Tayyip Bey için “reform” sözcüğü, baştan itibaren hep Osmanlı tipi bir saltanatın basamaklarını simgeledi.
İlginçtir, bunu ilk anlayanlardan biri de ABD elçiliği oldu.
Büyükelçi Eric Edelman, Washington’a yolladığı telgrafta R. T. Erdoğan’ı şu özellikleriyle tanıtıyordu: “Birincisi, çok baskın gurur; ikincisi tanrının onu Türkiye’yi yönetmek için hazırladığına inanması. Çok alıngan; bunlar etrafına yetenekli bir danışman grubu toplamasını engelliyor.”
“Radikal demokrasi” kuramcılarından J. Habermas, iletişim kuramının temeline “ideal konuşma hali” dediği bir ön-kabul yerleştirmişti. Buna göre bir tartışmada taraflar uzlaşmak için önce birbirlerini dinlemek ve anlamak zorundaydılar. Demokratik kurumlar ancak böyle işlevsellik kazanabilirdi.
Oysa gerçek dünyada işler böyle yürümüyordu. Özellikle siyaset dünyasında birinin “ak” dediğine öbürünün “kara” demesi sık rastlanan bir durumdu. Zaten düşünürün kendisi de sonunda bunu kabul etmek zorunda kalmış ve New York İkiz Kule teröründen (2001) sonra şu itirafta bulunmuştu: “İletişimsel Hareket Kuramı’ndan itibaren geliştirdiğim uzlaşmaya yönelik etkinlik anlayışımın tümüyle gülünç duruma düşüp düşmediğini kendime hep soruyorum.”
Aslında ‘gülünç’ olmasa da, gerçeklere ters düşen şey, kuramın ‘ütopik’ niteliğiydi. Oysa düşünür bu konuda tutarlı olmuş ve ‘ütopya’ kavramının günümüzde tekrar itibar kazandığına işaret etmişti. Bir yazısında “ütopyacı enerjinin tarihi düşünceyi beslediği girişimleri” açıkça övüyordu.
***
Ne var ki devir değişti ve artık günümüzde “ideal konuşma hali”nin yerini ‘sağırlar diyalogu’, ‘ütopya’nın yerini de ‘distopya’ aldı. Bu arada siyasal dürüstlük (politically correctness) hali de gerçek ötesi (post-truth) söz ve davranışlara dönüştü! Ve bu alanda en çarpıcı örnek de yine Amerika’dan geldi. Böylece, Beyaz Saray’da sayıların diline bile kulaklarını tıkayan bir Başkan’ı tüm dünya haftalarca izledi.
***
Aslında farklı coğrafyalarda irili ufaklı bir sürü otokrasi tutkunu zaten yıllardır hep ‘dost’ yerine ‘düşman’dan, ‘hak ve hukuk’ yerine de ‘fitne ve komplo’dan söz ediyordu. Bakalım Trump’ın Beyaz Saray’daki korumacılığının bitmesiyle bu durum değişecek mi? Tam da bu sırada bizde başlayan “reform” söylenceleri, bu yönde ilk işaretlerden biri olmasın?
Gerçekten de bizde bu konuda umuda kapılanlar az değil ve bazıları hala iyimser (ütopik?) yorumlar yapmaya devam ediyorlar! Hatta Tayyip Bey’i yanlış anlayarak haddini aşan ve kimlerin tahliye edilmesi gerektiğini isimler vererek açıklayan bir politikacının yediği zılgıt bile bu iyimserliği gölgeleyemedi.
Şahsen, bu iyimser yorumları paylaşmaktan uzağım. Ama AKP’nin, R. T. Erdoğan riyasetinde, bir anlamda yıllardır “reform”dan “reform”a koştuğunu da yadsıyamam! Sanırım bütün mesele de burada! Tayyip Bey ve dava arkadaşlarının “reform” anlayışında! Siyaset hayatımızdaki kriz de bu konuda yaratılan “sağırlar diyalogu”ndan doğdu. Reform diye, reform diye... Tıpkı yüz küsur yıl önce yaşananların, Tevfik Fikret’e, Abdülhamit’in Anayasa’yı rafa kaldırdığı günleri hatırlatması gibi! “Kanun diye, kanun diye kanun tepelendi!” diyordu şair, “95’e Doğru!” adlı şiirinde.
***
Denilebilir ki ülkemizde, ‘demokrasi’, zaten bir ‘sağırlar diyalogu’ içinde doğdu ve hep de öyle uygulandı. 1946’da Demokrat Parti kurulurken, halk, aslında demokrasinin ne olduğunu bilmiyordu. Hatta çoğunluk “demokrat” bile diyemiyor, “demirkırat” diyordu. DP kurucuları da derhal durumdan “vazife” çıkarmış ve “demirkırat”ı partilerinin amblemi yapmışlardı. O günlerde ülke Soğuk Savaş histerisi içindeydi ve CHP ile DP birbirlerini “komünizm”le bile suçluyorlardı. Bugünlerde “FETÖ’cülük” neyse, o günlerde de “Moskofculuk” oydu ve bu koşullarda halka gerçek demokrasinin ne olduğunu anlatmak da neredeyse imkansızdı. CHP’den istifa ederek muhalefete geçen DP kurucuları durmadan jandarma-tahsildar zulmünü hatırlatıyor; “Şeflik sistemi”ni kınıyor; “din düşmanlığı”nı lanetliyordu; fakat kimse de çıkıp bu kuruculara “Peki ama beyler, sizler o sırada neredeydiniz; neler yapıyordunuz?” diye soramıyordu. Gerçek demokrasiyi anlatmaya kalkışanlar ise ağır bedeller ödediler.
***
Aradan uzun yıllar geçti ve bu arada çok badireler atlattık. Ne var ki ‘sağırlar diyalogu’ hala devam ediyor, hatta bu son yıllarda çok daha vahimleşti. Artık “reform” sözcüğü bile farklı dudaklarda farklı anlama geliyor. Üstelik bu konuda bir de yeni ‘yöntem’ piyasaya sürüldü. Adına ‘algı yönetimi’ deniyor ve bu sayede istediğiniz kavrama -tüm iktidar olanaklarını kullanarak- tamamen ters anlamlar verebiliyorsunuz!
Aslında 18 yıllık AKP uygulaması bize şunu öğretmiş bulunuyor: Tayyip Bey için “reform” sözcüğü, baştan itibaren hep Osmanlı tipi bir saltanatın basamaklarını simgeledi. İlginçtir, bunu ilk anlayanlardan biri de ABD elçiliği oldu. Daha AKP iktidarının ilk yıllarında, Büyükelçi Eric Edelman, Washington’a yolladığı telgrafta (20 Ocak 2004), R. T. Erdoğan’ı şu özellikleriyle tanıtıyordu: “Birincisi, çok baskın gurur; ikincisi tanrının onu Türkiye’yi yönetmek için hazırladığına inanması; (2003 AKP Kurultayı’nda bu konuda Kuran’a atıf yapmış). Çok alıngan; bunlar etrafına yetenekli bir danışman grubu toplamasını engelliyor” (Wikileaks belgeleri).
Kuşkusuz bunlar Bay Edelman’ın kişisel görüşleri olamazdı. Belli ki Büyükelçi, R. T. Erdoğan’ı yorumlarken, ona çok yakın bazı politikacıların tanıklıklarından da yararlanmıştı. Oysa bu da, daha işin başında, sadece iktidarla muhalefet arasında değil, bizzat iktidarın içinde de bir ‘sağırlar diyalogu’ yaşandığının göstergesiydi. Anlaşılan herkes her şeyin farkındaydı; fakat ortada da kitleleri sürükleyen bir lider vardı. Böylece kimileri inanarak, kimileri de “mış gibi yaparak” duruma uyum sağladılar.
İpler, bir takım önemli isimler için de ‘kırmızı’ sayılan bazı çizgilerin aşılmasıyla başladı. “Bir bilen!”, “bir bölen!”, “Fuat Avni” vb. gibi gizemli sözcükler bu süreç içinde siyaset dilimize girdi...
***
Tayyip Bey iktidarını güçlendirecek her önlemi “reform” olarak sunuyordu. Nihai amacına da ancak yeni bir anayasa ve sağlam bir ekonomi ile ulaşabilirdi. Bu yolda en büyük şansı, mevcut anayasanın herkesin takbih ettiği 12 Eylül darbesinin ürünü olması ve o yıllarda ülkeye akan döviz bolluğu oldu. Böylece bir kısım ‘katılımcı demokrat’ın da desteği sağlandı ve bu yönde adımlar atılmaya başladı.
Oysa liberal aydınların desteği sınırsız değildi; AB şartına bağlanmıştı ve bu şart, farklı nedenlerle, AKP yönetiminin de işine geliyordu. AB, bir taraftan yardım fonları ve yatırımlarla kalkınmamıza katkıda bulunacak, öte yandan da konfederal yapısıyla İslamcı iktidarı “laikçi vesayet”den kurtaracaktı. Kısaca AB’de “Hıristiyan Demokrat” partilerin yanı sıra “Müslüman Demokrat” bir partiye de yer vardı. “AB reformları” bu anlayış içinde yapıldı. Koalisyon hükümetleri zamanında başlayan “uyum yasa paketleri”ne AKP zamanında da devam edildi ve AB’ye tam üyelik görüşmeleri bu koşullarda başladı.
***
Ne var ki hayaller kısa sürdü: 2005 Kasım’ında, tam üyelik görüşmelerinin başlamasından sadece bir ay sonra, bir AİHM kararıyla, AB düşü ağır bir darbe yiyordu. Avrupa Yüksek Mahkemesi, Türkiye’nin üniversitelerde türban yasağına karşı açtığı davayı reddetmiş, bu yasağın özgürlüklere aykırı olmadığını söylemişti. Üstelik hâkimler, kararlarında, Türkiye’nin özel koşullarını değil, AB’nin genel durumunu dikkate aldıklarını vurgulamışlardı. Durum açıktı; AİHM de “laikçi” çıkmıştı ve Avrupa’ya bel bağlamanın anlamı yoktu. Daha önce kendi eşi de aynı yönde bir dava açmış olan Dışişleri Bakanı Abdullah Gül, “bu tip yasaklarla Türkiye’nin bir yere gitmesi mümkün değildir” diyor ve noktayı koyuyordu. (Milliyet, 11 Kasım 2005).
Türkiye artık yoluna “Kopenhag Kriterleri”ne göre değil, “Ankara Kriterleri”ne göre devam edecekti. Yeni reform dalgası, bu kez “yerli ve milli” reformlar şeklinde, bu atmosferde başladı. Ve bu yönde en büyük “reform” da çok geçmeden yapıldı. 21 Ekim 2007 referandumu ile cumhurbaşkanının halk tarafından seçilmesi kabul ediliyordu. Böylece yürütme başkanı son derece güçleniyor ve “başkanlık rejimi”nin yolu açılıyordu. Zaten birkaç yıl sonra, Adalet Bakanı B. Bozdağ da, 2007 oylamasıyla “fiilen yarı-başkanlık sistemine geçildiğini” söyleyecek ve amaçlarının da “tam başkanlık rejimi” olduğunu ilan edecektir. (HaberTürk, 4 Haziran 2012).
Aslında devlet başkanlarının halkoyu ile seçilmeleri, geçmişte, siyaset dilinde “Sezarizm” ve “Bonapartizm” gibi adlarla anılan dikta rejimlerinin yatağı olmuştur. Hitabet ve demagoji ustası birtakım liderler, mutlak otorite haline pratikte plebisite dönüşen oylamalarla geldiler. Askeri ya da sivil darbeler de bu yolla meşru kılındı. Avrupa’da bunun en çarpıcı örneği, Fransa’da III. Napolyon olmuştu. Genel oyla cumhurbaşkanı seçilmiş bu dikta heveslisi, bir darbeyle (1851) meclisi dağıtmış, bir yıl sonra da bir plebisitle darbesini “meşru” kılmıştı. Bu arada basın ve yargı da tam bir kontrol altına alınmıştı.
***
Tarihte mutlak otoritenin en büyük düşmanı, bağımsız yargı ile özgür basın olmuştur. Dikta rejimleri için aynı derecede önemli başka bir tehdit de egemen sınıfların hegemonyasını ve yoksul sınıfların kontrolünü kaybetmesine yol açacak iktisadi krizlerdi. İşte Türkiye’de de AKP iktidarı, Nisan 2007’da milyonlarca insanın sokağa dökülmesiyle, kendi açısından “tehlikenin farkına” varmış ve yepyeni bir anlayışla yeni “reform” paketleri hazırlamaya başlamıştı. Sonunda başkanlık sistemi ile taçlanan Anayasa referandumları ve “yargı reformları” bu anlayışla gerçekleşti.
Bu “ince ve uzun” yolda en büyük adımlardan biri de 2010 oylamasıyla atıldı. Ordu düşmanlığına dönüşmüş bir vesayet karşıtlığı ortamında, 12 Eylül oylaması, darbecilerin yargılanmasına yol açan önerisiyle, bu menfur darbe ile hesaplaşmak için de bir fırsat olacaktı. Ne var ki -ilk bakışta göze çarpmasalar da- öneride en önemli değişiklikler Adalet Bakanı ve Müsteşarı’nın HSYK’deki konumuyla ilgiliydi. Batı’da benzeri olmadık şekilde HSYK’ye başkanlık yapan ve gündemi hazırlayan Adalet Bakanı, aslında ek yetkilerle de donatılıyordu. Türkiye’de yargının geleceği açısından şu kadarı bile yeterliydi: Hâkim ve savcılarla ilgili soruşturmaları yürütecek müfettişleri bakan atayacak ve soruşturmalar da ancak bakanın “olur”u ile başlayabilecekti. Üstelik artık HSYK’nin çalışma şekilleri ve yeni dairelerin kurulması da anayasa değişikliğine gerek kalmadan, yasalarla sağlanabilecekti. (R. Türmen, Milliyet, 6 Eylül 2010).
***
Bilmem gerisini anlatmaya gerek var mı? Gerçek şu ki farklı platformlarda defalarca ve çok daha ayrıntılı şekillerde yazılanların anlamı bugünlerde çok daha net bir şekilde ortaya çıktı. Oysa o günlerin Ergenekon fırtınası içinde ve AYM’ye kişisel başvuru olanağı; memurlara toplu sözleşme hakkı, siyasi parti kapatılmasının zorlaştırılması vb. bazı demokratik önlemler arasında, gerçek durum kolayca görülemiyordu. İzleyen yıllarda da her “reform”la özgürlükler biraz daha kısıldı ve bugünlere geldik. Yine de bu ülkede tam bir otokrasi kurulamadıysa, bunu da para ve ekran karartma cezalarına boğulmuş bir kısım medya kuruluşuyla, mahkeme kapılarında nöbet tutan bir avuç yazarın yürekli direnişine borçluyuz.
Üstelik bu son yıllarda devir yine değişti; rüzgâr artık ters yönde esmeye ve Tayyip Bey’in saltanatı da iyice sallanmaya başladı. Her devrin sonunda olduğu gibi bu kez de yine “reformlar” gündeme geldi. Ve varılan noktada da iktidarı artık muhalefet ve ‘komplocular’ değil; dış borçlar, tükenen rezervler, pandemi ve işsizler ordusu tehdit ediyor. Bıçak kemiğe dayanmış vaziyette ve -The Economist dergisinin (21 Kasım 2020) duyumlarına bakılırsa- Berat Bey’i babasının yanına da, muhalefete geçme tehdidiyle, 30-40 kadar AKP vekili yolladı. “Güvenlik” ilkesine dayanan “reform” müjdesi işte bu baskı ve tehlikelere yanıt teşkil ediyordu. Yanlış anlayanlar, “bağımsız yargı”dan, Kavala’dan, Demirtaş’tan söz edenler sert bir şekilde susturuldu ve asıl amaç açıklandı: “Güvenliğe” en çok ihtiyacı olanlar yabancı sermaye ve iş çevreleri idi. “Reform”un amacı da bu güveni sağlamaktı. “Acı reçete” ufuktaydı ve TÜSİAD’la, TOBB’la görüşmeler bu koşullarda başladı.
Şimdi bekleme dönemindeyiz ve gözlerimiz bu konuda yine en öğretici tecrübelerle dolu olan yakın geçmişimize çevriliyor.
Oysa ne görüyoruz?
Yakın tarihimiz aslında böyle “acı reçeteler”le dolu: 7 Eylül Kararları (1946); 4 Ağustos Kararları (1958); 24 Ocak Kararları (1980); 9 Ağustos Kararları (1989); 5 Nisan Kararları (1994) ve son olarak da Kemal Derviş’in “on beş günde on beş kanun” (2001) diye özetlenen “acı reçete”si… Ve her birinin arkasında da yüz binlerce ailenin dramı var: Kaybedilen işler, batan işyerleri, eriyen maaşlar, çalınan tasarruflar vb. Üstelik hemen hepsi de bir iktidar değişikliğine yol açtılar; enkazın yükünü başkalarına yükleyerek. Ne garip, bugün “acı reçete”den söz etmeye başlayan AKP’nin kendisi de, 2002 yılında, bu reçetelerden biri sayesinde iktidar olmuştu.
Taner Timur / BİRGÜN
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder