17 Ekim 2020 Cumartesi

Sadaka - Orhan Gökdemir / SOL

 İslamcılık ve Türkçülük askıda. Oluşmasına büyük katkı sundukları yoksulluğa karşı sadaka ekmek dağıtmaktan başka çözümleri yok. 


“Sevap kastıyla fakire hibe olarak verilen mal” anlamına geliyor başlıktaki kelime. Fakire verilecek amma velakin herhangi bir hizmet bedeli olarak verilmeyecek. Yani “Allah rızası için” verilecek. Böyle olmakla birlikte “verme”yi bütünüyle karşılıksız sayamıyoruz. Karşılığında kazanılacak bir “rıza” var, inananlar için önemli bir kazançtır.

Çoğulu “sadakat”tır. Arap kaynaklarına göre ş-d-k kökünden türeyen bu kelime “doğruyu söylemek” anlamına da geliyor. Bir müminin sadaka vermesi onun dininin doğruluğunu gösterir. Her ne ise, esası hayırseverliktir. Malınız-mülkünüz olacak ve bir kısmını malı-mülkü olmayanlara hibe etmeye razı olacaksınız. Karşılığını da rıza olarak alacaksınız. 

Bir de “zekât” var. Sadakanın gönüllü bir eylem olmasına karşı zekâtın “zorunlu” olduğu iddia edilse de “ulema” ikisi arasında fark gözetmez, birbirinin yerine kullanır. Zekât, bir tür sadakadır. Mal-mülk sayımı olmadığına göre, malın mülkün miktarı varsılın beyanına bağlıdır. Sadaka olarak verilecek miktar, varlık beyanına göre değişir. Kaldı ki zekâtın veya sadakanın yoksulluğu ortadan kaldırmak gibi bir amacı yoktur.

“Üsteki el alttaki elden daha iyidir…”, bu bir peygamber sözüdür. Bunu, elbette, “veren el alan elden daha iyidir” şeklinde yorumlayabiliriz. Bir adım daha ilerleyerek, “zenginin eli fakirin elinden daha iyidir” de diyebiliriz. Elde avuçta yoksa kime neyi verebilirsin? Vermek iyiyse, varsıllık da iyidir. Hep böyledir, ilk birikim denklemin dışındadır. Sadaka, zekât, giderek hayırseverlik her durumda yoksullar karşısında varsılların varlığını varsaymaktadır. Mülk edinme süreci tartışmaya dahil değildir. Bu durumda varsıl, sadaka ve zekât yoluyla, üsteki ele dönüşmektedir. Yoksulların eli hep alttaki el olmaya mahkumdur. 

Arap geleneği olarak görülmesin; sadaka Osmanlıda da çok yaygındı. Fırsat buldukça devlet kapısına “sadaka arzuhali” vermek gelenek olmuştu. Padişahtan para istemenin resmi yollarından biriydi arzuhal vermek. Fukara takımının bu arzuhalleri değerlendirilir, kendilerine dorumlarına göre para dağıtılırdı. Sultan Mecit bunu bir gösteriye dönüştürmüştü. Akşamları Tophane Kasrına geldikçe, dilekçesinin sonucunu bekleyen kalabalığa sadakayı bizzat dağıtıyordu. Edindiği bol “Allah rızası” ile öte dünyaya intikal ettiğini tahmin edebiliyoruz. Cennetliktir! 

Çok tanıdık gelecek, devletin çalışanlarına dağıttığı maaş da bir tür sadaka sayılıyordu. Maaş padişahın sadakasıydı yani. Memur hak ettiği için değil, padişah lütfettiği için alınıyordu. Memur ile dilenci arasındaki fark belirsizleşmişti zaten. Tek fark vardı aralarında. Sadakasını düzenli alanlar sadakat göstermelidir; beklenti buydu. 

***

Peki, bunlara, bu dinsel kavramlara “eşitlikçi” bir anlam yükleyebilir miyiz? 

“Toplumsal sıkıntılarla mücadele etmenin yasal yolu olan hayırseverlik, toplumsal sıkıntıyı daha da arttırır…” Marx bunu yazarken yoksulluk İngiltere’de ve Kıta Avrupası’nda yoksulların bir kabahati olarak görünüyordu. Yoldaşı Engels şöyle devam ediyor bu anlayışı açıklamak için: “Bugünkü toplumsal koşullar altında, yoksul kişinin bencil olmaya zorlanması ve çalışsa da geçimini aynı düzeyde sürdürecek olduktan sonra, çalışmamayı seçmesi son derece doğaldır.” Sadaka, çalışma ile tembellik arasındaki farkı ortadan kaldırır. Engels şöyle devam ediyor: “Ama bu bizi nereye götürür? Maltusçu komisyon üyelerinin öne sürdükleri gibi yoksulluğun suç olduğu ve bu haliyle ötekilere örnek olabilecek iğrenç cezalara çarptırılması gerektiği sonucuna değil, günümüzün toplumsal koşullarının hiçbir işe yaramadığı sonucuna götürür.”

Çok açık; Yoksul, mevcut durumunda çalışması hayatında bir değişikliğe yol açmayacaksa, tembelliği tercih edecektir. Buna “düşkünleşme” diyoruz. “Yardıma bağlı bir hayat sürme” olarak açıklayabiliriz. Bir tercih değildir, daha çok mevcut toplumsal koşulların yol açtığı bir travmadır.

Yani yoksulluk yaygınlaşmışsa ve bu yaygın durumun kurbanları çalışmak yerine yardımla geçinmeyi tercih etmişse bunun tek anlamı toplumun ve düzenin bütünüyle çürümüş olduğudur. Hayırseverlik, sadaka, zekât bir toplumsal dayanışma emaresi değil, tam tersine derin bir toplumsal çürümüşlük emaresidir. 

Daha önce burada not ettik; Sanayi Devrimi yıllarında İngiltere’de yoksullukla baş etmek üzere bir “Düşkünler Yasası” çıkarıldı. Şehirlere göçüp de iş bulamayanları kiliseye bağlı hayırsever cemaatler himaye edecek, bir öğün yemek ve yatacak yer sağlayacaktı. Ancak yasanın sonuçları çok tahrip edici oldu. Bir iş bulup çalışanların sürdürdüğü hayat, düşkünlerin sürdürdüğü hayattan daha kötüydü. Çoğu çalışmamayı tercih etti haliyle. Düşkünlük, ücretli çalışmaktan daha iyiydi. Çalışmak hiçbirini düşkün olmaktan kurtarmıyordu. 

Bunları bilmekle birlikte Marx ve Engels düşkünler yasası kaldırılırken şiddetle itiraz etti. Sadakanın kaldırılması yoksulları açlığa mahkûm etmek anlamına geliyordu. Engels İngiltere’de bütün resmi kayıtları gözden geçirmişti. Açlıktan ölenler, kayda geçirilenlerden kat kat fazlaydı. Yoksulluğun varlığında sadaka gereklidir. Ancak çözüm değildir ve gelip geçicidir. Asla eşitlikçi bir anlam yükleyemeyiz.

*** 

Türkiye’de düzen uzun yıllara yayılan bir düşkünleştirme politikası izliyor. “Tarımsal üretimi daha verimli kılmayı amaçlayan” IMF programları ile başlatıldı. 20 milyon köylünün ürettiğini 1 milyon köylü ile üretecek ve tarımı verimli kılacaklardı. Bu amaçla 19 milyon köylüyü tasfiye ettiler. Tasfiye olan köylülerin çoğu proleterleşmek yerine düşkünleşti. Bir kısmı “marjinal sektör”lere yöneldi. Sonuçta sadakaya bağlı bir hayat kurdular. Hoş, proleterleşseler de ancak böyle bir hayat kurabilirlerdi. 
Sadaka düzeni, düşkünleri var sayar. Düşkünleri ise düzenden ayrı düşünemeyiz. Varlığını kabul etmekle birlikte alt sınıfın en karanlık halidir, savunacak bir noktasını bulamayız... Geleceği kuracak olan dilenciler değil, emekçilerdir! 

Sonuca geliyoruz. Bu kavramlar dinseldirler ve hiçbir eşitlikçi yanları yoktur. Sadaka zenginin, merhamet zalimin erdemidir. Bunlar, hepsi, eşitsizlikçi bir düzenin ürünleridir. Bunların erdem sayılmadığı düzene ise Komünizm diyoruz. Erdemi eşitliktir. Yoksulluğu ve varsıllığı, haliyle sadakayı, zekâtı ve hayırseverliği kaldırmış olmayı varsayıyoruz. Esası yoksulluğu ortadan kaldıran bir yeni Cumhuriyettir. 

*** 

İslamcı iktidarın Türkçü ortağı bir iki gün önce “askıda ekmek” kampanyası başlattı malumunuz. Nedir esası? Ekmek alan, bir ekmek de askıya bırakacak. Yoksullar gelip o ekmeği alacak. Böylece toplumda dayanışma ve eşitlik sağlanacak! Sadakanın en perişan halidir.

İslamcılığın siyasal programının kapitalizme karşı olduğu tezinin temelsiz bir efsane olduğu ise çoktan ortaya çıktı. İdeal bir kapitalist düzen kurdular, yoksularla zenginleri bütünüyle ayrıştırdılar. Zengini daha zengin yoksulu daha yoksul kıldılar. Bu denklemde yoksulların payına düşen varlıklıların merhameti ve sadakasından ibarettir. Piyasa ile İslamcılık arasındaki müthiş uyumu görebiliyoruz. Eşitlikçi bir düzene cami avlusu eşeleyerek, asrı saadetten hikayeler devşirerek, ırkçılıkla yoldaşlık yaparak gidilecek yol kalmadı haliyle. 

İslamcılık ve Türkçülük askıda. Oluşmasına büyük katkı sundukları yoksulluğa karşı sadaka ekmek dağıtmaktan başka çözümleri yok. 

Ne zenginin merhametine ihtiyacı var çağın emekçisinin, ne sadakasına oysa. Ayağa kalktığında, varsıllar için de kurtuluş yolunu açacak, sermayesine el koyarak son verecek acılarına.

Tekrarlayalım öyleyse: Geleceği kuracak olan dilenciler değil, emekçilerdir!

Orhan Gökdemir / SOL

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder