31 Mart 2021 Çarşamba

İnadına yaşıyoruz - Kaan Sezyum / BİRGÜN

 

Vallahi ortamım süper. Gelecek kaygım yok, eşim yok, çocuğum yok, 45 yaşına geldim.

 Yapılabilecek her şeyi yaptım, gezdim, dolaştım, borcum yok, az para kazanıyorum ama

 yetiyor. Hatta her sene daha az kazanıyorum. Şu anda cebime ayda giren para 2006 yılında

 ajansta çalışırken aldığım miktardan TL olarak daha az öyle diyeyim. Param yok, lüksüm yok,

 harcamam yok, kitap, vb. zamanında iyi ki almışım. Şimdi çok gerekli olmadıkça da kitap

 almıyorum, internetten indiriyorum. Entel çöp karıştıran gibi bi şey oldum… Hadi ben

 tamamım da geri kalan gençler ne yapacak bu ülkede?

20, 22 yaşında arkadaşlarımla konuşuyorum. Hepsi full bunalım. Hepsi ülkede yaşamaktan kahroluyor. Yaşamak dedim ama yaşayamamaktan yani… Metrobüste bile kolluk gücü üstünü başını arayabiliyor her türlü. Niye? Dövmen var, kalbin atıyor, kesin sende bi şeyler vardır… Metrobüs çıkışında da arama yapmak acayip. Önleyici filan değil işte. Emniyet için yapılsa girişte yapılır. Bizde çıkışta kısmet. Neyse ya, önemli de değil, maksat emniyetimizse saygı duyarız. Porş arabalarımız, beyaz Audilerimiz, Renc Rovırlarımız, parti binası önünde çekilmiş pozumuz yok. Ofis çalışanı olup paraları kütletemedik. Kütleten zaten kütletiyor.

***

Memleket öylesi bir sirk ki, zaten yöneten ekipler her şeyi “Nasıl kazanca çevirebilirim” diye bakmaktan bu hale geldik herhalde… Ambargo delen ülkeyiz ya. Sevmeseniz bile emeğe ve çakallığa saygı duyun.

Dev bir emlakçıyla, değnekçi arası bir teknik uygulanıyor her noktada. Nehir mi var, oraya işe yaramayan bi şeyler yapalım. Kaça yapalım? 10 katına yapalım. Siz bize aradan 5 katını verin, fifti fifti paylaşırız. Belediyelerdeki ortam zaten ortada. Keyif banyosu yaptıranlardan, her yeri mermere boğanlara, görgüsüzlüğün, çapsızlığın, kifayetsizliğin ve arsızlığın en güzel yıllarında yaşıyoruz. Ama zirvede de bırakamıyoruz. Paso zirveye bıraktıkça leş gibi bir yer oldu zirve de.

E tabii bu yıllar da, zirveler de bir yerde bitecek. Şimdi ne oldu? Önce börek, kıyma paylaşılamadı, bir güç oyunları aman öyleydi böyleydi derken saçma sapan bir şekilde darbelendik kafamızdan. O güne kadar birlikte yürüyen tayfa aniden “kuzenim yazmış”a başladı. Eski fotoları filan da yakmak da yok. Her şey ortada. Ağlayanlar “Gelin ya bitsin hasretimiz” diyenler, badem şovlar ortada… Neyse ki halk kaldırıyor. Halk dayanıyor. Bunca yalana, dolana, ölüme, açlığa, sefalete vallahi bu kadar şanslı bir iktidar… Hani halk bala yaşıyor, şansa hayattayız da bu ekip nasıl bir şanstır, nasıl bir çıkar ağı kurmuştur ki başına hiçbir şey gelmiyor.

***

İşte en fazla biraz görgüsüz lüks takılmalarından olay çıkıyor. Ondan da bi şey çıkmaz. Ekonomi desen demin Oksford’da işletme master’ı yapmış bir arkadaşımın deyişiyle “Ben değil basenlerim bile daha iyi yönetir” dedi. Yani ben de öncelikle kendisine “mantıklı bir yöntem” önerdiği için kızdım. Sonuçta biz hayatı gelişine yaşamayı seviyoruz. Bir gece müdürü, bir gece başkanı, bir gece keyfimize göre yardımcısını paket eder yollarız. En değerli isimlerden oluşan, her biri yetki ve sorumluluk sahibi bakanlarımız, vekillerimiz var. Makam arabalarından bir an olsun ayrılmayan bizler sizin bizleri daha güzel arabalarda yaşatmanız için elimizden geleni yapıyoruz.

***

E peki gençler ne olacak? Okulunda elinde renkli bayrak var diye paketle çocukları, özgür eğitim isteyenleri fısfısla. Zaten genelde çoğu şey yasak. Yasak olmasa da parası yok çocuğun. Yurt dışına gidip dolaşmak desen çok affedersin Yuro kaç lira olmuş yazamıyorum ama yazmayacağım da. Çünkü bu yazıyı okuduğunuzda daha da yükselmiş olacak. Dolarla mı maaş alıyorsunuz? Dövizle mi borcunuz var diyen ekonomi bakanı gördü ülke ya. Sonra da Instagram postuyla birlikte uçtu gitti kül oldu.

Aynı hayatlarımız gibi. O yüzden kötülüğe inat, yaşayacağım ve bu tuhaf devrin de kapandığını göreceğim. Yaşım yeter, gençler de sizin gibi yaşlı değil. Bekliyoruz. Şimdi siz düşünün sevgili büyüklerim.

Kaan Sezyum / BİRGÜN

Çürüme, çöküş, ahlak, adalet - Fatih Yaşlı / SOL

Bugün Türkiye toplumu planlı programlı bir şekilde sürüleştirilmek, ahlaksızlaştırılmak isteniyor ve bunda da hayli yol alınmış durumda. 

Hazine ve Maliye Bakanlığı verilerine göre, Şubat ayı itibariyle Türkiye’de vatandaşların kredi kartı borç tutarı yaklaşık 148 milyar liraya, tüketici kredisi borcu ise 680 milyar liraya ulaşmış durumda.

Aynı verilere göre, kredi ve kredi kartı borcu olanların sayısı 2015 yılında 24 milyon kişiyken bu sayı 2020’ye gelindiğinde 10 milyon artmış ve 34 milyon kişi olmuş, yani şu an nüfusun yarısının bankalara borcu var.   

Borç asla sadece borçtan ibaret değildir. İster devletlere, ister kurumlara, ister kişilere ait olsun, borç beraberinde her zaman belirli ilişkiler getirir ve buna politik ilişkiler de dâhildir. Borç alan borç aldığına tabi hale gelir, onun çizdiği sınırlar içerisinde hareket etmek zorunda kalır, eli kolu bağlanmıştır, çaresizdir. 

Salgın boyunca ve özellikle damat bakan döneminde izlenen yöntem vatandaşa doğrudan gelir desteği vermek yerine onu borçlandırmak oldu. Faizlerin görece düşük olmasının etkisiyle kısmen ucuz kredi verildi ve gemi biraz da böyle yüzdürülmeye çalışıldı. Dolayısıyla, zaten ancak borçlanarak yaşayabilen Türkiye toplumu, salgın sürecinde işçisiyle, köylüsüyle, memuruyla, esnafıyla, çaresizlikten ve bütünüyle borç bağımlısı haline geldi.  

Borçlandırma elbette ki bir iktidar teknolojisi, bir yönetme biçimiydi. Borçlanan kitlelerin borçlarını ödeyebilmek için her şeye razı olacağı, örneğin işsizlik korkusuyla düşük ücretlere, hak gasplarına karşı çıkmayacağı, hem kendilerinin hem de memleketin başına gelenlere sesini çıkarmayacağı, sesini yükseltmeyeceği hesaplanıyordu. Ezcümle borç bir tür görünmez pranga haline getirildi ve halkın ayaklarına takıldı. 

Salgın sürecinde halkın ayaklarına borç prangası takılırken adı konulmamış/ilan edilmemiş olağanüstü hal idaresi de yürürlüğe sokuldu. Salgın yönetimi, kimin siyasi faaliyet yapabileceğinden hangi mekânların açık ya da kapalı olabileceğine, içki satışından grev yasaklarına uzanan bir genişlikte rejim inşasına ivme kazandırmak için kullanıldı, toplumsal yaşam hızla dinselleştirilirken çalışma hayatı adeta köleci bir niteliğe kavuşturuldu. 

Tüm bunlar yapılırken ise iktidara mensup olmanın bir imtiyaz haline getirilmesi sağlandı. Sokaktaki yurttaşa maskesi burnunun altına indi diye ceza kesilirken, iktidar açılışlar, mitingler yaptı, Ankara’ya otobüs otobüs insan taşıdı, tıklım tıklım salonlarda kongrelerini yaptı. 

O otobüslere binip Ankara’ya gelmek, hep bir ağızdan marşlar söylemek, slogan atmak, lideri görmek üzerinden sıradan insanlarda bir imtiyazlılık hissi yaratıldı. Yukarıda birileri iktidar partisine mensup olmaktan kaynaklı güçleri ve siyasi ilişkileri nedeniyle lüks arabalarda burunlarına pudra şekeri çekerken, ay sonunu getiremeyen, kirasını ödeyemeyen, çocuğuna okul harçlığı veremeyen daha alttakiler ise parti kongrelerinde bayrak sallayarak kendilerini güçle özdeşleştiriyor, güçlü olmaya, zengin olmaya, muktedir olmaya dair fantezilerini böyle tatmin ediyorlardı. Bu ise suç ortaklığına teşvikten başka bir şey değildi aslında.   

Borçlandırma nasıl ki bir yönetme teknolojisiyse imtiyazlılık hissi üzerinden yaratılan suç ortaklığı da öyledir. Kendinizi güçle özdeşleştirdiğinizde hakikatten kopar ve fantezi evrenine dâhil olursunuz. O evrende lidere tapmaya, hikmetinden sual etmemeye, her dediğine inanmaya başlarsınız. Olan bitene gözünüzü kapadıkça ortaklığınız da artar. Suç ortaklığı beraberinde beklentileri de getirir. Yaratılan ranttan nihayetinde size de bir pay düşecektir. Bu bazen torpille işe girme olur, bazen bir yardım kolisi ya da kömür çuvalı. 

Kuşkusuz daha yüksek beklentiler de vardır. İhaleler, komisyonlar, rüşvetler, iş takipçiliği, aracılık vs. Bunlardan birini gerçekleştirmek ve kısa yoldan köşeyi dönmek en yaygın hayaldir. İktidar partisinde siyaset en tepeden en aşağıya uzanacak şekilde böyle işler. Tepede kamu ihalelerinin rejimin fonlanması için kullanılması varsa altta da parti teşkilatında, belediyede, şurada burada rant kovalama vardır. 

Bugün Türkiye toplumu planlı programlı bir şekilde sürüleştirilmek, ahlaksızlaştırılmak isteniyor ve bunda da hayli yol alınmış durumda. İşsizlik, açlık, yoksulluk, borçluluk bir sopa, suç ortaklığı ise bir havuç olarak kullanılıyor. Bir çürüme ve çöküş döneminin tam ortasındayız. 

Kürşad Ayvatoğlu bu çürüme ve çöküş döneminin bir sembolüdür elbette ama henüz böylesine bir netlikle ifşa olmayan şeyler düşünüldüğünde onunkisi buzdağının görünen ve küçücük bir kısmı olabilir ancak. Dört beş yönetim kurulundan dört beş maaş alanların, devasa kamu ihalelerinin, uçsuz bucaksız belediye rantlarının yanında Ayvatoğlu’nun burnuna çektiği pudra şekerinin esamisi dahi okunmaz ve esas bakılması gereken yer Ayvatoğlu’nun ötesidir şüphesiz.  

Çürümenin böylesine yaygınlaştığı, çöküşün böylesine derinleştiği bir yerde toplumdan, yurttaştan, halktan söz etmek ise mümkün değildir. Orada olsa olsa şekilsiz, çözülmüş, pelteleşmiş bir kalabalık vardır. 

Bu çürümeden çıkış için, toplumun da yurttaşlığın da halkın da yeniden inşası gerekir ve bunu yapacak olan yine toplumun, yurttaşın, halkın ta kendisidir. 

Buradan bir “unutuş sözleşmesi” ile ya da “devri sabık yaratmayacağız” diyerek çıkamayız. Eğer kendimizi hem tek tek bireyler hem de toplum olarak yeniden inşa edeceksek, çürümenin bize sirayet eden kısımlarından kurtulacaksak, ihtiyacımız olan şey unutmak ya da hesap sormamak değil; aksine hiç unutmayan, her şeyi hatırlayan bir toplumsal bellek ve bununla bağlantılı bir adalet ve ahlak arayışıdır. 

Bu arayış hem kişisel hem toplumsal düzlemde çürümeden kurtulmanın biricik yoludur. Ancak böylesi bir arayış etrafında bir araya gelebilir ve hem kendimizi hem de başkalarını karşılıklı olarak değiştirebilir ve dönüştürebiliriz. Ancak bu şekilde siyasetin öznesi haline gelebilir ve bir kolektif irade inşa edebiliriz.   

Bizi buradan çıkaracak olan yapay bir uzlaşma ve kucaklaşma değil adalettir, adalet arayışı ise asla soyut olamaz. Dinciliğin ve piyasacılığın korkunç birlikteliği bu ülkeyi ve bu toplumu bu noktaya getirdiyse, somut olarak karşımıza almamız ve hesaplaşmamız gereken de tam olarak bu ikisi ve bunun uygulayıcılarıdır. 

Yeni olanı, yeni bir yurttaşı ve yeni bir toplumu ancak bu şekilde, bir adalet ve ahlak fikriyle, bu fikrin peşinden gitmekle inşa etmemiz mümkün olabilecektir çünkü. Helallik isteyen ya da meseleleri vicdanlara havale eden değil, hesaplaşmayı “öbür taraf”a bırakmayan seküler bir adalet anlayışı ve seküler bir ahlaktır sözünü ettiğim. 

Bugün gelinen noktada, bu çürüme tablosunun karşısında, politik mücadeleyle etik mücadele hiç olmadığı kadar iç içe geçmiş durumdadır. Bu çürüme ve çöküşe karşı durmak ve bu yıkımdan yeni bir ülkeyi, yeni bir toplumu ve yeni bir insanı inşa etmeye girişmek, her şeyden önce etik-politik bir tutum almayı gerektirir ve bu etik-politik tutumun adı da sosyalizmdir.  

Bugün sadece sosyalizm geçmişi unutmayan, kendini bugünde kuran ve geleceği arayan bir adalet ve ahlak fikrinin taşıyıcısı olabilir ve bu fikir güçlendikçe umut da büyüyecek, güçlenecektir. 

Fatih Yaşlı / SOL

15 Temmuz'dan sonra 'AK'lanan ordu: Atatürk çıktı, takkeli komutanlar geldi - SOL

 Operasyonda Menzil ilahisi söyleniyor, harp okuluna alımlarda 'irtica faaliyetine karışmama' maddesi çıkarılıyor, orduya din işleri subaylığı getiriliyor... İşte orduda 'yeni' dönem.

15 Temmuz öncesi ordunun birçok kritik kademesini eski ortağı Cemaat'e teslim eden AKP, Cemaat'in tasfiye işlemi sonrası orduya yönelik kendi dizayn hamlesini hızlandırıyor.

Ordunun komuta kademesini, emir komuta zincirini, atama kararlarını kendi kontrolüne alan iktidar, son dönemde üst üste gündeme gelen kararlarla yeni dizaynına son şeklini vermeye çalışıyor.

TSK'ya Din İşleri Subaylığı kademesinin getirilmesi, Türk Silahlı Kuvvetleri’ne subay ve astsubay yetiştiren Harp Okulları ile Astsubay Yüksekokulları’na giriş şartlarında yer alan "irticai faaliyetlere karışmamış olma" ifadesinin kaldırılması, benzer düzenlemenin subay ve astsubay kurslarında "Atatürk devrimleri" ifadesinin çıkarılmasıyla devam etmesi, ordunun tüm komuta kademesinin Milli Savunma Bakanlığı'na bağlanması, Harp Okulları'nın başına Erhan Afyoncu adlı AKP'linin getirilmesi, Diyanet İşleri Başkanı'nın subaylara konferans vermesi bu şekil verme sürecinin öne çıkan adımları oldu.

15 Temmuz sonrası önce ordunun dizaynı değişti

Yüksek Askeri Şura'nın yapısı 15 Temmuz sonrası AKP tarafından radikal şekilde değiştirildi.

Başbakan, Genelkurmay Başkanı, Milli Savunma Bakanı, kuvvet komutanları, ordu komutanları, Jandarma Genel Komutanı, Donanma Komutanı ile silahlı kuvvetlerdeki orgeneral ve oramirallerden oluşan YAŞ'ın asker ağırlıklı yapısı, Cumhurbaşkanı Yardımcısı, Adalet, İçişleri, Dışişleri, Milli Eğitim ve Hazine bakanlarının eklenmesi, askerlerin büyük bölümünün YAŞ dışına atılmasıyla birlikte tamamen iktidar kontrolüne geçti.

Sonrasında yine bir diğer radikal adımla Genelkurmay, Milli Savunma Bakanlığı'na bağlandı.

Genelkurmay Başkanı'nın yetkisi büyük oranda tırpanlanırken, atama ve terfilerde direksiyon AKP'li Savunma Bakanı Hulusi Akar'a devredildi.

Orduya 'Din İşleri Subayı' 

Türk Silahlı Kuvvetleri'nin Din İşleri Subaylığı kademesini uygulamaya hazırlandığı Aralık ayında gündeme gelmişti.

Sadece savaş dönemlerinde kullanıldığı belirtilen ve son olarak 1974 yılında 'Kıbrıs Harekatı'nda kullanılan kadro için İslamcı gazete ve dernekler uzun süredir çeşitli açıklamalar yapıyordu.

AKP'ye yakın Yeni Şafak'ta yer alan haberde, TSK tarafından verilen atama kararı ile hayata geçecek birimin, kuvvet komutanlıklarının tamamında yer alacağı belirtilmişti.

Yeni Akit'te yer alan haberde ise "İlahiyat Fakültesi ile Din Kültürü ve Ahlak Bilgisi alanından mezun olan adayların TSK’ya kabul edilerek Din Subayı kadrosunda vazifelendirileceği" bilgisi yer almıştı.

Harp okulları ona emanet: Muhteşem Yüzyıl danışmanı, Cemaat gazetesi yazarı...

İktidar 15 Temmuz sonrasında harp okullarını kapatmış, Milli Savunma Üniversitesi adında bir üniversite kurmuştu. Üniversitenin başına da AKP'ye yakınlığıyla bilinen tarihçi Erhan Afyoncu getirilmişti.

Askeri okulların ve akademilerin çatısı olarak kurgulanan üniversitenin başına Afyoncu'nun atanması tepki çekmiş, CHP'den yapılan açıklamada, "Atatürk’e küfredenleri Atatürk kurumlarına atamalarını çok gördük. Şimdi Milli Savunma Üniversitesi kuruluyor, askeri okulların ve akademilerin çatısı olarak. Bu çatıdaki kişi sadece bundan dört yıl önce Fetullah’ın gazetesinde yazı yazıyordu. Bu FETÖ ile mücadele kriterleri düz memura uygulanan kriterler. Yani bir sendikaya üye olmak, Zaman gazetesine abone olmak, Bank Asya’ya 1 lira dahi olsa para yatırmak kriterse bu kriterleri AKP grubuna uygulasak grup kuracak milletvekili bulamazlar. Bu kriterleri uygulasak atadıkları rektörün tutuklanması lazım” denilmişti.

Afyoncu'nun Cemaat'in gazetesi Bugün’de 6 yıl boyunca yazarlık yapmış, 17 Aralık'tan sonra da yazarlığa devam etmişti. Aftoncu, Zaman gazetesinde de bir dönem yazarlık görevinde bulunmuştu.

Ordunun eğitiminin başına Muhteşem Yüzyıl dizisinin danışmanı Erhan Afyoncu'nun atanmasından gelen tüm tepkilere rağmen geri adım atılmamıştı.

Diyanet Başkanı orduda ders verdi

Bu süreçte ordu ile Diyanet arasında da "yakın" ilişkiler kurulurken, Afyoncu'nun davetiyle Diyanet İşleri Başkanı Prof. Dr. Ali Erbaş, İstanbul’da Milli Savunma Üniversitesi’nde (MSÜ) "Din İstismarı" konulu konferans dahi verdi.

MSÜ Konferans Salonu’nda, Kurmay Eğitimi alan subaylar ile üniversitenin idari ve akademik kadrosuna hitap eden Diyanet İşleri Başkanı Erbaş şöyle konuşmuştu: 

"Allah insanı ulvi bir gaye ile en güzel şekilde yaratmış ve peygamberler aracılığıyla gönderdiği vahiyle iyilik, doğruluk ve güzel ahlak istikametinde insanlığa yol göstermiştir.

İslam adeta bu toprakların harcıdır. Bizler haçlı seferlerinden, milli mücadeleden, 15 Temmuz’a zor zamanlarımızı imanımız ve inancımızdan aldığımız güç ve motivasyonla aştık.”

İrticaya bulaşmama şartı artık yok...

TSK'daki bu sürece ilişkin son dönemde hızlı gelişmeler yaşanırken, bunun bir parçası olarak orduya subay ve astsubay yetiştiren Harp Okulları ile Astsubay Yüksekokulları’na giriş şartlarında yer alan "irticai faaliyetlere karışmamış olma" ifadeleri kaldırılmıştı.

“Kendisinin, annesinin, babasının, kardeşlerinin ve velisinin, tutum ve davranışları ile yasadışı, siyasi, yıkıcı, irticai, bölücü ideolojik görüşleri benimsememiş, bu gibi faaliyetlerde bulunmamış veya bu gibi faaliyetlere karışmamış olması” şartı yeni yönetmelikte yer almamış, bunun yerine önceki yönetmelikte olmayan “Terör örgütlerine veya Milli Güvenlik Kurulu’nca devletin milli güvenliğine karşı faaliyette bulunduğuna karar verilen yapı, oluşum veya gruplara üyeliği, mensubiyeti, iltisakı ya da bunlarla irtibatı olmamak” hükmü giriş koşullarına eklenmişti.

Erdoğan ve Bahçeli'den destek: Ordunun huzuru için

Tepki çeken bu düzenlemeye ilişkin konuşan AKP'li Cumhurbaşkanı Erdoğan, "Muhalefetin bu tür eleştirilerine alışığız. İrticai faaliyet tabii farklı bir olay. Ama terörle irtibatlı veya iltisaklı olmak ayrı bir olay. Bu bir yönetmeliktir. Bakanlıklarımız bu tür yönetmelikleri zaman zaman ülkemiz ve ordumuzun huzuru için yaparlar. Bu da bu vesileyle atılmış bir adımdır" dedi.

MHP Genel Başkanı Devlet Bahçeli de konuya ilişkin bir açıklama yaparak, "Madem irticai faaliyetlere karşı bu kadar hassastınız 'FETÖ'nün askeri okullara nasıl sızdığını ne çabuk hafıza kayıtlarından çıkardınız? Müslüman Türk milletinin inançlarından ne istiyorsunuz? Camilerin bombalanacağını şerefsizce gündeme taşıyan 'FETÖ'cülerin peşine takılmaktan utanmadınız mı? Türkiye bir hukuk devletidir. İrtica tehlikesini kılıf yaparak estirilen İslam düşmanlığına tahammülümüz söz konusu olmayacaktır" ifadesini kullandı.

Tekkedeki amiral...

Bu adımın hemen ardından basına yansıyan bir kare, ordunun tarikat bağlarına ilişkin yeni bir tartışma yarattı.

Deniz Kuvvetleri Komutanlığı'nda görevli bir amiralin tarikat evinde üniforması üzerine cübbe ve sarık giydiğine dair fotoğrafları ortaya çıkmış, Milli Savuma Bakanlığı bu karelerin araştırıldığını öne sürmüştü.

Gazeteci Barış Pehlivan ise, tekkedeki görüntüleri ortaya çıkan amiralin, Erdoğan'ın geçen yılki açıklamasında koruduğunu ilan ettiği Kurdoğlu cemaatinden olduğunu söyledi.

Son adım 'Atatürk devrimleri' ve yine irtica düzenlemesi

Sözcü yazarı Saygı Öztürk, son gelişmelerin ardından kaleme aldığı yazısında, astsubay ve subaylık kurslarının yönetmeliğinden "Atatürk devrimleri" maddesi ve "irticai faaliyetler" bölümünün çıkarıldığını gündeme getirdi.

Öztürk yazısında şu ifadeleri kullandı:

"Kanun Hükmünde Kararname ASTTASAK ve SUTASAK yönergelerinin yeniden hazırlanması öngörülmüştü. Bu amaçla çalışma grupları oluşturuldu. 2002 yılından bu yana yürürlükte olan yönerge esas alındı, okul komutanlıkları tarafından yeni yönerge çalışması yapıldı. Hazırlanan yönergeler Milli Savunma Üniversitesi'ne teslim edildi.  Önceki yönergelerde 8 ayrı yerde Atatürk adı, ilkeleri yer alırken, üniversitede son şekli verilen ASTTASAK ve SUTASAK yönergelerinden Atatürk adı tamamen çıkarıldı ve “Hizmete Özel” kaydı ile uygulamaya konuldu.

Harp okuluna alınacak üniversite mezunlarıyla ilgili SUTASAK yönergesinde de yine “Atatürk ilke ve devrimleri doğrultusunda” cümlesi de çıkarıldı.

Astsubay okullarına, harp okullarına öğrenci alımıyla ilgili yönetmelikten “İrticai faaliyetler” çıkarıldıysa, ASTTASAK ve SUTASAK kurslarına alınacak adayların seçimiyle ilgili yönergeden de, “İrticai faaliyetler” bölümünün çıkarıldığını görüyoruz."

'Yeşil takkeliler çıktı'

Emekli Askeri Hakim Ahmet Zeki Üçok, ordudaki dönüşüme ilişkin yaptığı açıklamada, "Generallerin yüzde 80'i 15 Temmuz sonrası. İktidarın savunma mekanizmalarına uygun seçimlerin yapılması TSK'da bir dönüşüm oluşturdu. Bu dönüşüm sonucu bu fotoğraflar (takkeli amiral) TSK'da alışık olmadığımız bozkurt ve rabia işaretleri yapılıyor. Cuma namazlarında orduda yeşil takkeliler ortaya çıktı, ayrı namaz kılıyorlar" dedi.

Operasyonda Menzil ilahisi

AKP'nin eski ortağı Cemaat, 15 Temmuz darbe girişimi sonrası ordudan en azından "görünür" düzeyde tasfiye edilirken, bu cemaatin bıraktığı boşluğu AKP'nin desteği ve göz yummasıyla diğer tarikat ve cemaatler dolduruyor.

Öyle ki, TSK'nın bir operasyonunda askerlerin Menzil cemaatinin ilahisi olan "Benim Gavsım Kasrevidir" adlı ilahiyi okuduğu geçtiğimiz yıllarda gündeme gelmiş, görüntüler tepki çekmişti.


(SOL)


30 Mart 2021 Salı

Sıradan insanlar, faşizmin bekçilerine dönüşürken - İbrahim Varlı / BİRGÜN

 Hitler sonrası dönemde, başta yargıçlar olmak üzere Nazilere devlet katında hizmet veren 

cellatlar, toplama kampı görevlileri, gazeteciler, ordu mensupları ve muhbir vatandaşlar 

işledikleri suçlardan dolayı –ki bunlara yüzlerce kişiye bir celsede verilen idam cezaları ve bu 

cezaların hiç vakit kaybetmeden infazı da dahil- yargılandılar. Hepsi de suçsuz olduklarını 

söylediler. Devletin yasalarını uygulamışlardı. Toplama kampı işkencecileri ise her nedense 

yaptıkları hiçbir şeyi hatırlamıyorlardı.

Girişteki alıntı Helmut Ortner’in Acımasızca 

Alman kitabından. Bir döneme ayna tutan 

Ortner, “Nazilerin yarattığı toplumsal tahribatı 

bütün boyutlarıyla yansıtırken savaş 

sonrasında yargılanıp ceza alsalar bile Nazi 

artıklarının cezalarının nasıl affedildiğini, 

emekli aylıkları ve edindikleri mülklerle nasıl 

rahat bir hayat sürmeye devam ettiklerini 

Alman toplumunun Hitler döneminde işlenen 

suçlarla yüzleşmekten nasıl kaçındığınıçarpıcı 

şekilde gözler önüne serer.”

Hikâye bilindik esasında. Savaştan ağır bir yenilgiyle çıkan Almanya’da faşizm sonrası yeni döneme yelken alınırken Nazi artıkları her yeri doldurur. On binlerce Nazi bir günde ellerindeki “temiz kağıtları”yla yeni devletin her kademesine çöker. Tarihin gördüğü en zalim diktatörlüğün inşasına tuğla taşıyanlar, bir çırpıda kılık değiştirerek yeni dönemde hiçbir şey olmamışçasına yaşamlarına, kariyerlerine devam eder.

Savaş sonrası Almanyası’nın lideri Konrad Adenauer Nazilere yol verirken, bu kadroların soruşturulmasının ucunun nerelere çıkacağının bilinmeyeceğini belirterek bu yöndeki girişimleri boşa çıkarır. Duvardan çekilecek bir tuğlanın bütün bir sistemi alaşağı edebileceğin farkındadır.

FAŞİZME OMUZ VERENLER

Ortner, Nazilerin nasıl affedildiğini, nasıl rahat bir hayat sürmeye devam ettiklerini, Alman toplumunun Hitler döneminde işlenen suçlarla yüzleşmekten nasıl kaçındığını gözler önüne sererken kapsamlı bir sorgulamaya girişir. Bunlar hakikaten suçsuz mu yoksa çarkın gönülsüz dişlileri olan emir kulları mıydı? Onlar hakikaten ideolojik açıdan inanmış failler mi yoksa sıradan suçlular mı? Evet efendimciler, ayaktakımındakiler, emir alanlar, suç ortakları ve failler arasındaki sınır geçişkendi.

Totaliter sistemler eğilip bükülme becerisine sahip insanlar üzerinde kurulabilirdi. Örneğin binlerce kişinin öldürüldüğü Stutthof Nazi kampında gardiyanlık yapan 93 yaşındaki Bruno Dey, Mayıs 2020’deki mahkemesinde işlenen suçlarda payı olmadığını şu sözlerle iddia eder: “Zorla gardiyanlık yaptırdılar, bu bir emirdi.”

Yine Nazi Almanya’sının kadınlara özel en büyük esir kampı Ravensbrück’te en az 30 bin kadının işkence yapılarak öldürülmesinden sorumlu olarak yargılanan az sayıdaki kadın SS muhafızından olan Herta Bothe de mahkemelerde kendisini emirleri uygulayan sıradan gardiyan olarak şöyle savunur: “Oraya gitmek zorundaydım, aksi takdirde beni de oraya götürürlerdi.”

GÜNAHLARDAN ARINMAK

Zaman, mekân, koşullar değişse de değişmeyen tek gerçeklik, otoriter/totaliter her türlü diktatörlüğe omuz verenlerin devran değiştikten sonra da hiçbir şey olmamış gibi davranmaları. Geçmişteki günahlarını bir çırpıda “temize çekerek” kurtulduklarını sanan bu şahsiyetler, zamanın ruhuna uygun şekilde geçmişi kötülemede birbiriyle yarışa dahi girebiliyorlar.

Bürokratların, yargı bürokrasisinin, memurların, kolluk güçlerinin özetle bütün bir düzen bekçilerinin bu davranışlarını her yerde görmek mümkün. Batı’nın faşist yönetimlerinde de Doğu’nun despotik diktatörlüklerinde de bu davranış biçimlerini sıklıkla görüyoruz.

Er ya da geç içinde bulunulan despotik günler bir gün son bulacaktır. Geriye ise bugün yaşatılan kötülükler kalacaktır. Totaliter yönetimin gönüllü kulları günü geldiğinde her şeyi emir komuta zinciri çerçevesinde yaptıklarını ifade edecek, suçsuz olduklarını dillendireceklerdir. Tıpkı Nazi rejimine en önemli mevkilerde hizmet etmiş olan on binlerce hukukçu, doktor, iş insanı, gazeteci ve ordu mensubunun ellerinde “aklanma belgeleri”yle, başarıyla “Nazilikten arınmış” bir biçimde savaş sonrasının Almanya’sında kariyerlerine devam etmeleri gibi.

İbrahim Varlı / BİRGÜN

İktidarın toplumsal/ekonomik maliyeti - Oğuz Oyan / SOL

 İktidar, Cumhuriyeti başkalaştırmak yolunda dur durak tanımayacağını her vesileyle açıklıyor. Yani iktidarda kalacağı her yeni gün yeni maliyetler anlamına geliyor.

İktidarın ülkeye ve topluma yüklediği toplumsal, siyasi ve ekonomik maliyetler çok yükseldi. Bunların önemli bir bölümünü ölçecek düzeneklere bile sahip değiliz. İktidarın aydınlanma karşıtı eylemleriyle toplumu Ortaçağ değerlerine mahkum etmesinin maliyetini neyle ölçeceksiniz örneğin? 

Ancak dolaylı göstergelere başvurabiliyoruz: İmam hatipleşmedeki sıçrama, eğitim düzeyindeki gerilemeler, kadın cinayetlerdeki artış, irticanın önünü açan düzenlemeler, tarikat üyelerinin askeri-sivil bürokrasiye sızması hatta ele geçirmesi, araç olarak kullanılmaya kalkılan radikal İslamcı teröristlerin Reyhanlı/Suruç/Ankara katliamları ve benzerleri, iktidarın ve ABD'nin kanatları altında palazlanan bir Nurcu tarikatın 15 Temmuz kanlı darbe girişimi, vb. gibi. Üstelik iktidar, Cumhuriyeti başkalaştırmak yolunda dur durak tanımayacağını her vesileyle açıklıyor. Yani iktidarda kalacağı her yeni gün yeni maliyetler anlamına geliyor.

Ekonomide sancılı dönem

Doğrudan ölçememek, toplumsal maliyetlerin önemini azaltmıyor kuşkusuz. Ama daha ölçülebilir olanlar da yok değil. Özellikle de ekonomik nitelikte olanlar. Milli gelir (GSYH) artışlarının tarihi ortalamaların altına inmesi, kişi başına milli gelirde 2007 düzeyine gerileyip orada patinaj yapılması, toplam veya kişi başına GSYH hedefleri bakımından 2023'te bile 2013 değerlerinin çok uzağında kalınacak olması, AKP iktidarının dışa bağımlı ve ufuksuz politikalarının açık başarısızlıklarıdır. Sadece toplumun geniş emekçi kesimleri açısından değil, sermayenin dahi -süreci ne kadar lehine yönetmiş olsa da- başarılı sayamayacağı bir tablo vardır ortada. 

Bunlara sektörel kayıplar da eklenebilir. AKP dönemine, GSYH içinde sanayinin katma değerinin gerilemesi, teknoloji yoğun malların üretim ve ihracatında çok gerilerde kalınması; tarımda gıda egemenliğinin yitirilmesi gibi olumsuz gelişmeler damga vurmuştur. 2020'den itibaren Covid-19 etkisiyle birçok hizmet sektöründe telafisi zor kayıplar yaşanması bunlara eklenmiştir. 

AKP döneminin faturasını kabartan gelişmeler arasında, iş cinayetlerinin ve işsizliğin alıp başını gitmesini başa yazmak gerekir. Covid-19 etkisiyle iyice bozulan 2020 işgücü verilerine göre, geniş tanımlı işsizlik genelde yüzde 27,4; kadınlarda yüzde 34,8; gençlerde yüzde 41,1. İşbaşında olanların sayısı 2020'de 2,7 milyon kişi azalırken, son bir yılda iş aramayıp çalışmaya hazır olanlar 1,7 milyon kişi artmış durumda (DİSK-AR). Bu sosyal felaket tablosuna bir de iktidarın vurdumduymazlığı eklenmeli. Kısa Çalışma Ödeneği'nin Mart sonunda sona erdirilmesi ve sistemde yalnızca akut sömürü düzeneği olarak ücretsiz izin uygulamasının bırakılması, AKP'nin sınıf karakterini vurguladığı kadar emek kesiminin sendikal temsiliyetinin de yok hükmünde olduğunun bir göstergesi.

Ekonomide kriz algısının yükselmesine yol açan parasal etkenler ise, fiyat enflasyonunun kontrol edilememesi, TL'nin değerinin istikrar kazanamaması ve faizlerdeki oynaklık olarak ortaya çıkmakta. 2018'den bu yana üç döviz krizine yol açan bir sermaye iktidarının, sermayenin çıkarları doğrultusunda böyle davrandığını, oradan oraya savrulduğunu ileri sürmek de pek indirgemeci bir yaklaşım olur. TL cinsi borçlarını ödeyemez durumda olanlar yanında, hatırı sayılır miktarda döviz borçluları da vardır. Faizlerin çıkmasından rahatsız olanlar, faizleri düşürüp döviz kurunun çıkmasından mutlu olabiliyorlar mı? Her ne kadar sermaye içinde IMF tarzı sıkı para/maliye politikalarını savunanlar (TÜSİAD) kadar anti-faiz lobicileri (sektörel çıkarları ve TL cinsi yüksek borç düzeyleri bakımından düşük faiz yandaşı olanlar) olsa da, sermayenin ortak çıkarları bakımından bu denli oynaklık ve öngörülemezlik asla kabul edilebilir değildir. Çünkü bu gidişatın sonuçları, sermayenin bütün kesimleri açısından olumsuz olacaktır.

Bu konuda, eski bir IMF yöneticisiyken şimdi ekonomi yorumcusu olan Desmond Lachman'ın OdaTV ve Sözcü'de (29 Mart) yer alan görüşleri kayda değer. Ona göre, "doların güçlendiği ve ABD'nin en büyük bütçe genişlemelerinden birine gittiği koşullarda Türkiye'ye sermaye akışı ani bir şekilde durabilir. Ülkeniz Türkiye gibi spekülatif saldırılara açık bir ülke ise, ortodoks olmayan ekonomi politikaları izleyip de piyasalara kırmızı bayrak sallamak hiç de iyi bir fikir değildir. Hem de Merkez Bankası yakında rezervlerini tüketmişken ve bunu yaparken yerli parayı korumayı da başaramamışken. Ve de firmalarınız ABD dolarına kayıtlı borç dağlarıyla uğraşırken, üstelik çok önemli turizm sektörünüz koronavirüs salgını nedeniyle diz çökmüşken". Lachman, "faiz politikası hakkındaki 'eksantrik' bakış açısının kötü bir zamanda devreye girdiğini", (...) "Erdoğan'ın harekete geçmek için gelişmekte olan ülkelere yönelik sıcak para koşullarının daha fazla sıkılaştırıldığı bir zamanı seçtiğini" belirterek, bunun "herkes tarafından bir ekonomik başarısızlık olarak görüldüğünü" dile getiriyor. 

Mevcut sistem içinde kalındığı sürece hiç de haksız bir eleştiri değildir. soL'daki son iki yazımızda biz de bu konuları işleyip durduk. TCMB'nin rezervlerini negatife düşürüp ardından faiz silahını da ıskartaya çıkararak ekonomi yönetiminin itibarını/güvenilirliğini yerle bir ettikten sonra, bir ödemeler dengesi krizinin ufukta olduğunu söylemek büyük bir öngörü bile sayılmaz. "Türkiye'ye sermaye akışının ani bir şekilde durması" öngörüsünün de başka bir anlamı zaten yoktur.

Dış politik maliyetler

Dış politikada gücünüz içerdeki gücünüz ölçüsündedir. Ekonominizi bir borç ödeme krizi (mali iflas) eşiğine getirmiş, dış kaynak girişlerine bağımlı ekonomizin ibresi sermaye çıkışları yönüne dönmüşse, milli paranın değer kaybı önlenemiyor veya yabancı paralar karşısında istikrarı sağlanamıyorsa ve buradan bir toparlanma yapabileceğinize dair güvenilirliğinizi de yitirmişseniz, dış ilişkilerde yeri tavizler için kıvama gelmişsiniz demektir. Bunun için herhangi bir ekonomik yaptırım tehdidine bile gerek kalmamıştır. Ekonomik kriz çıkarmak konusunda, bindiği dalı kesen iktidarlardan daha iyisini kimse yapamaz. RTE'nin bu bakımdan kimse eline su dökemez.

Böyle durumlarda dış ilişkilerde ödeyeceğiniz bedeller daha büyük bir mali bağımlılıkla sınırlı kalmaz. Ekonominizin küresel güçlerin çıkarları doğrultusunda yeniden yapılandırılması için yeni dayatmalar yapılmasıyla da yetinilmez. Hele bir de tâbi olduğunuz hegemon güçlerin hoşuna gitmeyen bazı dış politika tercihleriniz (S-400 ve Rusya ilişkisi, Suriye, Kıbrıs, Doğu Akdeniz, Libya, hatta Çin ve İran politikaları) olduysa, daha büyük kol bükmelere, dış politik tavizlere hazır olmalısınız. Zaten bir bölümü akut kriz öncesinde kendiliğinden yapılıverir; Doğu Akdeniz'de sondaj geminizi limana çekersiniz; S-400'ü hangarda tutmak için yalvar yakar olursunuz; Kıbrıs'ta işe yaramadığı kanıtlanmış BM müzakerelerine yeniden zorlanırsınız; Libya'dan ÖSO'yu çekmeye başlarsınız... Daha önemlisi, ülkenizin kuruluş belgelerinden olan Montrö Sözleşmesinden bir Cumhurbaşkanı kararnamesi ile çıkılabileceğini TBMM Başkanı ağzından söylersiniz. Meclis Başkanının geri adımının bir anlamı yoktur; mesaj ilgili yerlere verilmiş, amaç (Batı blokuna tam sadakat gösterisi) hasıl olmuştur. (Kaldı ki, nasıl Biden Putin'e doğrudan "katil" dememiş, sorulan soruya "evet" diyerek bu ifadeyi üstlenmişse -ki RTE de bunu böyle anlamıştır-, şimdi "ben Montrö sözcüğünü kullanmadım" üzerinden tevil imkânı yoktur).

ABD tezgahında iktidara hazırlanmış ve iktidarda olgunlaştırılmış siyasal İslamcı hareketlerin, içerde ve dışarda sıkıştıkça, Doğu ve Batı güçleri arasında gidip gelen sarkacın (sözde denge politikasının) hangi tarafına tutunacağı çok açıktır. Batı'nın ekonomik gücünün şimdilik baskın olmasının da bu taraf seçmede etkisi olabilecektir. Ne yazık ki Karadeniz'de güçler dengesini kıyıdaş ülkeler aleyhine, ABD emperyalizmi ve müttefikleri lehine döndürme çabaları, Montrö veya Kanal İstanbul teşebbüsleri olmasa dahi yürürlüktedir ve AKP Türkiye'sinin bu tehlikeli oyunda rol kapma iştahı ürkütücüdür. 

Şu uyarıyı yapmadan bitirmeyelim: Türkiye Cumhuriyeti devleti, eğer Soğuk Savaş döneminde NATO'nun ileri karakolu olarak dahi yapmadığını bugünkü köşeye sıkışmış ve maceracı AKP iktidarı döneminde yapmaya kalkarsa, bunun ülkeye maliyeti yukarıda saydıklarımızın çok ötesinde olacaktır.

Oğuz Oyan / SOL

29 Mart 2021 Pazartesi

25 dakika kazanmak için tarlalar otoyol projesine kurban edilecek - Hilmi MIYNAT Denizli / EVRENSEL

 

Denizli-Aydın otoyolu projesinin verimli tarım alanlarından geçtiğine dikkat çeken yöre halkı projeye tepkili.


İhale süreci yıllar alan Denizli-Aydın otoyolu projesinin yapım çalışmalarına başlandı. Yaşam savunucuları ve çevre platformları projenin tarım arazilerine verdiği zarardan dolayı tepkili.

Verimli tarım arazilerinden geçen otoyol projesinin iptali için Aydın ve Denizli’de eş zamanlı basın açıklaması yapılarak projenin iptali talep edildi.

Öte yandan sulama kanalının ortasından geçen yol çalışması nedeniyle tarlalar susuz kaldı. Sulama zamanı yaklaşan tarla sahipleri, “Yol tarlanın da sulama kanalının da ortasından geçti. Şimdi yolun altından su kanalı yapıyorlar ama bu ay içinde tamamlanmazsa ürün ziyan olacak” dedi.

"KIRSAL KESİMDEN GEÇSE OLMAZ MIYDI?"

Denizli’nin Pamukkale ilçesi Kocadere Mahallesi’nde çiftçiler Denizli-Aydın otoyolunun verimli tarım arazilerinden geçtiğini belirterek, “Bunu çorak arazilerden ya da kanalın başından geçiremezler miydi” diye sordu.

Çiftçi Osman Bozkurt, “11 dönüm meyve bahçem komple gitti. Ayrıca sulama kanalının yıkılmasıyla birlikte yolun altından geçecek bir sulama kanalı çalışması başlatıldı. Süreç uzadı. Arazilerimizi nereden sulayacağız bilmiyorum. Bu verimli arazi bir daha geri gelmeyecek. Kırsal kesimden geçirselerdi bu yolu olmaz mıydı” sözleriyle yapım güzergahına tepki gösterdi.

"TARLADA 29 AĞAÇ VARDI, KAYDA 9 AĞAÇ GEÇMİŞ"

Ağaçlarının yanlış sayıldığını iddia eden Halil İbrahim Özbay, “Benim tarlada 29 ağaç vardı, 9 ağaç yazmışlar. 20 ağaç nereye gitti. Biz tekrar sayım yaptık 29 ağaç çıktı ama kayda 9 ağaç olarak geçti. 15-20 senelik ağaçlar” diye konuştu.


"VERİMSİZ ARAZİDEN GEÇEBİLİRDİ"

Denizli Merkez Ziraat Odası Başkanı Hamdi 

Gemici de otoyolun verimli tarım arazilerinden 

geçtiğine dikkat çekerek şunları söyledi; 

“Yola karşı değiliz ama güzergah telafi edilmeyecek yerde. 250 metre yukarıdan, 

verimsiz araziden geçebilirdi. Bu bölgenin mikroklima iklim özelliği nedeniyle ayvaların raf 

ömrü ve kalitesi çok yüksektir. Rekoltesi, verimi yüksektir!”

"PROJE İPTAL EDİLMELİ"

Çine Yaşam Platformu Sözcüsü Ahmet Uslu ise mevcut yolun rehabilite edilerek 

kullanılabileceğini bu projenin iptal edilmesi gerektiğini söyledi. Uslu, “Köylülere ‘Buradan 

otoyol geçecek arazileriniz değerlenecek’ deniyor. Transit yolun köylülere hiçbir getirisi de 

yok. Bu yol sadece müteahhidi zengin edecek” diye konuştu.

Projeye ilan edildiği günden beri platform olarak karşı çıktıklarını belirten Uslu, “Eski yolun 

genişletilmesi basit. O kullanılabilir. Bu yol için dolgu hafriyatı da yine başka arazilerden 

getirilecek. Güzergah arazileri tahrip edecek. Bu proje tarıma büyük zarar verecek, 

kesinlikle iptal edilmelidir” dedi.

BMİ PROJENİN İPTALİNİ İSTEDİ

Aydın Çevre ve Kültür Derneği (AYÇEP) ile Büyük Menderes İnisiyatifi (BMİ) Denizli ve 

Aydın’da eş zamanlı basın açıklaması gerçekleştirerek projenin iptalini istedi. Denizli’de BMİ, 

Denizli Barosu, TMMOB Denizli İKK ve Denizli Merkez Ziraat Odası Denizli Gazeteciler 

Cemiyetinde basın toplantısı düzenledi.

BMİ Sözcüsü Mustafa Çallıca şirketlerin kazancı ve 25 dakikalık kazanım için verimli tarım 

arazilerinin heba edildiğini vurguladı. Çallıca, “On bin yıldır tarihsel, kültürel varlıklarımıza ve 

uygarlıklara ekonomik ve sosyal yaşama ev sahipliği yapan Büyük Menderes Havzası’nı ve 

ekosistemi yolculukta 25 dakika kazanma uğruna yok etmeyelim. Kazanılacak 25 dakikalık 

zaman için tarihe tanıklık yapan Sarayköy, Honaz, Merkezefendi ve Pamukkale’mizin 

kazanımlarını kaybetmeyelim” çağrısı yaptı. Çallıca açıklamasının devamında tarım ve 

hayvancılığın uğrayacağı zararlara dikkat çekerek otoyol çalışmasının acilen durdurulması 

ve projenin iptal edilmesini istedi.

Hilmi MIYNAT Denizli / EVRENSEL

Nereden geliyor bu pudraşekerin suyu...- Barış Terkoğlu / CUMHURİYET

 Yelkovanın akrebi kovaladığı günün sonu geldi. Masasından kalktı.  

“Selamünaleyküm” diyerek vedalaştı. Dev kapıdan çıktı. Kravatını gevşetti, 

ceketinin düğmesini açtı. Kendisinin olmayan bir dünyadan kendi arzularına 

doğru yola çıktı.

Herkes “pudraşeker”i konuşuyor. Hatta biraz da dalgasını geçiyor. Oysa mesele çok derin. 

Kürşat Ayvatoğlu’nun burnuna çektiği toz, Türkiye’nin bugünkü düzenini anlatıyor.

Kâh bir dünya başkentinde kokteyl içerken kâh bir lüks arabadan inip öbürüne binerken kâh gece kulüplerinde genç kızların kollarındayken, kâh burnuna kokain çekerken… Fotoğrafları elden ele dolaşıyor. Görüntüler yıllardır başkalarının hayatına bekçilik yapan bir partiden çıkınca, mesele siyasal bir hal de alıyor.

İŞ İÇİN AKP’YE KATILDI

Tam adıyla Hamza Kürşat Ayvatoğlu, 16 Mayıs 1993 doğumlu. Yani önümüzdeki aylarda 28 yaşında olacak. Hayatı bambaşka olabilirdi. Ancak Türkiye’nin şartları onu daha 20 yaşındayken AKP ile tanıştırdı.

Meseleyi daha iyi anlamak için o genci aradım. Hayır, Kürşat’ı değil. Bir zamanlar onun dönüşümüne tanıklık eden Muhammed Vefa’yı.

Gazeteci olarak takip ettiğim Muhammed, Milli Görüş Vakfı’ndan geliyor. Saadet Partisi’nin kanalı TV5’te çalışıyor. Milli Gazete’de habercilik yapıyor. Kürşat Ayvatoğlu ile akran sayılır. Kürşat’ı yedi sene önce bir seçim arifesinde tanımış.

 “Kastamonu Taşmektep Lisesi’nde okuyordu, sonra devam etmedi” diye başladı anlatmaya. “Kürşat ülkücü kökenliydi, daha sonra AK Parti’ye katıldı” diye sürdürdü.

Peki, bu nasıl oldu?

Kürşat, Türkiye’deki pek çok genç gibi işsizdi. Parası yoktu. “Neresi çağırsa oraya gidecek bir potansiyele sahipti, iş için AKP ile yan yana geldi” diyor Muhammed.

Kürşat, ailesine ait sık sık bozulan bir arabayı kullanıyordu. Daha iyi bir yaşamı olsun istiyordu. Kastamonu gibi bir Anadolu şehrinde hayal ettiği hayatı kurması kolay değildi.

İHALELERİN MÜDÜR KÜRŞAT BEY’İ

AKP, 2014 Martı’nda yapılacak yerel seçimlere hazırlanıyordu. 17-25 Aralık sarsıntısının ardından ilk sınavıydı. Partinin Kastamonu’da adayı Tahsin Babaş’tı. Belediye kökenli Babaş’ın kazanamama ihtimali vardı. Zira MHP’nin adayı Hayati Hamzaoğlu da şanslı görünüyordu.

Babaş, seçim kampanyası için çalışacak gençler arıyordu. Hamza Kürşat Ayvatoğlu, AKP’li bir yakını aracılığıyla, Babaş’ın çalışmalarına katıldı. Basit grafik işleri yapmaya başladı.

Seçim gecesi kıl payıyla Babaş kazandı. Sonucu 260 oyluk fark belirlemişti. Babaş yüzde 45.7 oy alırken, Hamzaoğlu 45.3’te kalmıştı.

Ayvatoğlu, seçim sonrasında Kastamonu Belediyesi’nde çalışmaya başladı. Kısa sürede hayatı değişmişti. Hayır, hayatını değiştiren, Kültür ve Sosyal İşler Müdürlüğü’ne kadar yükselmesi değildi. Kastamonu’da ballı ihaleler onun elinin altından geçiyordu. Belediyede “işi” olanın “işini” görüyordu. Yeni unvanıyla “Müdür Kürşat Bey”, belediyenin önemli adamıydı.

Kürşat, artık başka bir yaşam sürüyordu. Şirket kurdu. Ortaklıkları oldu. Bir alışveriş merkezinde dükkân açtı. Arabalarıyla, takım elbiseleriyle, pahalı zevkleriyle şatafatlı bir hayat yaşamaya başladı. Herkesin kafası karışıktı. Hakkında iddialar vardı. Ama başkan arkasındaydı.

Hatırlayın, belediyenin 100 bin liralık pastırma faturası Türkiye gündemi olmuştu. Konuşulanlara göre, belediye kaynakları göstermelik ihalelerle başka işler için kullanılıyordu. Buradan bir kaynak yaratılıyordu. Kürşat da kilit bir görev yapıyordu. Haliyle balı tutunca, parmağını da yalıyordu.

AKP GENEL MERKEZİ’NE TRANSFER

2019 yılındaki seçimde AKP bu kez kaybetti. MHP, açık ara kazanmıştı. Kürşat’ın hızlı yolculuğu bitmedi. Ankara’ya doğru uzandı.

Cumhurbaşkanı’yla da bakanlarla da görüldü. AKP, “Genel merkezde büro personeliydi” dese de Kürşat’ın görevinin tam olarak ne olduğunu bir türlü açıklayamadı. Kesin olan bir şey var ki Kürşat’ın Kastamonu’daki lüks hayatı Ankara’da da devam etmişti.

Adres kayıtlarında, annesi ve ablasıyla Ankara-Çankaya’da lüks bir siteye yerleşmiş görünüyor. Mali kayıtlar ise 2016’da Kastamonu’da kurduğu şirketini 8 Eylül 2020’de Ankara’ya taşıdığını söylüyor.

Hikâye, geçen gün paylaşılan kokain görüntüsüyle büyüdü. Ama Kürşat’ın şatafatlı hayatı, geçen aylarda, aslında sosyal medyaya düşmüştü. Söylenene göre Kürşat da daha dikkatli olmaya başlamıştı. Ama nedense AKP Genel Merkezi, kokain skandalına kadar, izlemekle yetindi.

KÜRŞAT’I BU NOKTAYA GETİRENLER

Kürşat ve Muhammed…

İki genç. İki dünya. İki farklı yaşam çizgisi.

Biri diğerinin yerinde olabilir miydi?

Kürşat, ikinci kez gözaltına alındığı saatlerde Muhammed ile bunu konuşuyordum. “Kürşat’ın bir nefeste çektiği kokain, asgari ücrete denk geliyor, ben bu derece haksız bir hayatı yaşamak istemezdim” dedi.

Muhammed, üniversiteyi bitirmiş, yüksek lisans okumak için çalışıyordu. Kirasını arkadaşlarıyla ödedikleri evde kalıyordu. Mütevazı bir dünyası vardı ancak idealleri için yaşıyordu. Dünya görüşlerimizi konuşurken “Muhafazakâr değilim, laiklik konusunda anlaşamayabiliriz ama geri kalanda birbirine yakın fikirdeyiz” diye düzeltti.

Asıl meselenin konuşulmadığında hemfikirdik. “Kürşat zengin oldu, köşeyi döndü ama Kürşat’ı bu noktaya getirenler var” diyordu.

Haksız mı?

KÜRŞAT HEM GÜNAHKÂR HEM KURBAN

Kürşat’ın 20 yaşındaki yoksulluğundan birkaç yılda zenginliğe geçişini izledik. Unuttuğumuz şu ki arkada Kürşat’ları yaratan bir sistem var.

Kastamonu’nun bugünkü Belediye Başkanı Rahmi Galip Vidinlioğlu’nun, görevi devraldığı gün 78 milyon 490 bin 859 lira borç açıkladığını unutmayın. Bu, Kürşat’ın saatinin de içkisinin de kokaininin de parasının belki de bizim cebimizden çıktığını söylüyor.

Hem günahkâr hem kurbanı…

Kamunun kaynaklarıyla şahsi zenginlik üreten düzeni yaratanlar, fazla açılarak deşifre olan Kürşat’ları tepeden aşağıya atıyor. Savcılar ise “pudraşeker mi kokain mi” diye sorgularken “Nereden bu değirmenin suyu” diye sormaktan kaçıyor. Alacakları cevabı hem biliyorlar hem de kendi kayıtsızlıklarına tanık olmamak için duymak bile istemiyorlar.

Öte yandan…

Her gün dinden imandan bahsedenler Türkiye’yi yozlaştırıyor. Tutarlı bir ahlakın özü, insanın kendi doğasıyla barışmasıdır. Türkiye muhafazakârlaştıkça kendisinden uzaklaşıyor. “Çift dinli” insanlar artıyor. Vitrine Rabia koyanlar, kapı arkasında Firavun hayatı yaşıyor.

Kürşat’ı paraladık. Kirli gömleğini yırttık. Hiçbir zaman binemeyeceğimiz arabasını yaktık. Çektiği tozu burnundan getirdik. Sözümüz, gözümüz, parmağımız yetti buna. Oysa Kürşat’ları önce yaratan, sonra uçurumdan atan düzenin suç ortaklığı sürüyor. Perdesini kaldırdığımız gün gözlerimiz de açılacak.

Barış Terkoğlu / CUMHURİYET


28 Mart 2021 Pazar

Paraf Erçin - MURAT BEŞER / SOL

 

İlgi duyup beğendiği şeyleri alıp satıyordu; Brown tıraş makinesinin ilk modellerinden tut, Polaroid fotoğraf makinesine ve her çeşit çizgi romana kadar...

İnsanların rant peşinde koşturduğu, uyanığın akıllı sayıldığı fırsatçı bir düzende, trafiği çift taraflı vızır vızır işleyen ana caddesi üzerinde bir eskici açmak ancak ticareten bir delinin aklına düşer. Şüphesiz, delinin veli olduğunun hikmetini anlamış kâmil bir delinin; tutkulu, gönlü bol bir delinin... 

Teskin edici ses tonuyla ağır ağır konuşuyordu Kocamustafapaşa Caddesi üzerinde 65/B numaralı dükkânda meraklısına nahif bir dünyanın kapılarını aralayan Paraf Eskicisi’nin sahibi Erçin (Galip Arkan), tane tane; her bir kelimeyi tartarak ikram ediyor, zarif bir karakter oluşunu gram gram tattırıyordu. Kapısından içeri ilk girdiğimde beni 40 yıllık arkadaşı gibi karşılamış, elimden çayı eksik etmemişti. O ziyarette bir Nesrin Sipahi 45’liği (Ağla Gitar / Gül Oğlan) almıştım ama aynı poşete tanışmamız şerefine bir de David Bowie 45’liği (Ashes To Ashes / Move On) koymuştu, ayakbastı hediyesi...

Bu deliyi tanımaktan öylesine büyük bir mutluluk duymuştum ki, üstüne bir de deliliğini teyit ediş şekline tanık olunca zevkten dört köşe olmuştum.  

Facebook sayfasına “hemen al” başlığıyla ürünler koyuyordu Erçin; plaktan kasete, kitaptan oyuncağa... Satışlardan birinde iki kitap almıştım: “Deli Eşref” ile “Eski İstanbul Delileri – Pazarola Hasan Bey”. Altına da not düşmüştüm:

- “Başka deli varsa onları da ayır.”

Yanıt hemen geldi:

- “Bir de dükkânda ben varım!” 

***

Küçükçekmece’nin bahçe içinde büyük müstakil evlerin bol olduğu, gölün üstünde kaşıklı olta ile turna balığı tutulduğu, içinde kürek yarışı yaptığı, kenarında tüfekle ördek avlandığı, sanki hiç bitmeyecekmiş gibi görünen tren yolunun dostu akrabayı kavuşturduğu zamanlar… Erçin’in çocukluğunu anlatan fotoğrafta bir de Devlet Demir Yolları’ndan emekli olan babası Bülent Bey’in yakın arkadaşı sinema oyuncusu Ahmet Mekin var.

Dedeler Balkan göçmeni, Selanik Vardar’dan. Soğuksu çocuğu Erçin. 1967 doğumlu, üç kardeşin tekne kazıntısı. Dokuz yaş büyük abisi, 11 yaş büyük ablası; çocukluk günlerinde müzikle gönül bağını kuran, eve plak getiren onlar.

İktisat terk Kadir abisinin, Cağaloğlu Emekli Sandığı’nda çalışan ablası Sibel’in Sahibinin Sesi dükkanından, Edebiyat terk Ahmet eniştesinin aldığı 45’likler halen duruyor. O yıllara özdeş kafasına kazınmış şarkıların ilki Melike Demirağ’ın “Arkadaş”ı, yani hepimizi solcu yapan şarkı. Ardından İlhan İrem, Esmeray, Cem Karaca, Edip Akbayram ile müzik aşkı alevlenmiş. 

Mimar Sinan Ortaokulu sıralarında, genelde boş geçen İngilizce derslerinde akıllarda kalan birkaç kelime yabancı müziğe ilgi duymasının müsebbibi. İlgiyi büyüten TRT FM’deki Stüdyo FM programı. Bir de sinemada ağız açık izledikten sonra plakçılarda kasete çektirilen “Grease”. İlk çekim kaseti Bakırköy Tınaztepe Pasajı’nda Piccatura’dan almış; ilk hayran olduğu yabancı topluluğun Alan Parsons Project’in “Ammonia Avenue” albümü. 

***

Mahallede Jenerik isminde stüdyo vardı. Karışık liste yapmış, kaset çektirecekti. Listede Micheal Sambello’nun “Maniac” şarkısı yazıyordu. Stüdyo sahibi o plak olmadığı için yerine Pink Floyd’tan “Money”yi kaydetmişti. Niçin onu kaydettin diye kavga çıkarmıştı ama bir ay sonra Pink Floyd hayranıydı. Bir kuşağın değişimiydi bu. Seksenli yıllarda büyüyen çocuklar önce diskocuydu. Sonradan önemli kısmı metalci ve rakçı olmuştu. Bir arkadaşıyla Piccatura’dan Ajda Pekkan’ın “Süper Star” kasetini almış, yatay ITT Schaub-Lorenz radyolu kasetçalarda dinliyorlardı. Stüdyo FM dinlerken yanlışlıkla play ile kırmızı kayıt düğmesine basınca kayıt silinmişti. Piccatura’ya gittiğinde “yenisini al oradan” diyorlardı. O zamanlar öyle güzel abiler vardı, kasetçi...

Yeşilköy 50. Yıl Lisesi’nde okurken, semtteki kasetçiler yabancı müzik dağarcığını hayli genişletmişti. 1984’te Fen Fakültesi’ne girdiğinde ise kıblesi Laleli’deki Cabir Müzik olmuştu. Şimdi hiçbir öğrencinin alamayacağı Fikret Kızılok ve Yeni Türkü plaklarını oradan edinmişti, öğrenci harçlığıyla… Derken İMÇ’yi keşfetmişti, plağın son, kasetin ilk zamanlarıydı...

1986 senesinde okuldan atılmıştı, siyasi nedenlerle değil tamamen aylaklıktan. Derslere girmek yerine birkaç kafadar sinemaya tiyatroya gidiyor, alkol sigara eşliğinde haytalık ediyorlardı. İçinde yer alabileceği tek okul Açık Öğretim idi; 1986’da İktisat bölümüne girmiş, 90’da mezun olmuştu. İkinci kuşak mezunlarındı. O günlerde Laleli-Beyazıt-Nuruosmaniye hattında, muhasebe bürolarında çalışmıştı. 

Sahaflar Çarşısı ve Çınaraltı’nda yeni yeni açılan tezgahlarda hard rock, metal müzik kasetleri satılıyordu. Dadanacak yeni bir yer bulmuştu, ancak burası Erçin’in bir başka merakının uyanmasına da neden olmuştu: tabak-çanak-efemera- kartpostal-araba... İlgi hep sürmüş ancak yaygın olarak toplamak 2000 senesinde kırtasiye ve sanatsal malzemeler dükkânı açtığında nasip olmuştu. 

Artık Samatya’nın ayakta güçlükle duran birbirine yaslanmış evlerinden mal toplayarak gezen arabacılarla eskicilerle haşır neşirdi. Hepsine tembihliyordu; kaset plak falan ne bulursanız getirin diye. Onlar yanında oyuncak biblo kitap getirmeye başlamışlardı. Sahip olduğu malzemenin çoğunu o dönem el arabalarından toplamıştı. Türkiye kültürel bir değişim içindeydi. Tüketim kültürü gelmiş, evlerden eskiler kovuluyordu. Erçin hem el arabalarından hem de çöplerden topluyordu. Ne plaklar ne kasetler çıkmıştı o çöplerden. Şimdi hepsi nadir diye tarif ettiğimiz şeyler. Doğu Dilleri ve Edebiyatı mezunu eşi Deniz, ailesinden kalan plaklarla koleksiyonuna destek olmuştu.  

1990’da mezun olunca iş hayatına atılmıştı, inşaat işleri yapan bir holdinginde müdürdü. Çabuk sıkılmıştı kendi işini yapmak istedi. Bir yıla yakın boş gezdi, bu arada çocukları olmuştu: Doğuhan. Nicedir aklında yatan Paraf adındaki kırtasiyeyi açtı, eşinin görev yaptığı Sancaktar Hayrettin İlkokulu’ndan uzakta. Söylenti çıkmasın diye. Kırtasiyeden çok sanatsal malzeme satıyordu. 

Burada çiçekçi, ondan önce de kasap varmış. 250 liraya kiralamış. 4-5 yıl sonra mal sahibi satıyorum diye kapıya dayanınca, zor bir kararın ardından satın almışlardı. Sıkıntılı bir kredi ödeme döneminden sonra borcu bitirince 2004 yılında kayınbiraderi kafasına girmişti: 

- “İddaa diye oyun çıktı, çok iş yapacak, adamlar bayilik vereceklermiş. Mutlaka girelim”.

2000 dolar teminat yatırıp girmişlerdi, zaten sanatsal malzeme işinin sonu gelmişti. 

Dükkândan çıkan malzemelerin çoğunu ablasına vermişti Erçin. Onlar zira çok yardım etmişlerdi. Okul kırtasiyesi bölümünü de eşinin görev yaptığı okullardaki maddi durumu iyi olmayan çocuklara bağışlamışlardı. İddaa işi iyi gidiyordu, ama Erçin yine sıkılıyordu. 15 yıl dayanmıştı, 2019’da gözünü kararttı.  

İddaa bayii iken arkadaki bankoların üzerinde pikap, plak ve kasetçalar hep vardı. Bazı müşteriler ilgileniyor, soruyorlardı, özellikle tıp fakültesinde okuyan öğrenciler. İlgi duyanlara plak hediye ediyordu ama sonra gelip teşekkürle karışık sitem edenler oluyordu:

“Çok masraflı işmiş bizi bulaştırdın”.

Böyle böyle okuldan bir çevre edinmişti, müziğe ilgi duyan. Sosyal medyayla beraber liseden beri müzik çevresinde toplandığı arkadaşları da artmıştı. Müzik sayesinde tanıklarının çoğu iyi insandı. Sevecen bir camiaydı aslında, arada çıkan arızalı koleksiyoncular dışında hümanistlerdi. Gönlündeki dükkân için şartlar olgunlaşmıştı. 

İlgi duyup beğendiği şeyleri alıp satıyordu; Brown tıraş makinesinin ilk modellerinden tut, Polaroid fotoğraf makinesine ve her çeşit çizgi romana kadar... Efemera olarak müzikle ilgili kartpostallar, fotoğraflar yanı sıra kitaplar ve plak katalogları toplamıştı. Bir hobi dükkânı olarak şekillenmişti burası ancak mütevazılığından dolayı eskici olarak sıfatlandırmayı münasip görmüştü. Açılış tarihi Şubat 2020. Boya badana bitmiş, tam kepenk açılacakken salgın başlamış. Fiziki satışın kaybını internet vasıtasıyla telafi etmeye çalışıyor şimdi. Her uğradığımda hal-hatır sormadan evvel yandaki kahvehaneden çay söylüyor, bir de şayet deliler hakkında bir şey bulursa bana ayırıyor.

MURAT BEŞER / SOL