23 Kasım 2020 Pazartesi

Kentin imgeleri (Ankara'nın heykelleri) - EBRU KIDIMAN / SOL

 


(I)  "Hatti Güneş Kursu"

Heykeltıraş Ebru Kıdıman, Ankara'nın heykellerinden 'Hatti Güneş Kursu'nu yazdı.

Kentlerin mimari ile birlikte en kıymetli kamusal yüzü belki de heykelleri. Meydanlarda, parklarda, bir sokağın hemen başında, eski bir çarşının girişinde, içinde, kimi zaman bir buluşma adresi olarak, pek çok yerde yaşantımızın parçasıdır Ankara’nın heykelleri. Yapılışından heykeltıraşının yaşantısına, heykelin kent ile kurduğu ilişkiden taşıdığı kavramsal ve ideolojik anlama, tarihsel ve güncel değerinden hakkındaki tartışmalara, kent insanının, kentin emekçilerinin onunla kurduğu ilişkiden heykelin o kentin belleğinde, o kentte üretilen sanatta kapladığı yere kadar olağanüstü bir hikâye... soL okurları için Ankara’da belki de her gün yanıbaşından geçip gittiğimiz heykellerin hikâyelerini paylaşmanın kente dair mücadelemiz ile de ilişkisi olduğunu düşünüyoruz. O halde, lafı uzatmadan başlayalım...

Anadolu Yarımadası’nın 1500 yıllık bilinen en eski uygarlığı Hatti Ülkesi. Mezopotamya’nın buluntuları arasında karşımıza çıkan yazılı kaynaklarda bu ülkenin M.Ö 630’lu yıllara değin hüküm sürdüğünü görmekteyiz. Hatti’ler, filologlar başta proto-Hitit yani Hititler’den önce yaşamış uygarlık olarak nitelendirseler de sonra ki araştırmalarda bu bilgi eksikliği ortadan kalkmıştır. Alacahöyük ve civarı kazılarda ele geçen buluntular, ilk evre olarak nitelendirilen süreçte Hatti Kralı’nın mezarından çıkarılan kurs, medeniyetin yaşantısı hakkında pek çok bilgi vermektedir. Yapılan kazılarda ölen erkeklerin mezarlarında takı-aksesuar, gündelik yaşama dair pek çok ürünle beraber gömüldüğü görülürken, kadınların mezarlarında o döneme ait silahlara rastlanmıştır.

Güneş kursları dini ritüellerin temelini oluşturan bir nevi koruyucu obje ve ritüel esnasında Gök Tanrı’yı ve Toprak Ana’yı davet eden üzerinde ses çıkarmasını sağlayan hayvan ve geometrik sembollerle süslenmiş çoğunlukla tunç ya da altın kaplama yapılan eserlerdir.

1978 yılında yapımı tamamlanan, heykeltıraş Nusret Suman tarafından yapılan ‘Hitit Güneş Kursu Anıtı’ Alacahöyük’te yapılan kazılarda Hatti Kralı’nın mezarından çıkan geyikli güneş kursunun kopya anıtıdır. 

Eserin orijinali günümüzde Ankara Anadolu Medeniyetler Müzesi’nde sergilenmektedir. Orijinal eser 22 cm yüksekliğinde pirinç döküm tekniği ile gerçekleştirilmiş, geyikli figürler toprak ana, onun bereketi ve koruyuculuğunu simgelemektedir. ‘Hitit Güneş Kursu Anıtı’ 1973’te Belediye Başkanı Vedat Dalokay tarafından şehrin sembolü kabul edilmiş, 1974 yılında Suman tarafından kopya anıtın yapımına başlanmış, 1978 yılında da bugünkü yeri olan Sıhhiye Meydanı’na yerleştirilmiştir.

Mustafa Nusret Suman, 1905 Selanik doğumlu Cumhuriyet Dönemi ilk kuşak olarak adlandırılan Türk ressam-heykeltıraştır.

Türkiye’de güzel sanatlar adına kurulan ilk kurum Sana-i Nefise Mektebi Ala, bugünkü adı ile Mimar Sinan Güzel Sanatlar Fakültesi’dir. Osmanlı son dönemlerinde büyük bir çoğunluğunu askerler oluşturmakla birlikte, özel izin ve burslarla görsel sanatlar alanında hakimiyet ve eğitim için bir çok sanatçı Avrupa’ya gönderilmiştir. 1882 yılında kurulan kurum minyatür ve hat sanatı dışında görsel sanatlar alanında bölümlere de sahip olmuş, ilk eğitimcileri Avrupa’dan gelen akademisyenler iken, ikinci dönem akademik kadroyu ise Cumhuriyet’in ilanı ile Avrupa’da eğitimini tamamlamış Türk ressam ve heykeltıraşlar oluşturmuştur. Kreppel, Canonica, Thorak gibi sanatçı akademisyenlerin yetiştirdiği ilk kuşak sanatçılarından Mustafa Nusret Suman, 1928 yılında akademiden mezun olduktan sonra Avrupa bursu sınavını kazanarak önce Almaya’da resim eğitimi alıp ardından heykel eğitimi için Paris’e gitmiştir. Yurda dönüşünden sonra uzunca bir süre serbest çalışıp ardından akademide görev yapmıştır. Sanat hayatı boyunca çoğunlukla Atatürk temalı çalışmalar sürdürse de gerçekçi model etütleri, soyutlama ve güçlü kontrast oyunları yaptığı yüzü geçkin eseri bulunan D Grubu sanatçılarındandır. 1978 yılında Sıhhiye Meydanı’ndaki eserinin açılışına gidişi esnasında trafik kazası sonucu hayatını yitirmiştir. Eserleri ölümünden sonra kardeşi Nedret Ekşigil tarafından 1983 yılında İstanbul Resim ve Heykel Müzesine bağışlanmış, Ankara, Muğla, Artvin, Sivas, Kütahya, Gaziantep, Adapazarı, Bingöl, Sinop, Tekirdağ, Yozgat, Mudanya gibi illere büyük eserler bırakmıştır.

Türkiye’de heykel denilince akla ilk ne gelir? Tabii ki Atatürk heykelleri, kurtuluş ve Milli Müdafaa, Kuva-i Milliye ruhu… Tartışmasızdır ki heykel ya da resim herhangi bir sanatsal imge daha eser bilincine sahip olmadan ortaya çıktığı toplumun dini, siyasi, ideolojik, sınıfsal yani toplumun her alanına etki etmiş her türlü sosyolojik olguyu içinde bulundurmuştur. Yüz yıllardır da bu olguya dair benliğini kaybetmemiştir.

Cumhuriyet’in 50. yılında 81 ilde 81 Atatürk heykeli isimli proje de bu olgunun devamlılığının ve Türkiye’de heykel denince akla Atatürk heykelinin gelmesinin en büyük etkenidir. O dönemdeki hükümet tarafından hayata geçirilen projede maalesef işlerin niteliğine bakılmaksızın salt fiyat endeksli bir yaklaşımla Atatürkçülük olgusunu tüm Türkiye’ye yaymak adına her şehir merkezine hatta bazen birden fazla Atatürk heykeli konulmuştur. Hatti Güneş Kursu, bu bağlamda farklılık gösterir. Kamusal alanda birçok heykel olmasına karşın 1974’lü yıllarda Anadolu kazılarında ortaya çıkan bir eserin reprodüksiyon çalışmasının şehir merkezine konulması ve sonrasında bu eserin belediye başkanı tarafından belediye amblemi olarak kullanılması önemlidir.

90’lar ise “yeni Türkiye”nin sahneye alınışıdır. Yirmi yıla yakın Ankara Büyükşehir Belediyesi logosu olan ‘Güneş Kursu’ 1995 yılında değiştirilir. Danıştay 8. Daire, dönemin Ankara Büyükşehir Belediye Başkanı Melih Gökçek’in 1995’te Ankara’nın Hitit Güneş Kursu amblemi yerine belirlediği Atakule-cami minaresi ve üç yıldızdan oluşan simgeyi reddeder. Eski CHP Trabzon Milletvekili Avukat Rahmi Kumaş, Gökçek’in 1995’te Hitit Güneş Kursu yerine belirlediği Atakule-cami minaresi ve üç yıldızdan oluşan amblemi yargıya taşır. Ankara 2. İdare Mahkemesi, amblemi, “Belediyenin amblem belirleme yetkisi olmadığı” gerekçesiyle iptal eder. AKP, 2004’de 5272 sayılı Belediye Yasası’nı çıkararak, belediyelere amblem belirleme yetkisi verir. Ankara Büyükşehir Belediyesi de cami minareli ve üç yıldızlı amblemi yeniden benimser. Dava, Ankara 3. İdare Mahkemesi’ne taşınır. 3. İdare Mahkemesi, “Ankara’yı temsil etmediği” gerekçesiyle amblemi bu kez esastan iptal eder. İdare Mahkemesi’nin kararında, “amblemde kullanılan simge ve işaretlerin anlamlarının ortalama bir bilinç ile doğrudan çıkarımını olanaklı kılan açıklık ve anlaşılırlık özelliğinin bulunmadığı, kullanılan sembol figürlerin, Ankara’yı tarihsel ve kültürel derinliği ve ağırlığı ile orantılı biçimde tanıtıcı öğe niteliği taşımadığı” belirtilir. Belediyenin, iptal kararının bozulması için Yargıtay 8. Dairesi’ne başvurusu da reddedilir. Belediye, bunun üzerine karar düzeltme yöntemiyle kararın bozulmasını ister, ancak Danıştay 8. Daire de belediyeyi haksız bulur ve karar düzeltmeyi dörde karşı bir oyla reddeder. Uzun süren tartışmalar kendilerince yasa yapılandırılmalarından sonra belediye logosu yeniden değiştirilir.

Temelinde bu değişim bir devri yıkıp yenisini oluşturmakla ilgili bir eylemdir. Anadolu topraklarından çıkan bir imgenin yerine kendilerine en yakın olan ve aslında dayatmaya çalıştıkları düşüncenin temellerini atan bir değişim yapmış oldular. Kent kültürü, kültürel miras elbette önemli değildi. Yaşadığımız son on dokuz yıla baktığımızda o kadar çok köklü değişikliğe izin verdik ki, bu belki en yüzeysel olanıydı ama diretildi, istendi, izin verildi ve yapıldı. 31 Mart yerel seçimleriyle Ankara Büyükşehir Belediyesi’nin CHP’ye geçişi ile birlikte tekrar gündeme gelen Hitit Güneş Kursu logosuna yeniden dönülmesi isteği, sosyal medyada başlatılan kampanyalara rağmen henüz karşılanmış değil. Kim bilir, belki Ankara bir gün tekrar güneşine kavuşur. Çin’den gelen aslanları, keçileri, kedileri ya da ottoman tarzı süslü meydan havuzlarını değil de bu coğrafyada emeğin, üretimin ve kültürün varlığını anlatan gerçek kimliklere sahip eserlerle belli bir zümreye hitap etmeyen toplumun her kesimine kendini anlatan, toplumu anlamlandıran eserlerin üretimini destekleyen değişiklikler yaşarız.

Birlikte o günleri kuruncaya kadar, Sıhhiye Meydanı’nda heykeltıraş Nusret Suman tarafından yapılan Hitit Güneş Kursu Anıtı kucaklayacak sabahları işlerine giden, akşamları evlerine dönen emekçileri, öğrencileri, işsizleri, hemen yakınındaki Abdi İpekçi Parkı’na doğru  dalgın yürürken yarınını düşünen, kaygılanan, bazen de hayal kuran kent sakinlerini...

(II) "Eller"

Abdi İpekçi Parkı’nın içinde de dünya çapında ses getirmiş bir olaya şahitlik eden bir çift el vardır. 1980 sonrası Türkiye’nin en büyük toplu iş bırakma eylemiyle tüm Türkiye’ye yayılmış işçi eylemi Tekel Direnişi’ne...

Heykel varoluşu açısından dokunsal bir nesnedir. Dokunulmak, hissedilmek ister. İster figür olsun ister soyut, büyük boyutlu ya da küçük boyutlu, izleyicisi ile buluşma anından itibaren kendini anlatım şekli yalnızca izlenmek değil izleyici ile temas halinde olmaktır. Sergi salonlarında, müzelerde ve kamusal alan heykellerinde heykele yapılan en büyük ayıp da heykel ile izleyicisi arasına konulan sınırlardır. Kamusal alan heykellerine yapılan en büyük sınırlama çevre düzenlemesi adı altında etrafına konulan ağaçlar ve çiçekler, trafik levhaları, aydınlatmalardır. Bu tür ekipmanlar hem heykelin görünürlüğünü engeller hem de dokunsal ve üç boyutlu olan nesneyle aranıza sınır koyar. Bu heykeller hiç fark etmesek de aslında bize dair pek çok şeye tanık olurlar; bu sebeple o sınırların ortadan kalkması gerekir. Büyük bir bahçenin ortasında herkese tepeden bakan bir şekilde bulunduğu alanda yaşanılan pek çok olaya şahitlik eden bu imgeler heykeltıraşların atölyesinden çıktıktan sonra topluma ait değil midir artık? Bize dair ve bizimle...

Abdi İpekçi Parkı’nın içinde de dünya çapında ses getirmiş bir olaya şahitlik eden bir çift el vardır. 1980 sonrası Türkiye’nin en büyük toplu iş bırakma eylemiyle tüm Türkiye’ye yayılmış işçi eylemi Tekel Direnişi’ne...

Peki bu uluslararası ses uyandıran direnişin sebebi neydi? Kısaca bahsetmek gerekirse:

2002 yılında iktidara gelen Adalet ve Kalkınma Partisi hükümeti, Türkiye'de izlenen özelleştirme politikalarının sonucu olarak çok sayıda devlet kuruluşunun özel sektöre çeşitli satış yöntemleriyle geçmesini sağlayan politikaları sermaye sınıfı adına uygulamaya devam etti. Bu politikaların bir sonucu olarak Özelleştirme İdaresi Başkanlığı 2008 yılının Şubat ayında TEKEL'in sigara ve tütün bölümü için ihaleye çıktı. İhale sonucunda British American Tobacco (BAT) 1 milyar 720 milyon dolar vererek TEKEL'e ait Adana, Ballıca, Bitlis, Malatya, Samsun ve Tokat sigara fabrikalarının “sahibi” oldu. İhaleden kısa bir süre sonra da BAT, özelleştirme yöntemi “varlık satışı” olarak belirlenen ve bir istihdam garantisi bulunmayan sözleşmeyi gerekçe göstererek, Türkiye’deki fabrikasında çalışan işçilerin çoğunu işten çıkaracağını duyurdu. Özelleştirme sonucunda halkın emeği ile on yıllar içinde yarattığı değere konan firma, 10 bin 818 TEKEL işçisinden 8 bin 247'sinin iş akdini feshetti. Daha önce özelleştirilen devlet kurumlarındaki işçilerin başka devlet kurumlarına aktarıldığı olmuştu. Ancak hükümet bu sefer aynı yöntemi seçmedi ve işçileri 4/C'ye geçirmeyi önerdi. İşçiler ise bu öneriye aşağıdaki maddede yer alan temel gerekçelerle karşı çıktı.

Tekel Direnişini alevlendiren temel sebepler bunlardı belki. Ancak başka bir şey daha vardı. Yıllar önce binlerce kişinin uğruna can verdiği, işkence gördüğü emekçiyi kölelikten kurtaran, belki mukayese edilemez ama bir nebze insancıl yaşama hakkı kazanan yüzlerce kişinin edindiği hakları tekrar ellerinden almaya çalışan bir hükümet politikası ve buna dur deme cesaretinin göstermiş örgütlü bireyler vardı.

Ve böylesi yürekli bir direnişe tanıklık eden bir çift el... Direniş süresince kimi işçilerin üstüne çıkıp bayrak açtığı, kimilerinin üzerinde kameralara zafer pozları verdiği, etrafında halaylar çekilen, birçok slogan duymuş ‘80 sonrası en büyük emekçi direnişine kucak açmış bir heykel... Yanından geçip gidenler kimin yaptığını bilmez meraklısı dışında. Bazılarının ‘özgürlük anıtı’ bazılarının da ‘dua eden eller’ dediği heykel. Kızmak hakkına sahip değiliz, girişte de bahsettiğim gibi ülkemizin belediyecilik anlayışının -yaptım oldu- algısının sonucudur. Kamusal alandaki heykellerin kaidesine ufak bir heykel kimlik bilgisi vermek, heykeltıraşını, tarihini, eserin adını vermek çok da zor olmasa gerek. Belediyeler ya da sanat alımlayıcıları bu duruma dair bir özen içerisine girinceye dek kısaca eser ve üreticisi hakkındaki bilgileri sizlerle paylaşayım.

Eser 1979 yılında sanatçı Metin Yurdanur tarafından yapıldı. Metal konstrüksiyon üzeri beton dökümdür. Eserin gerçek adı ‘Eller’dir ve Abdi İpekçi Parkı’nda sergilenmektedir. Bulunduğu yerleşkede ilk yıllar heykelin tamamını görmemizi engelleyen bir metrelik çalılar yoktu muhtemelen. Güncel fotoğrafında bulunan çalılar tam da bahsettiğim izleyici ve eser arasındaki bağı koparan heykelin tamamını görmemize engel teşkil eden çevre düzenlemesine örnektir.

Eser sahibi Metin Yurdanur, 1951 yılında Sivrihisar’da doğdu. 1972 yılında Gazi Eğitim Enstitüsü Resim-İş Bölümü’nden mezun oldu. 1972-1978 yılları arasında öğretmen okulu ve liselerde öğretmenlik, 1978-1981 yıllarında Gazi Eğitim Enstitüsü Resim-İş Bölümü’nde modelaj öğretmenliği yaptı. 1979 yılında Ankara Belediyesi’nin “kentin plastik unsurlarla donatılması projesi” kapsamında, gelen talep üzerine çeşitli heykel tasarımları hazırladı. Bunlar bugün Abdi İpekçi Parkı’ndaki “Eller”, Gar Meydanı’ndaki “Miras”, Batıkent’teki “Dayanışma”dır. 1981 yılında serbest çalışmaya başlayan sanatçının dünya çapında 100’den fazla heykeli bulunmaktadır. Bunlardan bir kısmı Almanya, Japonya, Macaristan, Libya, Türkmenistan, Moğolistan ve Küba’da bulunmaktadır. 2005 yılında Ankara Üniversitesi Ziraat Fakültesi yerleşkesinde 50’den fazla heykelden oluşan “Ben Anadoluyum, Ben Cumhuriyetim, Ben Halkım” adlı bir yıl süreli sergiyi açtı. Her yıl farklı bir üniversitede tekrarlanan; kültür ve sanatı öğrenciler, akademisyenler ve bölge halkı ile paylaşan sergi, Türkiye’de ilk ve tek olma özelliğine sahiptir. Sanatçının Sivrihisar’da yaklaşık yüz bin metrekarelik bir alanda eserlerinin sergilendiği bir açık hava heykel müzesi bulunmaktadır. Aynı alanda bulunan “Sivrihisar Belediyesi Metin Yurdanur Kültür Sanat Evi ve Heykel Bahçesi”nin  restorasyonu T.C. Kültür ve Turizm Bakanlığı, Eskişehir Valiliği ile Sivrihisar Belediyesi'nin destekleriyle 2016 yılında tamamlanmıştır. Sanatçıya ait olan bu tarihi konak, tescilli kültür varlıkları listesindedir ve Surp Yerrortutyun Kilisesi’nin yanında bulunmaktadır. Sanatçı Ankara’da bulunan heykel atölyesinde çalışmalarını sürdürmektedir.

Eserler sanatçısının elinden çıkıp izleyicisiyle buluştuktan sonra başka bir kimlik kazanır, onu izleyen her bireyle farklı bir bağ kurar, bulunduğu alanla bir bütün olur. Kentin imgesi haline gelir. Bu imgeler kimilerinin ortak buluşma noktası olurken Yurdanur’un ‘Eller’i gibi kimi heykeller de toplumsal bir hareketin sembollerinden olur, halka dayatılan bir olgunun kırılma noktasında tarihe tanıklık eder.

Abdi İpekçi Parkı sadece Tekel ile özdeşleştirilebilecek bir yer değil elbette. Sıhhiye’deki 1 Mayıs kutlamalarının soluklanma yeridir Abdi İpekçi Parkı ve Eller heykeli, belki 1990’larda bahar eylemlerinde bir el dayanıp, bir sırt yaslanıp yorgun bir gövde dinlenmiştir Eller’de. Her gün binlerce emekçi geçer Eller’in yanı başından telaşla. İşsizler parktaki banklarda, ağaçların gölgesinde beklerken seyre dalar heykeli. Kamusal alana ait eserler belli ki sınıfsız toplum kuruluncaya dek Tekel’e benzer kendi tanıklıklarını, hikâyelerini biriktirmeye devam edecekler. Bir gün bu hikâyeler yeni imgelerin doğuşuna, Ankara’nın gri betonlarından arta kalan birkaç yeşil alanda kendi hikayelerini biriktirmek için yeni yaratımlara yer açacaklar. Eller sıkılı yumruk olup Sıhhiye’den Kızılay’a yürüyecekler...

(III)  Güvenlik Anıtı (Emniyet Abidesi)


Avusturyalı mimar C. Holzmeister tarafından tasarlanmıştır eser. Holzmeister Cumhuriyet yönetimi kamu kuruluşlarını ve çevrelerini tasarlayan bir mimardır.

Daha Cumhuriyet’in ilk yıllarında henüz hali hazırda yetiştirilmiş bir Türk heykeltıraşın olmadığı, ancak Batılılaşma adına büyük adımlar atılırken kent estetiği için heykelin de önemli bir olgu olduğunun bilincine varılmıştı. Mimari yapılar, kent meydanları, otomobil ve tren yolları derken park-bahçe süslemeleri de kent planlarına dahil edildi. Bu süslemeler hem yeniliğin öncüsü hem de bu gelişimdeki devinimin bir parçası olacaktı. Ancak bir sorun vardı: Bu heykelleri, mimari yapıları kim yapacaktı?

Sanayi-i Nefise henüz Mimar Sinan Güzel Sanatlar Fakültesi olmamıştı. Elde Osmanlı Dönemi Avrupa’ya gitmiş, resim heykel eğitiminin bir kısmını tamamlamış askerler ve paşa çocuklarından başka kimse yoktu. Bunun üzerine bir kurul oluşturuldu ve içlerinde Atatürk’ün de bulunduğu toplantıda ortaya bir öneri atıldı: “Paşam, meydana bir mermer blok koyalım ve üzerine yeni alfabemizle ‘BİR TÜRK HEYKELTIRAŞ YETİŞTİRİLİNCEYE KADAR’ yazalım” önerisi verildi. Kabul görmese de önemli bir tasarıdır. Buradaki Türklük yaklaşımı salt milliyetçi bir yaklaşım olsa da yerellik sağlaması açısından önemli, kendi ülkesinin yetiştirdiği sanatçıyı kazanmak açısından değerli hatta. Dışa bağımlı değil, üretimde ve emekte yerel olma değeri. Bu tasarı uygulamaya geçirilmedi ve yetiştirilme aşamasında olan sanatçıların hocaları ve yurt dışından getirilen sanatçıların eserleri kent meydanlarında yerlerini aldı. İşte bu eserlerden biri de Güvenlik Anıtı – Emniyet Abidesi’dir.

Avusturyalı mimar C. Holzmeister tarafından tasarlanmıştır eser. Holzmeister Cumhuriyet yönetimi kamu kuruluşlarını ve çevrelerini tasarlayan bir mimardır. Eserin tasarımına 1927 yılında başlanmış ve 1935 yılında tamamlanmıştır. Kolektif bir çalışma olan bu eserin bronz kısımları (figürler) Viyana’da dökülmüş, Mamak Taşı kullanılarak yapılan kaide üzerindeki rölyefler tasarımcıların öğrencileri ve Türk ustalarla beraber işlenmiştir. Eserin tasarımının çıkış noktası Türk ulusunun polis ve jandarmaya olan güvenini, Atatürk’ün Kurtuluş Savaşı’nda ve devrim süreci içerisinde beraber yol aldığı arkadaşlarını temsil eden heykeller ve insan zekasının, çiftçinin tarım çalışmalarının yer aldığı rölyeflerin bulunduğu anıttır.

Demiştik ya şehir imgelerinin kendi hikâyeleri, tarihe damgasını vurmuş olaylara tanıklığı vardır. Emniyet Anıtı 1935’ten bu yana pek çok hikâyeye tanık olmuştur. Ankara’dan yolu geçen herkesin bir tanışıklığı vardır bu anıtla. Ama onun anıları, tanışıklığı bambaşka. Yerleşkesine yerleştikten yirmi beş sene sonra Türkiye topraklarındaki ilk sivil itaatsizlik eylemine tanıklığı. 5.5.1960 saat beş… toprak işçilerinin bulunduğu rölyefte meydanda toplanmış öğrencilerin söylediği şu marş yankılanıyor:

“Olur mu böyle olur mu?
Kardeş kardeşi vurur mu?
Kahrolası diktatörler
Bu dünya size kalır mı?
Kızılırmak akmam diyor
Etrafını yıkmam diyor.”

Demokrat Parti liderinin yapacağı miting bu marşla bölünüyor. Öğrencilerin talebi hürriyet. Olaylı mitingden yirmi gün sonra ülkenin ilk askeri darbesi yaşanıyor. Aradan on sene geçiyor. Merkezi İstanbul olan 15-16 Haziran olaylarında, 16 Haziran günü İskitler Sanayi Çarşısı’nda bir grup öğrenci ve işçinin yaptıkları işçi eyleminde polis müdahalesi sonucu İskitler’in ara sokaklarından Ulus’a, oradan Güvenpark’a sığınan eylemcilere kucak açıyor...

Cumhuriyet Tarihi’nin pek çok ilkini gördükten ve “kısa çöp uzun çöpten hakkın alacak elbette” inadının sahibi Hasan Hüseyin Korkmazgil’in “İnsan Pazarı” şiirinde kendine yer bulduktan sonra uzun yıllar ne ülkede yaşanılan onca hak gasbına ne de sömürülen emekçilere ses getirecek köklü bir olaya şahit olmadı Emniyet Abidesi. Ancak yıllar sonra, bambaşka bir olayla, meydandaki taşlar yeni insanlara yer açtı. 1 Haziran 2013’te Türkiye’nin en büyük halk ayaklanmasında Gezi direnişçilerinin buluşma noktası oldu. Emniyet Abidesi’nin Hürriyet Abidesi’ne dönüştüğü andır. İktidarın polisinin halka saldırısından o da payını aldı. Ethem’i koruyamamanın yanında önemi yoktur gaz kapsülleri ve mermilerin açtığı yaraların. Biraz andezit, biraz pirinç neydi ki zaten insan canının yanında?

Bir sene sonra ‘bir avuç kömür için bir ömür harcayanların’ yasına ortak oldu 14 Mayıs 2014’te. Manisa’nın Soma ilçesinde bulunan Soma Kömür İşletmeleri A.Ş.’nin maden ocağından 13 Mayıs 2014 Salı günü trafo patlaması nedeniyle meydana geldiği iddia edilen iş cinayetinde çok sayıda işçinin yaşamını yitirmesi üzerine 14 Mayıs 2014 Çarşamba günü Güvenpark’ta oturma eylemi başlatıldı. “Bir Avuç Kömür Eder mi Bir Ömür? İnsanlık Nöbetindeyiz” pankartı açıp, yüzlerini kömür karasına boyayan eylemciler, pankartın üzerine ekmek ve madenci kaskı bırakarak tepkilerini gösterdiler. “Ucuz işçi ucuza maliyet, çok kâr” dövizleri yazan insanlık nöbetçileri alkışlarla hükümeti ve iş katliamlarını protesto ettiler. Eminyet Abidesi’nin yıkılmakta olan bir Cumhuriyet’e sahip çıkmanın emeğe sahip çıkmakla ilişkisini tekrar kurduğu andır.

2016 yılının Temmuz ayında üzerinde kurşun deliklerinin açıldığı, sprey boyalarla yazılamaya maruz kaldığı bir darbe girişimine de tanıklık etti Güvenlik Anıtı. Gün boyunca üzerinden helikopterler, savaş uçakları geçti, etrafında arbedelere maruz kaldı. Bir de “demokrasi bekçilerinin” günlerce bedava otobüsler ve tavuk döner ayranla darbe girişimcilerine karşı nöbet tutuşuna.

Ankara’da bulunup da Kızılay Meydanı’ndan  geçenlerin anıları kadar o geçenlerden anı biriktiren yapılardandır Emniyet Abidesi. Üzerindeki kurşun izleri, üstü kapatılmış sprey boya lekeleriyle neredeyse bir asırlık varoluşunda pek çok hikâyenin ortağı. 

Bugünün emekçilerinin haklarını nasıl aldığını hatırlatan eylemlere buluşma yeri oldu, marşlar, sloganlar duydu. “Ne istiyorsunuz?” sorusuna en içten seslerle gelen ”hürriyet” cevabını yankılayarak cevap verdi. Anıları, göreceği daha köklü direnişlere ışık tutuyor.

Merkez Kızılay, pusulamız kent heykelleri olunca, üniversite öğrencilerine ve onların buluşma noktası bir heykele doğru yolumuzu değiştirmek gerek artık. Bu ise bir sonraki yazının konusu olsun.

(IV) Barış Heykeli

Heykeltıraş Ebru Kıdıman, Ankara'nın heykellerinden 'Barış Heykeli'ni yazdı.

“Sanat icat edilmiş bir kavramdır” der Larry Shiner ve ekler “insana ait her durum gibi.” Felsefe bu durumu estetik aracılığı ile anlamlandırdı, tarih onu var eden toplumsal olaylardaki gelişimini ele alarak aradı, sosyoloji ise direkt insanlık durumu olarak nitelendirdi, düşünmek, konuşmak, ağlamak gülmek gibi. Ancak bu insani durumların dışında sanatı var eden birkaç temel ve somut öge vardır: İmge, kurgu ve temsil. Sanatın nesnesi bir imgedir. Plastik sanatlarda ele aldığımızda bu imge resim, heykel, rölyef olarak belirlenebilir.

İkinci özelliği ise kurguya sahip olmasıdır. Bu kurgu belli düzenek ve kavramların bir araya getirilmesi ile oluşturulur; tiyatro, roman gibi. Son olarak temsil ise hayatın yeniden kurgulanması, gerçeği belli kurallar dahilinde yeniden sunmak ve yaşamın, yaşamı temellendiren insani olguların yeniden inşa edilmesi, imgenin anlama dönüşmesi olarak tanımlanabilir. Burada imgenin anlama dönüşmesinden kasıt şudur: Sanatçı için tasarım sürecindeki oluşum, yani nesnenin kendisi basit bir kavrama indirgenebilir. Demokrasi, özgürlük, devrim ya da barış gibi kavramlar sizlerde uyandırdığı şekillerden çok daha başka formlara evrilir bir sanatçının elinde.

Bu haftaki heykelimiz de barış kavramını güvercin uçuran genç bir kadın ve erkek heykeli olarak imgelendiren Burhan Alkar’ın 1979 yılında Sakarya Caddesi yaya yoluna konulan Barış Heykeli.

Burhan Alkar 1930 yılında Filibe, Bulgaristan’da dünyaya gelmiş Türk ressam – heykeltıraştır. 1951’de Gazi Eğitim Enstitüsü Resim-İş Bölümü’nden mezun oldu. 1958’de fakültenin asistanlık sınavını kazanarak akademik hayatına başladı. 1960'ta Paris’e gitti ve Julian Akademisi’nde Heykeltıraş Monsieur Mougene’in atölyesinde çalıştı. 1961-65 yılları arasında Paris Güzel Sanatlar Yüksekokulu’nda Monsieur Leyque’in atölyesinde heykel ihtisası yaptı. Ankara, Adana, Erzurum, Paris gibi şehirlere pek çok eser bırakmış, sanat hayatı boyunca ondan fazla ödül ve mansiyona layık görülmüş akademik sanatçılardandır.

Sanatçının 1977’de tasarımına başlayıp 78’de tamamladığı, 1979 senesinde de son durağına yerleştirilen anıtı kil modelleme sonrası bronz döküm tekniği ile gerçekleştirilmiş. Toplan yüksekliği 2,30 metre olan anıt Ankara Sakarya’da yer almaktadır. 1940-50’li yılların kütlesel, hacimli figür üslubu ile modellenmiştir. O kuşak sanatçılarının özellikle yurt dışı eğitim görenlerinin bir dönem çokça kullandıkları az hareketli, az ayrıntılı kabaca hantal etkilerin görüldüğü eserlerdendir. Anti-estetik olarak nitelendirilemez ancak fazlaca benzerleri görülür üslup olarak. Dünya genelinde künyeleri olmasa birbiriyle karıştıracağımız pek çok eser görebiliriz bu sebepten.

“Heykelin dili yalın olmalıdır” der Bouirdeu ve ekler “imgenin dili yalınlaştıkça anlatacakları artar.” Tam da anlatılmak istenilen şeyin imgesidir bu heykel. Barışı üç figürde anlatabilme özelliğine sahiptir. Sayfalarca alt metne ihtiyaç duymadan anlatılmak istenilen, sanatçının barış kelimesinin onda bıraktığı izlenimle uygulamasını tamamlamış. Kişiden kişiye göre değişebilir elbet bu anlatım, herkes farklı bir yorumla yola çıkabilir, tabii ki kişiden kişiye göre değişkenlik gösterir. Fakat ironik anlam karmaşasına sebep olacak uygulama-isim görmezsiniz sanat eserlerinde.

Kısaca düzen siyasetçilerinden çok farklıdır durum. Görüşü ne olursa olsun sanatçı ürünü tasarlar, ortaya koyar, adlandırır. Küçük de olsa bir etkileşim uyandırır izleyicide, politik yaklaşımlardan farklı olarak. Ülke siyaseti ya da onların yaptığı eylemler ile davranışlar arasında örtüşmeyen bir ilişki vardır. Sonuçları ise estetik tartışmalara değil, insanlık suçu olacak etkenlere yol açar. 1974’te Alkar’ın heykeliyle çağdaş sayabileceğimiz bir adlandırma mesela “Kıbrıs Barış Harekâtı”. Harekât kelimesi aslında fiilin nereye varacağını belli etmiş bizlere ama sonuç? Adı süslenmiş bir savaş! Uluslararası kuruluş kararlarının çoğu, oluşan durumu "yasadışı istila" olarak tanımlamaktadır.

Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi bu harekatı on sene sonraki yapılandırmalarında işgal olarak değerlendirmiştir. Ya da yakın geçmişimizde yaşanılan “Zeytin Dalı Harekâtı”. Zeytin dalı da mitolojik bir barış simgesidir ancak kullanım yeri ile yapılan eylem arasında uçurum vardır. Kaybedilen onca can, yok olan yapılar, umutlar… Bir kişinin dudağından çıkan bir kararla menfaat uğruna harcanan paralar. Sanatı, sanata dair her şeyi -ki onlara hitap etmiyor, onlar için provokasyon göstermiyor ise özellikle- ucube, gereksiz harcama, kara para aklama olarak görürler ya kendi rant meseleleri, hegemonyaları için yok olan topraklar, ağaçlar, canlar hiç sayılır. Adıyla ters düşmüş sanat nesnesine rastlamazsınız, koca sanat tarihinde ama kendi adıyla alakası olmayan pek çok savaş, harekat, fetih, hükümet kararı görürsünüz. Eylem uygulanır, üst rütbeler madalyalar alır, olan emekçi çocuklarına, halkın çoğunluğuna olur. Bizler de susarız.

Yapılacak bir savaş varsa bu savaşı kendi özgürlüğümüz için, sınıf ayrımlarını ortadan kaldırmak için versek... Sınıfsız bir toplumun dünyayı ne kadar güzelleştirdiğini görsek... Hiçbir şey yapamıyorsak ham madde ya da rant için insan katledilen savaşların adını süslemek yerine bizi gerçekliğe, bilime, eğitime yönlendiren sanat eserleriyle şehrin dört bir yanını süslesek... Mümkün mü?

Genç bir kız ile erkeğin birlikte uçurdukları güvercin özgürlüğe ve barışa kanat çırpsın, heykel kent sakinlerinin, güvercinlerin, sevdalıların ve Dil Tarih öğrencilerinin buluşma noktası olmaya devam etsin. 

Biz Sakarya Caddesi’nden yukarı doğru biraz yürüyelim. Şimdi polis merkezi olmuş, yanından geçenlerin varlığını unuttuğu, insanca yaşamak nedir onu anlatan İnsan Hakları Anıtı’na kısa bir ziyarette bulunalım. Bir sonraki yazıda... 

Ne dersiniz?

EBRU KIDIMAN / SOL



Hiç yorum yok:

Yorum Gönder