24 Ocak 2021 Pazar

İki Atatürkçü Bir Çalışma Odası - Mine G. Kırıkkanat / Cumhuriyet

Türkiye Cumhuriyeti’nin yaşayan belleği ve seçkin aydını Cahit Kayra, bu yıl 104. yaşını kutluyor. 

Saygıyı yalnız zamana kafa tutan ömür genetiğiyle değil, kuruluşunu adım adım izlediği devlete memur, milletvekili ve bakan olarak verdiği emeğin yanı sıra, yazdığı başyapıt kitaplarla herkesten çok hak ediyor. 

Cahit Kayra’nın kitaplarını oldum olası severim. Çünkü okurun zekâsına güvenen bir akılla yazılmış, muzip kurguları vardır. Son kitabı Bir Çalışma Odası’nı geçen yıl yazdı. Yüzyıllık birikimini, çalışma odasına biriktirdiği eşsiz sanat eserleri ve tarih belgeleriyle anlattı. İşte bu kitapta, günümüzün çapsız ve güdük devletlilerinin temcit pilavı gibi ısıtıp ısıtıp önümüze koyduğu bir tartışmaya açıklık getiriyor:

Halkın sökemediği Osmanlıca

Ben 1938 kuşağındanım. İlkokulu Arap harfleriyle, Osmanlı alfabesinde okudum. Küçük bir sınıfımız vardı, on beş çocuk... Beşinci sınıftayken Harf Devrimi oldu. O tarihte sınıftaki çocukların ben ve birkaçımız hariç hiçbiri okuma yazma (hele yazmayı hiç) öğrenememişti. 

Yeni harflerin uygulamasına geçildiğinde istisnasız hepsi yeni alfabeyi, yeni alfabeyle okuyup yazmayı öğrendi. Lafla ve palavrayla tartışmaya gerek yok. Biz bunu gerçekten yaşadık! 

Latin harfleri yeni kuşaklara okuma yazma olanağı sağladı. 

Ben okumaya düşkün bir çocuktum ve arkadaşım yoktu. Birinci sınıftayken ablam bana Çalıkuşu romanını okutmuştu. Üstelik başka türlüsü olmadığı için eski harflerle yazılı kitaplar dışında başka seçeneğimiz de yoktu. Türk ve yabancı klasikleri, Arap harfleriyle okudum ve Osmanlıcayla ilişkimi sürdürdüm. 

Zamanlar geçti ve 1935’te Mülkiye’ye girdim. Birinci sınıfı İstanbul’da Yıldız’daki Mabeyn binasında okuduk. O dönemde İstanbul Üniversitesi yerli yabancı öğretim üyeleriyle donatılmıştı. Mülkiye öyle değildi. Öğretim üyelerimiz aynı durumda değildi, yeterince kitabımız yoktu. Sıddık Sami Hoca medeni hukuk, Fazıl Bey maliye, Fuat Bey esasiye okuturken biz Osmanlı alfabesiyle not tutar, sonra mumlu kâğıtlara Türk alfabesine çevirerek basar, arkadaşlarımıza dağıtırdık. 

Not I: Mülkiye’de yüz kırk beş kişilik bir sınıfımız vardı. Çoğunluğu Anadolu’daki liselerden gelme çocuklardı. Osmanlı alfabesini o yaşa kadar hâlâ öğrenememişlerdi.

Not II: Bu konu ne zaman önüme çıksa söyleyeceğim. “Latin harfleri kabul edilince bütün tarihimiz yok oldu” diyorlar. Bilmezler ki Arap harfleriyle yazılı belgeleri eskiler okuyamazlardı. Harf değişimi kabul edildikten sonra eski belgeler Türk harfleriyle çevrilip yayımlandı da geçmişe dair bilgi sahibi olduk. Eskileri eskiler bilmezdi ama biz yeniler geçmişimizi bu sayede öğrendik.*

Atatürk’e Hasret Mürekkepli Mektuplar

Üç aşağı beş yukarı hemen aynı kuşaktan olduğumuz yazar Neşe Doster’in kadın hakları, eğitim ve kültüre adalı yaşam yönü, başından belliydi: İlkokulu Gazi, ortaokul ve üniversitesi Atatürk, öğretmenlik yaptığı lise, yazılar yazdığı gazete Cumhuriyet adını taşıyordu. 

Neşe Doster, son kitabı Atatürk’e Hasret Mürekkepli Mektuplar’da, yolunu çizen eşsiz önderin ülkemizin geleceği, insanları için kısacık bir zaman diliminde başardıklarını anlatırken, aslında kurtuluş için de tek yolun Atatürkçülük olduğunu gösteriyor:  

Ekmek ve kitap

Cumhurbaşkanı İsmet İnönü, Savaştepe Köy Enstitüsü’ne yaptığı ziyaret sonrasında, tarım alanında koyunları otlatan bir kız öğrenciyle karşılaştı. Selam verip çantasında ne olduğunu sordu. Öğrencinin çantasından bir parça ekmek, bir dilim peynir ve Milli Eğitim Bakanlığı Klasikleri’nden Kral Oidipus çıktı. İsmet Paşa, yanındakilere dönüp “Gördünüz mü?” dedi. “Köy Enstitüleri’nde ekmek ve kitap bir tutuluyor. Ne zaman Türkiye’de erinden generaline, köylüsünden en yüksek makamdaki insanına kadar herkes ekmeği ve kitabı bir tutarsa, o zaman ülke gerçekten kalkınmaya başlar.”

Enstitüler, Batılı bilim insanlarının da ilgisini çekti, doktora tezlerine konu oldu. Dünya pedagoji ansiklopedilerine “Türk buluşu kurumlar” diye geçti. UNESCO tarafından geri kalmış ülkelere “çağdaş kalkınma modeli” olarak önerildi. 

1946’da çok partili siyasete geçişle birlikte bu okullar gözden çıkarılıp köy öğretmen okullarına dönüştürüldü. 1954’te de Demokrat Parti iktidarı tarafından tümüyle kapatıldı. 

Aydınlanmacı ve halkçı kurumlar olan Köy Enstitülerini, komünist yetiştiren okullar olarak gören sağcılar, yetiştirdiği gençlerin köylüyü uyandırmasından korkan toprak ağaları, kız-erkek öğrencilerin birlikte okumasına itiraz eden gericiler bir olup kapattırdılar. Dolayısıyla Türkiye’nin geleceğini kararttılar.**

Değerli okurlarım! Türkiye’nin bekası ancak ve yalnız Atatürk’ün kurduğu Cumhuriyetin inanç, ülkü ve ilkelerine dönmesiyle sağlanabilir. Ama Atatürkçülük, aynı zamanda bir gençlik iksiridir. Gerçek, inançlı ve ilkeli Atatürkçüler, eğer bir suikasta kurban gitmezlerse, çoook uzun, az parayla da mutlu, çünkü tutarlı yaşarlar. 

Mine G. Kırıkkanat / Cumhuriyet

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder