Muhsin Çelebi, ardından koşarak pembe incili kaftanı “Unuttunuz” diye yetiştiren savaşçıya güldü. Şah’ın işiteceği yüksek bir sesle bağırdı: “Hayır, unutmuyorum. Onu size bırakıyorum. Sarayınızda büyük bir padişah elçisini oturtacak seccadeniz, şilteniz yok. Hem bir Türk, yere serdiği şeyi bir daha arkasına koymaz. Bunu bilmiyor musunuz?"
Ömer Seyfettin, Türk dışişlerinin hikâyesini meşhur öyküsünde böyle anlatmıştı.
Yetkili ya da yetkisizlerin, kravatlı ya da kravatsızların, mektepli ya da alaylıların çıkardıkları sesler arasında gözüm onu aradı. Dünyayı kana boğan savaşları başlatan ABD’nin başkanının, bir asır önce bizim topraklarımızda yaşanan acılar hakkında hüküm veren açıklamasının ardından herkes konuşmuştu. Ben ise o bıyıklı büyükelçiye baktım. Ne gazetede ne televizyonda görebildim.Erdoğan’ın kısa süre önce Washington’a atadığı eski AKP milletvekili Murat Mercan’dan söz ediyorum. Eski Büyükelçi Namık Tan’ın dahi ne düşündüğünü okudum. Yeni elçinin basın açıklaması yapmasını, eylemli bir tepki koymasını, mesaj atmasını geçtim; Türkiye’nin Washington Büyükelçiliği’nin resmi hesaplarında bile anlamlı bir tepki bulamadım.
Dışişleri’nin paylaşımlarını “RT etmekle” yetinmişler, bir de katledilen diplomatlarla ilgili sergi ve belgeselin tanıtımını paylaşmışlardı. 24 Nisan faaliyetine ise şu not düşülmüştü: “Büyükelçi Murat Mercan ve Kongre üyesi Steve Cohen bugün dostane bir görüşme yaptılar. Türkiye-ABD ilişkilerinin daha da geliştirilmesine yönelik olarak yakın çalışma konusunda mutabık kaldılar.”
Haliyle kendi kendime sordum: Günlerdir Biden aşağı Biden yukarı diyoruz da Türkiye’nin bir Washington Büyükelçisi var mı?
Bu sorunun resmi yanıtı, hem var hem yok. Neden mi?
Sebebi basit. 24 Şubat tarihli 2021/131 sayılı kararnameyle atandı. Ancak göreve başlamada diplomatik bir gelenek olan “güven mektubu”nu bir türlü ABD Başkanı’na sunamadı. Haliyle “yok ama var” ya da “var ama yok”!
Sadece “iyi ilişki” dönemlerine özgü sanmayın. Krizleri yönetmek için bile büyükelçiler kritik görevler üstleniyor. Örnek olsun: ABD, Türkiye’ye göndereceği büyükelçiyi, sonuncusu dahil, Senato’da ölçüp biçerek, ne yapacağını sorgulayarak, sorularıyla zorlayarak yola çıkarıyor. Haliyle yüzyıllara yayılan Türk dış politikasının bu amatörlüğe mahkûm oluşu hayret uyandırıyor.
EŞLERİ, ÇOCUKLARI DA ŞEHİT
Elbette bu noktaya bir günde gelmedik. Türk Dışişleri, Ermeni meselesinde hem acı sayfalarla hem büyük tecrübelerle dolu. Sadece Cumhuriyette değil Osmanlı deneyiminde de iyi yetişmiş insan gücünü Dışişleri bürokrasisine ayıran Türkiye neler yaşamadı ki? “Büyük Ermenistan” hayaliyle Türklere terör uygulayan örgütlerin saldırısı sadece bir tanesi... 21 ülkenin 38 kentinde; 39’u silahlı, 70’i bombalı, biri de işgal olmak üzere, Türk diplomatlara karşı Ermeni kökenli ırkçı örgütler tarafından 110 terör eylemi gerçekleştirildi.
Bu saldırılarda Türk diplomasisi 42 şehit verdi ama… Hedef alınanlar sadece diplomatlar değildi. Madrid Büyükelçisi Zeki Kuneralp’ın eşi Necla Kuneralp, Lizbon Maslahatgüzarı Yurtsev Mıhçıoğlu’nun eşi Cahide Mıhçıoğlu, Lizbon İdari Ataşesi Erkut Akbay’ın eşi Nadide Akbay, Tahran Büyükelçiliği Sekreteri Şadiye Yönder’in eşi Işık Yönder, La Haye Büyükelçisi Özdemir Benler’in oğlu Ahmet Benler, Atina İdari Ataşesi Galip Özmen’in kızı Neslihan Özmen… Diplomat eşleri, oğulları, kızları da kör terörle katledildi.
Eylemcilerin anıtları dikilirken diplomatlar tezlerini anlatmak için çabalamaya devam etti. İlginçtir, kimi zaman Yahudi lobileriyle kimi zaman ülkelerin içindeki farklı siyasi gruplarla yan yana gelerek başarılı da oldular.
ERDOĞAN’A KARŞI ‘MONŞER BİLDİRİSİ’
Sonra ne mi oldu?
Kendi hükümetlerinin de hedefi oldular. Erdoğan onlara o kadar ağır sözler söyledi ki… Adlarını miting meydanlarında “monşer”e çıkardı. Fransızcada “azizim, dostum” anlamına gelen “mon cher (monşer)”, Kasımpaşa argosunda “hanım evladı” yerine kullanılıyordu. 6 Haziran 2010’da kürsüye çıkıp “Biz monşerler diplomasisini bir kenara koyduk, bugüne kadar gelenler salon diplomasisinden başka bir şey yapmadılar” diyecek kadar ileri gitti.
Şimdi amirallerin açıklamasını tartışıyoruz ya. “Pes” diyen 72 emekli diplomat, 2010’da Erdoğan’a cevaben ortak bir bildiri yayımlamıştı. “Şimdiye kadar Türk diplomatlarını sadece Ermeni terörünün ve diğer terör eylemlerinin hedef aldığını zannediyorduk. Son bir yıldır her fırsatta kendi ülkesinin diplomatlarına karşı sözlü bir saldırı başlatan Sayın Başbakanımızın (Erdoğan) bu tutumunu izahta büyük güçlük çekiyoruz” diyen diplomatlar, 11 yıl önce gelmekte olanı şöyle anlattı:
“Dış politika, öyle günü kurtarmaya yönelik, kendisiyle çelişki içinde ‘perakende’ açılımlarla, üç-beş yabancı sözcüğü yerli yersiz kullanmakla, diplomatlara karşı küçük düşürücü ifadelerle yürütülmez. Yürütülmeye kalkışılırsa bedeli ağır olur. İşin acı tarafı, bu bedeli de sadece bu hesapsız, kitapsız, yüzeysel tutumları benimseyenler değil, tüm ulusumuz öder.”
ERDOĞAN DA 24 NİSAN’DA YOKTU
Kendi diplomatlarının biriktirdikleriyle kavga etmekle kalmadı. Dışişleri’ni parti teşkilatına çevirdi. Resmi Gazete’deki atama kararlarına bakıyorum. Sadece Murat Mercan değil ki… Abdülkadir Emin Önen, Tülin Erkal Kara, Zekeriya Akçam, Şaban Dişli, Merve Kavakçı, Egemen Bağış, Cahit Bağcı gibi eski milletvekillerini büyükelçiliklere atadı. Bunlara eski Bakan Fatma Betül Sayan Kaya’nın kız kardeşi Ayşe Sayan, Erdoğan’ın eski danışmanı Lütfullah Göktaş, İlahiyatçı Kenan Gürsoy gibi onlarca isim eklendi. Dışişleri’nde istisnai olan “dış kadro” olağan hale geldi. AKP’den kopmasın, Davutoğlu’na ya da Babacan’a katılmasın diye eski politikacılara diplomat koltukları dağıtıldı. Sonunda 24 Nisan’daki gibi “büyükelçiler” yerini “yokelçiler”e bıraktı.
Sanmayın ki çok şey değişti.
Erdoğan, 2009 yılında Türk diplomatlarını monşer diye aşağılamaya başladığında, cebinden İhvancı dış politika kartını çıkarmıştı. 12 yıllık kavganın ardından, “her şeyi bilen” kendi hükümeti Mısır’la, İsrail’le, Suudilerle hatta Yunanistan’la barışmanın yollarını arıyor.
Bir asır önce Ermeni meselesinde yaşananlar bir tarihsel sonuçtu. Emperyalizm, 20. yüzyılın başına geldiğinde, bir Avrupa devleti olan Osmanlı’yı Avrupa’dan atmaya, Doğu’daki topraklarını paylaşmaya, Anadolu’da müstakil bir devlete dönüştürmeye karar vermişti. Hem Ermeni hem Türk milletlerine çektirilen acılar, bu politikaların neticesi oldu. Milli Mücadele bu kaderi tersine çevirip Türkiye’yi bir dünya devleti yaptı. Türk Dışişleri de bu dönemde dünyayı okuyarak Montrö Anlaşması ya da Hatay’ın vatana katılması gibi sayısız başarıya imza attı. Avrupa’nın ortasında soykırım kampları kurulurken Türk diplomatlar Yahudileri kaçırarak Türkiye’ye getirdi, hatta bu uğurda şehit dahi verdi. Eski dünya ülkesi Türkiye, bir asır sonra, dış müdahaleyle değil ama hükümet kararıyla Ortadoğu İhvancılığına sıkışarak yeniden Ermeni meselesiyle dövülen ülke haline geldi.
Farkında mısınız? Yalnız Murat Mercan değil. Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın kendisi de 24 Nisan günü Biden’a okkalı cevap verenler arasında yoktu!
Türk ve Ermeni, iki halkın acılı geçmişini, emperyalist politikalara sopa yapmak yerine, geleceğin dostluğunu birlikte kuracak cesur politikacılara, diplomatlara hasret devam ediyor. Muhsin Çelebi mi? Ömer Seyfettin sonunu şöyle anlatıyor:
“Ölünceye kadar Üsküdar pazarında sebze sattı. Pek yoksul, pek acı, pek yoksun bir hayat geçirdi. Ama yine de ne kimseye boyun eğdi ne de bütün servetini bir anda yere atmakla gösterdiği fedakârlık üzerine gevezelikler yaparak boşu boşuna övündü.”
Barış Terkoğlu / CUMHURİYET
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder