Ömrünü tamamlamış bir siyasi hareket iktidara tutunmanın tek çaresi olan açık faşizme geçişin koşullarını yaratmak için emperyalizme her türlü dış ödünü verebilecek kıvama gelmiştir.
TBMM'nin kuruluşunun 100. yılında olduğu gibi 101. yılında da kutlamalar yasak. Önümüzdeki 19 Mayıs için de aynı yasağın geçerli olması beklenir, tıpkı bir süredir bütün ulusal bayramlar için olduğu gibi. Yasaklar bunlarla sınırlı değil elbette. Ama bir ülkenin/bir ulusun kendi kuruluşuna dair simgesel günlerin kutlanmasının yasaklanmasının anlamı, başka bir kuruluş hikayesinin -Türkiye örneğinde ümmetçi bir ideoloji temelinde- yazılmakta olmasındandır. Bu, Cumhuriyet'e karşı bir sürekli darbeler tarihinin nihai aşamasıdır.
Bu cüretkâr işe girişenlerin yarı yolda durmak veya "uzlaşmak" gibi bir seçenekleri yoktur; bunu sonuna kadar götürecekler ve akla gelen/gelmeyen bütün siyasi hile, kumpas ve zorbalığı gündemde tutacaklardır. Dışarda ise sıcak çatışma ortamlarını büyüterek bunlardan "milli meseleler" türetmesini ve iktidarın bekasının "kaçınılmazlığını" sürekli vurgulamasını beklemek gerekir. Bütün meselesi, karşı-devrim projesinde iktidara karşı çıkabilecek tüm güçlerin sindirilmesi ve mümkünse onun aparatına dönüştürülmesidir.
Bu bağlamda, 2008'deki "kapatılma" tehlikesi savuşturulduktan sonra, Anayasa ve dolayısıyla Cumhuriyeti savunabilecek önemli bir sivil organ olarak yargı sistemi bütün kademeleriyle önce sindirilmiş sonra yürütmeye bağımlı kılınmıştır. Daha büyük potansiyel tehlike olarak görülen silahlı kuvvetlerden, zaten yürütmenin emrinde olan polis gibi kolluk güçlerinin halledilmesi, görece kolay olmuştur. TSK'nın aynı konuma getirilebilmesi için büyük kumpasların tezgahlanmasına ihtiyaç duyulmuştur. Bunun için, TSK içinde darbeci bir Nurcu cemaatin, Fethullahçı hareketin kök salması kolaylaştırılmış ve onun etkisiyle Cumhuriyetçi subayların emeklilik veya yargı kumpaslarıyla tasfiyesi hızlandırılmıştır. Fethullahçı hareket, 15 Temmuz 2016'daki askeri darbe girişiminden çok daha büyük darbeyi onun öncesinde, AKP ile kolkola, TSK, yargı, kolluk, eğitim ve diğer kamu idaresi içinde gerçekleştirmiştir.
Ömrünü tamamlamış bir siyasi hareket şimdilerde iktidara/devlete tırnaklarını geçirmiş, her türlü muhalefete karşı teyakkuz ve taarruza geçmiş durumdadır. İktidara tutunmanın tek çaresi olan açık faşizme geçişin koşullarını yaratmak için emperyalizme her türlü dış ödünü verebilecek kıvama gelmiştir. Bunu zaten dillendirmiş bulunan Biden'ın tam da şimdi "soykırım" terimini kullanması, AKP/RTE tarafından ABD ile üst düzeyde ilişki kurabilmenin önünü açabilecek küçük bir ödün olarak kodlandırılıp kolayca sineye çekilmiş gözükmektedir. Erdoğan bu konuda sıcağı sıcağına hiçbir tepki göster(e)memiştir; iki gün gecikmeyle ve başka konular arasına sıkıştırarak ele aldığı meseleyi salt teknik bir tarihi sorunmuş gibi görerek ve ilişkilerin geliştirilmesi perspektifini öne çıkararak yaptığı açıklama, "alttan alma" tavrının yeni ve beklenen bir örneğini oluşturmuştur. Bu açıklama, muhtemelen 23 Nisan telefon görüşmesinin de yansımasıdır; bu, "sorunun" küllenmeye bırakılacağına ve bir açıklamadan daha fazlasına (somut diplomatik tepkilere) gidilmeyeceğinin de işaretidir aynı zamanda. Bu arada yürütmenin emrindeki Meclis'te parti gruplarına ortak açıklama yaptırılmasıyla da durum "idare edilmeye" çalışılmaktadır.
23 Nisan anması için Anıtkabir'e gitmeyip günü Vahdettin Köşkü'nde Biden'ın içeriği zaten bilinen telefonunu bekleyerek geçirmek de, RTE'nin vermek istediği dolaylı mesajı aşan anlamlara sahip olmuş olabilir. Her durumda, tam da Atatürk'ün Vahdettin'e hakaret ettiği savıyla Nutuk kitabının bir ilçede okullarda dağıtımının yasaklandığı haftada, Cumhuriyet'in dinci-faşist bir yönetim altında nerelere sürüklendiğinin/sürükleneceğinin açık bir göstergesi olmak bakımından çok öğretici olarak da kabul edilebilir. TBMM'nin yani ulusal egemenliğin kuruluşunun yıldönümü haftasında ne hazin bir manzara!
23 Nisan 1920'nin anlamı
Oysa 23 Nisan 1920'de Büyük Millet Meclisi'nin açılışı hem emperyalizmin işbirlikçisi olarak tarih-dışı kalmış ve tahtını korumaktan başka hedefi kalmamış olan Saray hanedanı ve çevresine hem de doğrudan doğruya emperyalizme karşı bir meydan okumaydı. 23 Nisan 1920'nin anlamını kavramamak veya saptırmak, bu meydan okumaya bir "karşı-meydan okuma" olarak anlaşılmak zorundadır. Bu anlam da emperyalizmin işbirlikçiliğinden başka bir yer değildir.
Peki, Meclis 23 Nisan 1920'de hangi tarihi koşullarda açılmıştı?
- Beş hafta önce 16 Mart 1920'de İstanbul ikinci kez işgal edilmiştir ve bu defa 1918 işgalinden farklı olarak tüm idareye el konulmuş ve Meclis-i Mebusan dağıtılmıştır. Artık yeni bir iktidar odağının Anadolu'nun kalbinde oluşturulması farz olmuştur. Öte yandan, Sèvres dayatmasının hazırlıkları ilerlemektedir ve nitekim dört ay sonra Ağustos 1920'de imzalanacaktır. Emperyalizme muhatabının Saray değil Ankara olduğunun gösterilmesi zamanıdır.
- Meclis'in açılması, 600 yıllık Osmanlı hakimiyetine tarihi bir meydan okumadır. Aynı zamanda egemenliği Allah'ın yeryüzündeki temsilcisi olduğunu iddia eden sultandan/Saray'dan alıp millete verilmesidir.
- Henüz düzenli orduların bile kurulamadığı, hiçbir savaşın kazanılmadığı erken bir tarihte (düzenli ordunun ilk savaşları İnönü'de 1921 başlarında olacaktır) Millet Meclisi'nin savaşı yönetme yetkileriyle donatılmasıdır. Bu yetki, aynı zamanda, düzensiz Kuvay-ı Milliye güçlerinin Meclis'in otoritesi altında düzenli orduya dönüştürülmesi mücadelesini kapsamaktadır. Daha sonra bu yetki, güçler birliğiyle donatılmış ve 1921 ve 1924 Anayasalarıyla birlikte bu rolü pekiştirilmiş olan Meclis'i, Kurtuluş sonrasının Kuruluş mücadelesinin de merkezine taşıyacaktır.
- Meclis'in kuruluşu ve mücadelesi, aynı zamanda, Kurtuluş ve Kuruluş hareketinin niteliğine karşı oluşabilecek Saraycı veya eski düzene bağlı karşı-devrimci muhalefeti içerde ve kontrol altında tutabilmenin mücadelesidir. Bu muhalif cephenin zamana direnen en radikal çekirdeği siyasal İslamcılar olacak, 1950 sonrasında emperyalizmin de desteğiyle palazlanabilecektir.
Özetle "ulusal egemenlik" hem Saray'a karşı hem emperyalizme karşıdır. 1950 sonrası bu egemenlikte aşınmaların ortaya çıkmaya başladığı dönemlerin toplamıdır. Siyasal İslamcı hareket 1970'ler, 1980'ler ve 1990'larda sonrasında iktidara ortak olarak meşruiyetini pekiştirdikten sonra 2000'lerde Cumhuriyeti tersyüz etme gücü ve cüretine erişecektir. İşte şimdi bu siyasi hareket kendi hedeflerine tam varamadan tükenmenin eşiğine gelmiştir. Hırçınlığı ve saldırganlığının temelinde olan budur.
Sonuç
101 yıl önce egemenlik Saray'dan millete ve onun temsilcilerini barındıran Büyük Millet Meclisi'ne aktarılmıştı. Şimdi egemenliğin milletten ve onun temsilcisi TBMM'den tekrar Saray'a aktarıldığı aşama geçici olarak tamamlanmıştır. Ama hikayenin burada tamamlanmasının imkân ve ihtimali olmadığı anlaşılmıştır.
İktidar cenahı "demokrasi tramvayı"ndan çoktan inmiş; hatta tramvayları dahi hangara çekmiş olabilir. Buna rağmen, halk kitleleri şimdilik en azından ulusal bayramlarda, 1 Mayıs'larda ve tüm toplumsal mücadelelerinde ne Cumhuriyeti feda etmeye ne de ülkeyi emekçi düşmanı sınıflara bırakmaya razı olmadıklarını yüksek sesle haykırmaya devam etmektedirler.
1 Mayıs Emek ve Dayanışma Gününüz kutlu olsun.
Oğuz Oyan / SOL
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder