Kuşkusuz Erdoğan da AKP’ye bağımlıdır; başka bir parti kurarak (Ecevit tarzı) sıfırdan başlangıç yapma olanakları çok sınırlıdır. Elbette RTE’nin parti içindeki gücü sanıldığı kadar mutlak değildir; ayrıca oldukça birikmiş bulunan karşılıklı sır paylaşmaları söz konusudur ve bunlar karşılıklı bağımlılık ilişkileri yaratır. Yeni bir Aralık 2013 senaryosunun tekrarlanmasına AKP düzeninin tahammülü yoktur.
Türkiye’de bütün kitle partileri bir lider etrafında vücut bulurlar. Seçmen-parti-lider bağlantısı kurulamazsa o partinin uzun süre ayakta kalması mümkün olmaz. Hatta sağ kitle partileri iktidarda olmadıkları veya iktidara gelme iddialarını yitirdikleri zaman varlık nedenleri ortadan kalkar; DYP ve ANAP örneklerinde olduğu gibi bir süre isimce yaşar, pazarlık partilerine dönüşür (Soylu’nun DYP başkanlığından AKP bakanlığına paraşütle inmesi gibi), sonra da silinip giderler.
Milliyetçi ve dinci ideolojiler etrafında örgütlenmiş ve genellikle “aşırı sağ” olarak sınıflandırılan partilerin görece daha küçük boyutlarda ama daha uzun sürelerle -koalisyonların anahtar partileri olmayı da ihmal etmeden- siyaset içinde kalmaları olasılığı ise daha yüksektir. MHP’nin durumu buna örnektir. Aslında 1994’teki yerel seçimlerde merkez solun üçe bölünmesiyle büyük kentlerin Refah Partisi’ne terkedilmesi ve 2000’deki IMF programının ve 2001 krizinin yükünü taşıyan koalisyonun (dıştan ve içten zorlanan) bir erken seçimle iktidarı AKP’ye sunmasına kadar, dinci sağın da siyasi geçmişi farklı değildi. Gerçi din sömürüsü yapan siyasetlerin önü milliyetçi sağa kıyasla hep daha açıktı. Ama 2001’de kurulan AKP, çizgisinin farklılaştığını, “milli görüş gömleğini” çıkardığını, ekonomi ve siyasette liberalleşerek sermayenin tam aradığı kıvama geldiğini göstermeseydi iktidara tırmanamaz, merkez sağ partileri bünyesinde eritemez ve içte-dışta uzun süre bunca desteklenen bir iktidar deneyimi yaşayamazdı.
Dolayısıyla şimdiki durumun farklılığını kabul ederek gelecekteki olasılıkları tahlil etmek gerekir. Bir kere AKP açısından liderin vazgeçilmezliği bütün diğer kitle partilerinden daha belirleyicidir. Öteki partiler, çoklu bölünmelere uğramazlarsa, belirli geçiş senaryolarıyla durumu idare edebilirler. Ama AKP artık bunu yapabilecek eşiği çoktan aşmıştır. AKP, epeydir RTE’ye mecbur hale gelmiştir; onsuz seçim kazanamaz, seçimli veya seçimsiz iktidarını koruyamaz, strateji üretemez, hedeflerine yürüyemez durumdadır. Dolayısıyla, Erdoğan’sız bir AKP yola devam edemez; en azından iktidar partisi olarak veya herhangi bir koalisyonun büyük ortağı olarak devam edemez. Hızla 1994 öncesi boyutlarına dönmesi olasılığı yüksek olur. AKP’nin mirasına konmak üzere siyasal İslamcılık yapan partilerin sayıca artışı da buna eşlik eder.
Kuşkusuz Erdoğan da AKP’ye bağımlıdır; başka bir parti kurarak (Ecevit tarzı) sıfırdan başlangıç yapma olanakları çok sınırlıdır. Elbette RTE’nin parti içindeki gücü sanıldığı kadar mutlak değildir; ayrıca oldukça birikmiş bulunan karşılıklı sır paylaşmaları söz konusudur ve bunlar karşılıklı bağımlılık ilişkileri yaratır. Yeni bir Aralık 2013 senaryosunun tekrarlanmasına AKP düzeninin tahammülü yoktur.
***
Daha önemlisi şudur: Dış ve iç sermaye çevreleri artık Erdoğan’a mecbur değillerdir. Dış çevreler açısından zaten Aralık 2013’te ve Temmuz 2016’da Erdoğan iktidarını yıkmaya dönük sert müdahaleler aşamasına geçilmesi göze alınmıştı. Bunun tekrar denenmeyeceği veya iç dinamiklerin AKP’yi/Erdoğan’ı iktidardan indirmesine göz yumulmayacağı söylenemez. Erdoğan’sız bir ılımlı İslam iktidarı hala dış ve iç sermayenin ortak tercihi olabilir. Ama bugünkü koşullarda merkez solu da içine alan, mevcut dünya sistemine bağlılığı kanıtlanmış daha geniş bir koalisyonun alternatif olarak temayüz etmesi artık bu çevrelerin birincil seçenekleri arasındadır.
Dış çevreler açısından bakıldığında Erdoğan’ın öngörülemezliği, başka deyişle Osmanlı tarzı denge siyasetiyle kendine ve İhvancı ideolojisine yer açma stratejileri, en azından Batı açısından can sıkıcı bir noktaya varmıştır. Yerli sermaye açısından bakıldığında, bu kaygıya ilaveten, hesapsız dış politika tercihlerinin getiriden çok götürüsü vardır ve bu durum çoktandır bütün dış ekonomik (turizm dâhil) ilişkilere zarar verme aşamasına gelmiştir. Örneğin Suudi Arabistan’ın Türkiye’nin ihraç ürünlerine boykotunun Mısır’ın öncülüğünde diğer Arap ülkeleri tarafından da benimsenmesi olasılığı, sermayenin kâbusu gibidir. Öte yandan RTE’nin, Erbakan’ın “Adil Düzen”inin faiz takıntısından kurtulamamak gibi zaafları; dışa açık bir liberal ekonomide milli parayı savunamamak, döviz kurunun aşırı yükselmesine ve oynaklığına engel olamamak gibi ilave kriz etkenlerine neden olmaktadır. Kamu kaynaklarının sermayenin aşırı kayırılan çok dar bir bölümüne tahsisi de sermayenin genel çıkarlarına aykırı görülmektedir.
RTE’nin sermaye karşısında kendisinin vazgeçilmezliğini kanıtlayabileceği tek alan olarak, emeğin haklarına saldırı konusunda kimsenin eline su dökemeyeceği kalmaktadır. Hiçbir siyasi harekette bunu yapabilecek cüret, bunu emek kesimine kabul ettirebilecek otorite olamayacağını sabah akşam kanıtlamak üzere çalışmakta, pandemi krizini de bahane ederek hafta geçmeden yeni bir hak kısıtlayıcı düzenlemeyle ortaya çıkmaktadır. Bu düzenlemelerin gerektirdiği baskı devletinin kurulmasının da ancak kendi iktidarları aracılığıyla geçerli olabileceğini göstermek üzere demokratik kitle örgütlerini, eleştirel sesleri, hatta işini yarım yamalak yapan bir AYM’yi baskılamaya birinci önceliği vermektedir.
AKP/RTE iktidarı, sermayeyi dahi zora sokan kimi dış politika girişimleri ile tutarsız ekonomi politikalarını, şiddetli bir emek aleyhtarı politikayla telafi etmeye çalışmaktadır. Adeta tutarsız ve irrasyonel yönlerini emeğin sırtına çökerek gidermek istemektedir.
Emeğin yanında saf tutan sol siyasetlere hiç olmadığı kadar ihtiyaç olması da bundandır.
Oğuz Oyan / SOL
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder