündelik hayatımızı ve davranış biçimlerimizi tahmin edilenin ötesinde etkiledi ve değiştirdi. Gelinen noktada artık bu araçların etkili mi ya da etkisiz mi olduğu tartışmaları saçma ve anlamsızdır. Yalnız bu noktada dikkat edilmesi gereken şey ise bu araçların etkisinin yine iletişim bilimciler tarafından fazla abartılmaması gerektiğidir. Kapitalist sistem bir bütündür ve altyapı ile üstyapı arasındaki ilişki eşit bir biçimde analiz edilmelidir. Bu ağırlık merkezlerinin bir tarafına daha fazla önem vermek, bilimsel açıdan araştırmacıyı zor duruma sokabilir.
Kültür endüstrisinin üretim bandından çıkarak bizlere ulaşan tüm kültür ürünlerinin politik ve ideolojik amaçlarının olduğu ‘Netflix’in neredeyse tüm ürünlerinde açık bir biçimde görülmektedir. Sermaye düzeni, tüm bu kültürel üretime ciddi paralar harcamaktadır. Ne için? Kapitalist üretim ilişkilerinin her gün yeniden inşa edilmesi için. Bu dizi ve filmler çeşitli ideolojik mesajları insanlara ulaştırmakta etkin birer araçtırlar. Tam bu noktada şunu eklemek isterim ki Netflix’in ürünlerini muhafazakâr ve ulusalcı terminolojiden asla ele alıp değerlendirmiyorum. Yani Netfilix’in eşcinselliği propaganda ettiği ve topluma bunu dayattığına ilişkin ‘zırvalar’ bu meseleyi doğru bir biçimde ele alabilmemizi engellemektedir. Bu tür doğrudan komploya dayanan içi boş yaklaşımlar, yine Netflix ve onun türevi olan kültür üreticilerinin işine yaramaktadır. Konunun özüne dönecek olursak kültür endüstrisi, burjuvazinin doğal düzen olarak kabul ettiği mesajları izleyicilere aktarır. İletişim bilimcinin bu noktada esas işi, kitlelere zerk edilmeye çalışılan bu dili ya da kodları (decode) deşifre etmektir (Keat ve Urry, 2016).
Kapitalist sistem kendi iç çelişkileriyle, türlü rezilliklerini her gün bir biçimde deşifre ediyor olsa da iletişim bilimlerinin, kültür endüstrisi ürünlerini daha fazla deşifre edip incelemesine her zamankinden daha fazla ihtiyacımız var.
George Floyd’un ölümü tüm insanlığa nefessiz kaldığını bir kez daha hatırlattı. Nefes alabilmek için ayağa kalkmalıydık ve Amerikan halkı ayağa kalktı. Sistem tüm yaldızlı kitle iletişim araçlarına ve algı yönetimi taktiklerine rağmen bir kez daha sallandı. Şimdi, Netflix’in iletişim cambazları pusuya yattı ve rol alacakları anın gelmesini bekliyorlar. Tüm bu gürültülü yangının ardından yeni ‘Jokerler’ öne sürülebilir. Toplumlar artık bunun çarpık ve zorlama bir rüya olduğunun farkında gibiler. Frankfurt Okulu düşünürlerinin pasif izleyicilerinin yerini camları kıran, haklarını isteyen ve omuzlarında giyotin taşıyan insanlar alıyor. Kitle iletişim araçlarının etkisi toplumsal gerçekliğin karşısında göreceli ve yanıltıcıdır. Evsizlik, yoksulluk ve ırklar arası adaletsizlik öyle bir boyuta ulaşır ki Netflix’in hazırlayacağı diziler bu gerçekliğin üzerini örtemez olur. Bu gerçeklerin örtülememesi sistemin ideolojik ve iletişimsel üstünlüğü kaybettiği anlamına gelmez. Tüm bu dev kültür endüstrisinin yarattığı iletişim diline karşı alternatif bir dil oluşturmak zorundayız. Bunun Türkiye’deki en çarpıcı örneği BSM (Bağımsız Sinema Merkezi)’dir. Sınıfsal mücadelenin en önemli ayağı bu dili yoğun bir biçimde inşa etmektir.
Yazıyı önemli bir uyarı ve uzun bir alıntıyla bitirmek istiyorum. Kitle iletişim araçlarının rolünü yorumlarken bazı insanlar bu araçların işlevlerini yanlış yorumluyorlar. Özellikle eğlendirme ve bilgi verme (enformasyon) işlevini. Kültür endüstrisinin bu araçlardan yayılan ürünlerinin artık bilgi taşımadığı ve sadece eğlendirdiği doğru bir yaklaşım değil. Örneğin: Pablo Escobar’ın hayatının konu edildiği ‘Narcos’ dizisi, kendi perspektifinden çok önemli ve ciddi bilgileri izleyicilere aktarır. Bu bilgilerin yalan, çarpıtılmış ya da eksik bilgiler olması ayrı bir tartışma konusudur. Tüm bu dizi ve filmler izleyiciyi sadece eğlendirmek amacıyla çekilmez. Öyle olsaydı düzenin değiştirilemezliği, tarihin yeniden yazımı ve çıkarcı bencil bireycilik miti izleyicilere aktarılamazdı. Bu mesajların aktarılması için yeni bilgilerin inşa edilmesi kaçınılmazdır. Öyleyse kitle iletişim araçlarının bizlere buz gibi bilgi aktarımında bulunduğunu rahatlıkla söyleyebiliriz.
“Burjuvazinin sınıf pozisyonu, burjuvazinin kapitalizm-sonrası (post-kapitalist) bir toplum olasılığını analiz etmesini engeller. Tarih, kapitalist üretim sistemi ile son buluyormuş gibi, görülür; kapitalist ekonominin yasaları doğal ve ebediymiş gibi alınır. İkincisi, sınıf çatışmasının ve genel olarak kapitalizmin çelişik karakterinin önemini en aza indirmelidir; özellikle, çatışma ve gerilimler giderek artan ölçüde önem kazandığı zaman. Eğer burjuvazi kapitalizmin çelişik karakterini ve bu çelişkinin çözüm araçlarını anlamış olsaydı, bu durumda bunun sistemin kendisinin ortadan kaldırılması dışında başka bir yolla başarılamayacağını da görmesi gerekirdi. Üçüncüsü: kapitalistler zorunlu olarak toplumu kendi girişimleri açısından görürler ve bu nedenle kendi bireysel etkinliklerinin sosyal uzantılarından da habersizdirler. Tarihin ya büyük kahramanlar tarafından yapıldığına, ki kapitalist de kendi işini yönetmektedir, ya da doğal ve ebedi yasalara göre işlediğine, ki kendi işletmeleri bu yasalara göre çalışmaktadır, inanma eğilimindedirler.” (Keat ve Urry, 2016:288-289).2
Çağdaş Gökbel / SOL
- 1.Okur konuya ilişkin bizzat kaleme aldığım bilimsel makaleyi inceleyebilir (Y.N.): http://static.dergipark.org.tr/article-download/bedc/ed7c/34c9/5b5b8056…?
- *.*Doğrudan alıntının yapıldığı kaynak.
- 2.Keat, Russel ve Urry,John (2016). Bilim Olarak Sosyal Teori. Çev: Nilgün Çelebi. Ankara: İmge Kitapevi
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder