20 Ocak 2021 Çarşamba

1921 Anayasası’nın 100’üncü yılı kutlu olsun - MURAT SEVİNÇ / DİKEN

Kurtuluş Savaşı sürerken, I. Meclis tarafından 20 Ocak 1921’de (eski takvimle 1337) bir anayasa, Teşkilat-ı Esasiye Kanunu (no.85) kabul edildi. Kuruluş halindeki devletin ilk anayasası.

Anayasa tarihimizin en kısa metnidir; yalnızca 23 madde ve sonunda bir ‘Madde-i Münferide’ (ek madde). Savaş koşullarında, Fransızlar’ın 1789 Devrimi ardından yaptıkları gibi ‘meclis hükümeti’  (konvansiyon) sistemi kurulur. 

Metnin 10. maddesinden itibaren ‘idari yapı’ düzenlenir. Yerel yönetimlere  ‘muhtariyet’   (özerklik) tanınan ilk ve son anayasamız. 

Aynı toprakta kısa süre de olsa iki anayasalı (diğeri, 1924 Anayasası’na dek resmen yürürlükte görünen 1876 Kanun-ı Esasi) bir dönem yaşanması dahi başlı başına ilginç bir deneyim.

Anayasa’nın ilk maddesi dört başı mamur devrimci bir hüküm: “Hâkimiyet bilâ kayd ü şart milletindir. İdare usulü halkın mukadderatını bizzat ve bilfiil idare etmesi esasına müstenittir.”

Egemenliğin kaynağını açıklayan ilk cümledeki bu ‘ilke’, Cumhuriyet tarihi boyunca değişmedi. İdare yönteminin, halkın kendi kaderi üzerindeki hâkimiyetine dayanmasını öngören ikinci cümle ise bir daha hiçbir anayasamızda yer almadı.

İlk cümleyle, egemenliğin ‘millete’ verilmesinin iki anlamı var. 1789 Devrimi ile yapıldığı gibi, egemenliği ‘halk’ yerine soyut bir kavram olan ‘ulusa’ (millete) vererek uygun temsil/vekâlet ilişkisini kurmak ve iktidarın artık sultanda olmadığını göstermek. İkincisi, egemenliğin kaynağını gökyüzünden yeryüzüne indirmek. Dolayısıyla, aynı zamanda ‘laikleşme’ yolunda atılmış büyük bir adım.

İkinci madde ile yasama-yürütme yetkileri meclise verilerek ‘meclis hükümeti’ sistemi yaratılır. Üçüncü madde, Türkiye Devleti’nin Büyük Millet Meclisi tarafından idare edileceğini ve hükümetin ‘Büyük Millet Meclisi Hükümeti‘ adını alacağını hükme bağlar. Osmanlı İmparatorluğu’nun 30 Ekim 1922 tarihindeki meclis kararıyla ‘resmen’ son bulduğu göz önünde bulundurulursa, bu hüküm aynı toprakta ikinci bir devletin doğumunun ilanı. Sonraki maddeler söz konusu organların kuruluşu, seçimi ve meclisin yetkilerine ilişkin.

10’uncu maddeden sonrasında (10-22) ‘idari’ yapı yer alır.

‘İdare’ başlığını taşıyan 10’uncu ve ‘Vilâyat’ başlıklı 11’inci maddeler, Anayasa’nın yukarıda özellikle vurguladığım ‘birinci maddesinin ikinci cümlesinin’ gerekçesini anlamamızı sağlıyor: “Türkiye coğrafi vaziyet ve iktisadi münasebet noktai nazarından vilayetlere, vilayetler kazalara münkasem olup kazalar da nahiyelerden terekküp eder.” (md.10) 

‘Vilâyat’ (vilayetler) başlığı altında, 11’inci maddede vilayetlerin yetki-görevleri sayılır. Hükme göre vilayetler, tüzel kişiliğe ve ‘muhtariyete’ (özerkliğe) sahip. İç ve dış siyaset, şer’i, adli ve askeri konular, uluslararası ekonomik ilişkiler gibi temel devlet yetkileri merkeze bırakılır. 

Bunun yanında, vilayetlere (iki yıllığına halk tarafından seçilen vilayet şuralarına/kurullarına) bırakılan yetkiler var. Vilayetler, son derece geniş yetkilerini ancak Meclis’in çıkaracağı yasalar çerçevesinde kullanabilir: “Evkaf (vakıflar), medaris (medreseler), maarif (eğitim), sıhhiye (sağlık), iktisat, nafia (bayındırlık) ve muaveneti içtimaiye (sosyal yardım/dayanışma) konularının tanzim (düzenleme) ve idaresi.”

15’inci madde ‘kazalara’ ilişkin. Kazaların özerkliği yok; idaresi meclis tarafından atanıyor ve başında, valinin emri altındaki kaymakam var.

16.-21’inci maddelerde ise halka en yakın idari birim ‘nahiye’ (bir ya da birden fazla köy ya da bir kasaba) düzenlenir. 16’ncı maddeye göre nahiyeler de özerk. ‘Nahiye şurası’ halk tarafından seçiliyor ve kapsamı yasalarca belirlenecek ‘kazai, iktisadi ve mali’ yetkilere sahip. (md.20). 

22’ncive 23’üncü maddelerde, başlıca görevi vilayetlerin ortak işlerinde uyumu sağlamak olan Umumi Müfettişlikler yer alıyor.

1921 Anayasası’nda 29 Ekim 1923’te 364 sayılı yasayla ‘altı maddelik’ değişiklik yapıldı ve kuşkusuz en önemlisi, ilk maddeyle ‘hükümet şeklinin’ Cumhuriyet olduğu ilan edildi.

Peki 1921 Anayasası neden-nasıl yapıldı ve ‘yerel özerklik’ sisteminin kabul edilmesinin gerekçesi neydi?

Kurtuluş Savaşı ve anayasacılığı son derece heyecan verici. Kurucuların önemli bir özelliği, kararların meclisler-kurullar aracılığıyla alınmasına verdikleri önem. Canlı ve savaş koşullarında olabildiğince katılımcı bir süreç bu. ‘Kongre’ denildiğinde, hemen her zaman Erzurum ve Sivas hatırlanır. Oysa işgalin ardından kurulmuş çok sayıda bölgesel kongre var. 30’un üzerinde. Ahali, yenilgiyi/işgali kolay kabullenmiyor ve yerel düzeyde kendi kaderine el koyuyor. 

Bülent Tanör’ün, ‘yerel kongre iktidarları’ üzerine çalışması ve verdiği dersler alanımıza eşsiz bir katkıdır. Tanör, yerel kongrelerin küçük devletler gibi davrandığını, hatta kendi anayasasını hazırlayıp ‘cumhuriyet’ ilan ederek dış ilişkiler kuracak ölçüde bağımsız davranan yerel kongre örnekleri olduğunu anlatır. Sonradan ‘cumhuriyet’ olacak, Cenûb-i Garbî Kafkas Hükümet-i Muvakkata-i Milliyesi, gibi. Yeni devlet, özellikle Kars’taki yerel cumhuriyet deneyiminden epey esinlenmiş. Dolayısıyla, başta Mustafa Kemal olmak üzere kurucuların büyük becerisi, dağınık haldeki toplumsal-siyasal hareketliliği ve yerel kongre deneyimini kararlılıkla örgütleyebilmeleriydi.

Ocak 1921’e varan yolda devrimciler, bir yandan ‘ulusal ordu’ kurmak gibi savaşa yönelik örgütlenmeyi yaparken diğer yandan antlaşmalarla, devletleşme yolunda gerekli adımları atar. 1921 Anayasası, devletleşmenin ileri bir adımı olarak ortaya çıkmıştır.

Konu üzerine çalışanların ortak kanılarından biri, Anayasa’nın yapım sürecinin ‘o koşullar’  için hayli çoğulcu ve demokratik olduğu. Anayasayı yapan ve muhaliflerin de yer aldığı I. Meclis’te (Gayrimüslim vekil olmadığı notunu düşmek kaydıyla) gerek vekil profilinin gerekse tartışmaların, zengin ve renkli olduğunu söylemek mümkün. Ayrıca hepsi kuruculuk heyacanı ve sorumluluğuna sahip. Temsilci olduklarının ve temsil ettiklerinin değerinin farkındalar.

İlk adım, 18 Eylül 1920’de Meclis’e sunulan ‘Teşkilât-ı Esâsiye Kanunu Lâyıhası’ başlıklı metin. Bu metin belli açılardan bir hükümet programı kabul edilir ve ‘Halkçılık Programı’ adıyla  bilinir. 18 Kasım 1920’de meclis görüşmeleri başlar. Bu arada Halkçılık Programı’nın ilk dört maddesi ayrı bir beyanname haline getirilip ‘TBMM Beyannamesi’ başlığıyla yayınlanır.

Meclis görüşmeleri yaklaşık iki ay sürer ve Anayasa, 20 Ocak 1921’de kabul edilir.

Literatürde, Anayasa’nın ilk 10 maddesinin anlamı ve değeri üzerine pek kuşku ve açıklama güçlüğü yok. Hemen herkes benzer değerlendirmeler yapıyor. Üzerinde yeteri kadar durulmayan, hatta zaman zaman yokmuş gibi davranılan, ‘özerk’ idari yapıyı düzenleyen kısım.

1921 Anayasası’nın öngördüğü ‘özerklik’ sisteminin gerekçeleri neydi?

Biri, döneme hâkim olan güçlü ‘halkçılık’ ideali. Buna hiç kuşku yok. Nitekim yukarıda ‘Halkçılık Programı’ adı verilen metinden söz ettim.

Bir diğeri, yine biraz önce hatırlattığım ve halkçılıktan ayrı düşünülmesi güç ‘yerel kongre iktidarları’ deneyimi.

Üçüncüsünün, dönemin meclis tartışmalarına, anayasa yapım sürecine ve özerklik sistemine bakıldığında, ‘Bolşevik’ etkisi (sovyet, şura/kurul anlamına gelir) olduğunu görmek mümkün. Kurtuluş Savaşı yıllarında Türk devrimciler ile Bolşevikler arasında sıkı ilişkiler kurulmuştu. (Taksim’deki meşhur anıtta Mustafa Kemal Atatürk’ün arkasında iki Bolşevik komutanın yer aldığını hatırlamalı.)

Bir de, tahmin edilebilir gerekçelerle pek dillendirilmeyen ‘Kürtler ile ittifak’ meselesi var. Kurtuluş Savaşı, İmparatorluk’tan geriye kalanların birlikte yürüttüğü bir savaştı ve aynı safta tutulması gereken en güçlü müttefik Kürtler idi.

Bugün zaman zaman dile getirilen, Anayasa’daki özerkliğin yalnızca Kürtler için düşünülmüş olduğu/olabileceği yönündeki görüşe katılmıyorum. Güçlü halkçılık idealinden, Bolşevik etkisinden, yerel kongre deneyimlerinden söz ettim. Günün hâkim zihniyetine ve meclis tutanaklarına bakıldığında her bir etmenin payı olduğunu fark etmek mümkün. Örneğin 1921’deki anayasa tartışmasının azımsanmayacak kısmı, sonunda kabul edilmeyecek ‘mesleki temsil’ önerisi hakkında. Hal böyleyken özerk idari yapının tek bir nedeni olabileceğini düşünmek doğru değil.

Ancak, Kürtler’in hiç hesaba katılmadığı ve o birkaç yıl Anayasa’nın Kürt sorunu bağlamında kullanılmadığı gibi bir iddia da inandırıcı olmaz.

Burada, daha önce yazdığım ‘iki belgeden’, bir kez daha söz etmek istiyorum: İlki bir mülakat, ikincisi Mustafa Kemal’in anayasa tasarısı.

Lozan’a verilen arada, Mustafa Kemal’in 16/17 Ocak 1923’te İzmit’te gazetecilerle söyleşisinde Ahmet Emin Bey’in ‘Kürtler’in konumuyla’ ilgili sorusuna verdiği yanıt. Söyleşinin ‘bir kısmının’ 1987’ye dek gizlendiği anlaşılmıştı ve Eylül 1987’de 2000’e Doğru Dergisi tarafından ortaya çıkarılıp yayınlandı. Mustafa Kemal, Ahmet Emin Bey’in Kürtler’in durumuyla ilgili sorusuna şu yanıtı veriyor:

“Kürt meselesi; bizim yani Türklerin menfaatine olarak da katiyyen mevzubahis olamaz. Çünkü malumualiniz bizim hudud-u milliyemiz dahilinde mevcut Kürt anasır o surette tevattun etmiştir ki pek mahdut yerlerde hali kesafettir. Fakat kesafetlerini kaybede ede ve Türk anasırının içine gire gire öyle bir hudut hasıl olmuştur ki Kürtlük namına bir hudut çizmek istersek Türklüğü ve Türkiye’yi mahvetmek lazımdır. Faraza, Erzurum’a kadar giden, Erzincan’a, Sivas’a kadar giden, Harput’a kadar giden bir hudut aramak lazımdır. Ve hatta, Konya çöllerindeki Kürt aşaririni de nazar-ı dikkatten hariç tutmamak lazım gelir. Binaenaleyh başlıbaşına bir Kürtlük tasavvur etmekten ise bizim Teşkilat-ı esasiye Kanunu mucibince zaten bir nevi mahalli muhtariyetler teşekkül edecektir. O halde hangi livanın ahalisi Kürt ise onlar kendi kendilerini muhtar olarak idare edeceklerdir. (vurgu bana ait) Bundan başka Türkiye’nin halkı mevzubahis olurken, onları da beraber ifade etmek lazımdır. İfade olunmadıkları zaman, bundan kendilerine ait mesele ihdas etmeleri daima variddir. Şimdi Türkiye Büyük Millet Meclisi, hem Kürtlerin ve hem de Türklerin sahib-i salahiyet vekillerinden mürekkeptir ve bu iki unsur bütün menfaatlerini ve mukadderatlarını tevhid etmiştir. Yani onlar bilirler ki bu müşterek bir şeydir. Ayrı bir hudut çizmeye kalkışmak doğru olmaz.” Bu satırların tercümesine gerek olduğunu sanmıyorum.

İkinci belge, bir anayasa taslağı.

İlk kez, Cumhuriyet’in 75’inci yılı armağanı olarak 1998’de yayınlanan (Kentbank) Mustafa Kemal’in ‘Türkiye Cumhuriyeti Anayasa taslağı’, Mustafa Kemal’in ‘yerel yönetime’ ilişkin tercihinin (Lozan onaylandıktan sonra dahi), 1921 Anayasası’ndaki yerel özerklik sisteminin aynısı olduğunu gösteriyor.

Can Dündar’ın Çankaya Köşkü kütüphanesindeki bir belgesel hazırlığı sırasında, şans eseri ortaya çıkan (Faruk Alpkaya ve Levent Kavas’ın katkısıyla) anayasa taslağı hakkında daha önce bir şeyler yazmıştım, bir süre sonra farklı bağlamda yine değineceğim, burada uzatmayayım. 114 maddelik metinde yerel yönetimler, ‘İdari Bölümleme’ başlıklı 105’inci madde ile başlıyor. 106’ncı ve 107’nci maddeler illere, 108’inci madde ilçe ve 109-114’üncü maddeler nahiyelerin örgütlenmesine ayrılmış.

Oysa yalnızca altı ay sonra görüşülen ve muhalefetin (II. Grup’un) büyük ölçüde tasfiye edildiği II. Meclisçe kabul edilen 1924 Anayasası’nda yerel özerklikten eser yok. Meclis’te ciddi bir tartışma dahi gerçekleşmiyor.

Ezcümle,

1921 Anayasası, pek çok açıdan ele alınmayı hak eden bir metin. Anayasayı, sözcüklerden ve gözümüzün önündeki belgelerden ürkmeden, onları görmezden gelmeye tenezzül etmeden, gizleyip saklamadan tartışmakta yarar var.

Kısacık ve etkileyici ‘kuruluş’ anayasasının 100’üncü yılı kutlu olsun.

Umuyorum günün birinde, 1921’in ocak ayında mecliste tanık olunan uygar ve olabildiğince çoğulcu tartışma ortamı ve üslubuna yeniden ulaşılabilir.

MURAT SEVİNÇ / DİKEN

Kısa okuma listesi: 

Meraklı okur ve öğrenciler için konuya ilişkin birkaç öneri: Ergun Özbudun ‘1921 Anayasası’ (Atatürk Araştırma Merkezi, 2008); Bülent Tanör ‘Türkiye’de Kongre İktidarları, 1918-1920’ (YKY, 2016); Demirhan Burak Çelik ‘Ulusal Kurtuluş Savaşı Döneminde Anayasal Gelişmeler ve 1921 Anayasası’ (Galatasaray Üniversitesi, 2007); Murat Sevinç ve Dinçer Demirkent ‘Kuruluşun İhmal Edilmiş İstisnası, 1921 Anayasası ve Tutanakları’ (İletişim, 2017);  Bülent Tanör ‘Osmanlı-Türk Anayasal Gelişmeleri’ (YKY, 1998, 225 vd.) ve Dinçer Demirkent ‘Bir Devlet İki Cumhuriyet’ (Ayrıntı, 2017); Ömür Sezgin ‘Türk Kurtuluş Savaşı ve Siyasal Rejim Sorunu’ (İmge, 2005) 

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder