Yaşamı boyunca halktan kimseye zarar vermemiş biri. Meydan savaşları ya da cephe savaşları, saldırı savaşları yok. Düşman belledikleri yalnızca sultanlar, vezirler, valiler ve yüksek rütbeden askeri komutanlar… Büyük bir sadakatle kendisine bağlı olan fedailerini bunların üstüne salıyor Hasan Sabbah.
“Derler ki; binli yılların başlarında çağı etkilemiş üç İranlı vardır. Dünyayı gözlemlemiş olan Ömer Hayyam, dünyayı yönetmiş olan Nizamülmülk, dünyayı titretmiş olan Hasan Sabbah…”Alamut bir kale. Ancak yalnızca bir kale değil, Kafkas dağlarının doruğu Elbruz’dan uzayıp İran topraklarına giren, kartalların yurt edindiği iki ulu dağın; Hevedekan ve Haşkeçal’ın arasında, gürlek suların aktığı, kıyısında Abbasi Selçuklu zulmünden kaçan “zındıkların” yaşadığı çok sayıda köy yerleşkesinin olduğu, kilometrelerce uzunluğunda koskoca bir bölgenin adı Alamut.
Ve şimdi İslâm’ın ortaçağındayız.
Saray rejimleri. Sakıncası yok, aynı anlama gelmek üzere halifeler çağı da diyebiliriz. Koltuk değişimleri “halife Kureyşten olur” hadisi gereğince hep Kureyşten oluyor. O çağdayız. Sünnettir. Uyulması gerekiyor. Haşimi ailesinden Emevilere; Emevilerden Abbasilere; Abbasilerden Fatımilere Kureyşli aileler birbirlerini öldürerek halife oluyorlar. Tövbe, Fatımiler öldürerek değil; Abbasi halifesini tanımayıp kendileri başka bir coğrafyada, Mısır’da halifeliklerini ilan ediyorlar. Birbirlerini sonradan öldürmeğe başlıyorlar.
Hasan Sabbah Abbasi, Fatımi hilafeti ve işgalci Selçuklu Türkleri döneminde ortaya çıkıyor. İlhamını kendinden önceki “zenc” isyanından, “zenci” diyoruz ve Karmati komüncülerinden alıyor. Kaleler konfederasyonu olarak örgütlenen, merkezi Alamut olan, Şia’nın Nizari mezhebine bağlı bir devlet kuruyor. Pamir’den Güneydoğu Akdeniz’e ve Filistin’e kadar uzanan coğrafyada Selçuklu işgali altındaki bölgede, sayıları üç yüzü aşan kaleler üzerinden bir “iç devlet” inşa ediyor. Özel mülkiyetin olmadığı, özgürlükçü, ortaklaşmacı bir devlet… “Darül Hicar”, göçmenler yurdu da denilen kaleler Abbasi-Selçuklu zulmünden kaçan yoksul halkların kendilerini savundukları sığınaklar oluyor. Tam anlamıyla bir savunma devleti.
Yalnızca din alimi değil Hasan Sabbah. Astronomi ve fen bilimleri eğitimi almış bir bilim adamı aynı zamanda. Kendisini “zındıklıkla” suçlayanların da kabul ettiği gibi Alamut kalesinin akıl almaz zenginlikte olduğu söylenilen kütüphanesinden otuz beş yıl boyunca “zecri” durumların dışında çıkmadığını, gününün hemen her saatini okuyarak geçirdiğini ve fedailerini dahi bu kütüphaneden yönlendirdiğini okuyoruz. Gayet zeki ve karizmatik bir kişiliği olduğu konusunda düşmanları dahi hemfikir. Yaşamı boyunca halktan kimseye zarar vermemiş biri. Meydan savaşları ya da cephe savaşları, saldırı savaşları yok. Düşman belledikleri yalnızca sultanlar, vezirler, valiler ve yüksek rütbeden askeri komutanlar… Büyük bir sadakatle kendisine bağlı olan fedailerini bunların üstüne salıyor Hasan Sabbah.
Fedailer eylemi halkın görebileceği kalabalık yerlerde ve hançerle gerçekleştiriyor. Hedef ortadan kaldıran fedai kaçmıyor. Öldürülmeyi ya da yakalanmayı bekliyor. Ürkütücü olan da bu sadakat oluyor.
Haşhaşi ya da Haşişi diyorlar. İtalyan seyyah Marco Polo’nun yazdıkları en revaçta olanı. Hayal gücü yüksek olduğu anlaşılan Marco Polo’nun yazdıkları Binbir Gece Masalları’na konu olacak türden ve yalnızca “uçan halı”nın eksik olduğunu görüyoruz. Seyyahımız, Alamut’un Moğol sürülerince yakılıp, yıkılıp yok edilmesinden yuvarlak rakam yirmi yıl sonra, 1273 yılında, İran topraklardan geçiyor ve şunları yazıyor:
“Şeyh’in kendi dillerindeki ismi Alâaddin’dir. İki dağ arasında bir vadinin girişlerini kapattırmış ve burayı envai türlü meyvelerin yetiştiği, eşi benzeri görülmemiş güzellikte bir bahçeye çevirtmiştir. İçerisinde her biri göz kamaştırıcı zarafette resimlerle bezeli, akla hayale gelmeyecek görkemli köşkler ve saraylar inşa ettirmiştir. Kanallardan alabildiğine şarap, süt, bal ve su akmaktadır. Dünya güzeli kadınların ve kızların ellerindeki çalgılardan en hoş tınılar, dudaklarından en hoş şarkılar dökülür, dans figürleri izleyenleri büyüler…”
Şimdi uyuşturucunun sırası olmalı. Yaşları on iki ilâ yirmi arası gençler ilkin haşhaş verilerek uyuşturuluyor ve bizim Marco’nun “cennet bahçesi”ne taşınıyorlar. Gençler ayıkıp gözlerini açtıklarında kendilerini, Marco’nun demesine göre, “Hz. Muhammed’in Kur’an’da sözünü ettiği bahçenin” tam ortasında yan gelip yatarken buluyorlar. Buraya kadar gayet güzel ancak sürgit böyle olmuyor. Şimdi görev zamanı. Görevlendirilecek kişi, tekrar haşhaş verilip uyuşturuluyor… Genç adam, Marco Polo’nun değişine göre “pek de sevimli olmayan kalenin bir odasında gözlerini açıyor”. Masal bu ya, Şeyh (Hasan Sabbah) görev tarifi yapıyor: “Git ve şunu öldür; geri döndüğünde meleklerim seni cennete taşıyacaklar. Ölsen dahi, seni cennete almaları için meleklerimi yollayacağım.”
Masal anlatıyor Marco Polo ve bu masala sahiden inanan Sünni bir Müslüman dünyası var. Bunlar, Hasan Sabbah’ın fedailerinin gözü karalığını, davalarına olan bağlılıklarını haşhaşın var olduğuna inandıkları cesaretlendirici ve yönlendirici etkisine bağlıyorlar. Fedailerin davaya olan tutkunluklarını, bağlılıklarını ve inançlarının büyüklüğünü anlamakta güçlük çekiyorlar.
Bu arada Bernard Lewis gayet “hususi” bir meseleye temas etmekten kendini alamıyor ve bir Avrupalı ozanın eşine yazdığı aşk mektubunda ona olan sadakatinin kuvvetini anlatırken başvurduğu benzetmeyi bizimle paylaşıyor: “Size olan sadakatimin yanında, can düşmanlarını katletmeye yollanmış Haşişilerin Şeyh’e duydukları bağlılık hiç kalır…”
Avrupalıların “Haşişiler”den haberdar olmaları ve edebiyata geçmelerini sağlayan olay Kudüs Latin Krallığı’nın kralı Montferrat’lı Conrad’ın tören alanında ahalinin ve onlarca korumasının gözü önünde ona sokulmayı beceren bir Sabbah’i fedaisi tarafından tek bir hançer darbesiyle öldürülmesidir. Bu olay ve oluş biçimi Haçlılar üzerinde derin izler bırakmış olmalı ki İtalyan şair Dante, İlahi Komedya’nın “Cehennem”ine, Peygamber Muhammed ve Ali’den sonra, Haçlıların assassin (suikastçı) olarak adlandırdığı bir de haşişiyi yerleştirmekten kendini alamıyor. Haşişi, cehennemde, tepesi üstü toprağa gömülü olarak karşılıyor Dante ve rehberi olan Latin şair Vergilius’u.
Hasan Sabbah’ın “dava”sına zarar verenleri ya da zarar vermeye eğilimli olan kişileri kimi zaman yalnızca uyarmakla yetindiği görülüyor. Bu da adamın ödünü kopararak adeta felç olmasına neden oluyor. Selçuklu Sultanı Melikşah’ın ödünü koparıyor ve adamcağızın kısa bir süre sonra bu dünyadan göçmesini “zehirlenme vakası” olarak görenler varsa da ben bunu “öd” sarsıntısına bağlamaktan yanayım. Melikşah sabah uyumakta olduğu yatağından kalktığında yastığında bir mesajla karşılaşıyor. Bu bile tek başına ürkütücü de, mesajın bir hançerin kabzasına bağlı olması sahiden öd sarsıcı olmalı: “Senden çok uzakta Alamut kayalığı üzerinde yattığım seni aldatmasın, çünkü kendine hizmet için seçmiş olduğun kimseler de benim buyruğumdadır ve bana hizmet ederler. Yatağına bu hançeri koyabilen biri, onu yumuşak kalbine de saplayabilirdi. Bu sana ihtar olsun.”
Ünlüdür Siyasetneme’nin yazarı ve Selçuklu Devleti’nin Büyük Veziri Nizamülmülk… Bir vakitler dostane yolları da kesişir Hasan Sabbah ile. Sonradan düşman kesilecektir ona ve onun temsil ettiği mezhebe. Şu sözler Nizamülmülk’e aittir: “Bu insanlardan daha dinsiz, daha sapkın ve daha alçağı görülmemiştir. Onların en önemli amacı bu dini yok etmektir. Sözlerinde onlar, Müslüman gibi hareket ediyorlar ancak gerçekte kâfirdirler.”
Bir hançer darbesiyle öldürülür.
Hasan Sabbah ile uğraşmanın hayır getirmeyeceğini en erken fark eden büyük Sünni ilahiyatçı Fahreddin Razi olmuştur. Derste Nizariler hakkında ileri geri konuştuğu haberini alan Hasan Sabbah öğrenci kılığında bir fedai gönderiyor Fahrettin Razi’ye. Dersleri güzel güzel dinleyen öğrenci bir pundunu bulup hocasıyla yalnız kalınca hançerini çekip üzerine yürüyor. Yazılanların yalancısıyım, Fahreddin sıçrayıp ne istediğini soruyor öğrenci sandığı fedaiye. Fedai bir hocaya nasıl hitap edilmesi gerektiğini biliyor, gayet saygılı cevap veriyor: “Zatıâlilerinizin karnını göğsünüzden göbeğinize dek yarmak istiyorum, çünkü kürsünüzden bizlere küfrediyorsunuz.”
Bakar mısınız kibarlığa.
Bu karşılaşmadan sonra Fahrettin Razi, Nizariler hakkında fikrini soranlara şöyle demeğe başlıyor: “İsmaililere (Nizariler) sövmek hiç de akıl kârı değildir, zira öne sürecekleri karşı iddialar hiç de azımsanmayacak ölçüde kuvvetli ve keskindir.”
Hasan Sabbah 1124 yılında öldüğünde 92 yaşındadır. Kurduğu devlet “keskin” bir iddia üzerine inşa edilmiştir. Ardıllarını da eklersek 167 yıl yaşıyor. Ve sonrasında Moğol kasırgası bütün Ortadoğu coğrafyası ile birlikte Alamut’u da düzlüyor…
Mehmet Bozkurt / SOL
Not: Bu yazıda kullanılan kaynaklar:
Bernard Lewis, Haşhaşiler, Kapı Yayınları, 1. Basım, İstanbul, 2014
Farhad Daftary, İsmaililer, Tarih ve Kuram, Rastlantı Yayınları, 1. Basım, İstanbul, 1999
İsmail Kaygusuz, Nizari İsmaili Devleti’nin Kurucusu Hasan Sabbah ve Alamut, Su Yayınevi, İstanbul, 2013
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder