“The Invention Of Lying” (Yalanın İcadı) diye bir film var.
Dünyada hiç yalanın olmadığını düşünün, beyaz yalanlar bile yok. Seviyorsanız seviyorum diyorsunuz, sevmiyorsanız sevmiyorum.
Huzurevinin girişinde “Umutsuz yaşlılar için hüzünlü bir yer” yazıyor. Reklamlar dümdüz ürünü anlatıyor: “Kola, şekerli bir sıvı, almaya ve içmeye devam etmenizi istiyoruz”
Yalan yok. Hiç.
Kahramanımız işsiz, parasız ve 800 dolar kirasını ödeyemiyor. Bankadaki son 300 dolarını çekmeye gittiğinde sistemin arızalı olduğunu söylüyorlar ama yine de parasını verecekler. “Ne kadar paranız vardı?” diyorlar.
Ve adam dünyanın ilk yalanını o an söylüyor: 800 dolar.
Sistem aniden düzeliyor, diyorlar ki; “Özür dileriz, sistemde herhalde bir hata var ki bizde 300 dolarınız var görünüyor. Buyurun 800 dolarınız.”
Çünkü insan, makineden daha güvenilir. Çünkü hiç yalan yok.
Ve adam, yalanın kazandırdığını fark ediyor. Yalanın ilk kazandırdığı o ilk 500 dolar, adama tüm yalanların kapısını açıyor.
İnsanlara iyi hissettiren yalanların, tonlarca para kazandıran yalanların, kurgunun ve hatta tarihi baştan yazmanın kapısını.
Çünkü yalan bilinmediği için yalanın bir cezası bile yok. Hesap verme ihtimali yok. Kaybetme ihtimali yok.
Film 2009 yapımı. İlk kez 2010 ya da 2011’de izlemiştim.
En son da yakınlarda.
İlk izlediğimde absürt gelen filme bu dönemde bir açıdan tur atlattığımızı fark ettim.
Her yerde yalanlar öyle boyu geçti ki gerçeğin ne olduğunu unuttuk.
Yalanın cezası yok, gerçeğin çok.
Yurttaşlık kavramı yasada var ama işleyişteki muamele: Tebaa
Sayı sayamıyorsun, soru soramıyorsun. Yasak, suç, hakaret, tu kaka.
Yargı bir alem, kim içeri neden giriyor anlayamıyorsun, seneler geçiyor çıkıyor, neyin cezasını çekti, neden bitti bilemiyorsun.
AİHM diyor derhal tahliye lazım böyle dava olmaz, diyorlar AİHM ne bilir?
Kadınlar, “Öldürülüyoruz”, “İstanbul Sözleşmesi yaşatır” diyorlar kadına şiddeti kadınlar ne bilir?
Bilim diyor bu virüsle böyle mücadele edilmez, diyorlar tabipler ne bilir?
Akademisyenler diyor böyle üniversite yönetilmez, diyorlar hoca ne bilir?
Gençler diyor, umutsuz, mutsuz, geleceksiziz, diyorlar gençler ne bilir biz gidelim aileleriyle konuşalım, onlar bize oy verdirir.
Muhalefetin muhalefet yapası geliyor, diyorlar muhalefet muhalif olmayı ne bilir?
“128 milyar dolar nerede?” sorusu üzerine AKP grup başkan vekili açıklama yapmış:
CHP, AK Parti’yi, bu konularda eleştirecek olan en son partidir.
(Muhalefetin bir asli işi de iktidarı eleştirmek değil midir?)
Daha dün CHP’nin hesaplarını inceleyen Anayasa Mahkemesi, toplam 3.5 milyon lira civarında usulsüzlük olduğundan partiye ceza kesti.
(Anayasa Mahkemesi bağımsız mıdır şu an?)
(Ülkenin 128 milyar dolarının karşısına 3.5 milyon lira usulsüzlük kartı ile çıkılır mı?)
Eğer dedikleri gibi Merkez Bankasında böyle bir kayıp varsa neden bunu bir anda 3 parti beraber kullanmaya başladı?
(İktidara karşı muhalefetin ortak bir söylemde buluşması çok normal değil mi? Para ülkenin değil mi? Siyasi kampanya tam da bu değil mi?)
Neden bunu dün değil de bugün söylemeye başladılar? Sorunun cevabı şimdiye kadar çok defa net olarak verildi. Siyasette ne seviye ne de nezaket bıraktılar. Tartışmalar, eylemler, afişler bunun göstergesi.
(Bunu diyen kişi memleketindeki belediye başkanı için “Seçmen bu koli basili kafalıları seçti” diyen kişi değil mi? Kendi partisinin genel başkanı, ittifakın küçük ortağı hakareti bir virgül gibi cümle içlerinde har vurup harman savurmadı mı?)
Bu hafta pandemi sebebiyle her tür broşür, sticker, afiş, el ilanı, pankart yasaklandı. Valilikler, kaymakamlıklar sırayla yayınlıyor yasağı.
Kebapçıysanız rahat olun ondan virüs bulaşmıyor, özellikle üzerinde İstanbul Sözleşmesi ve 128 yazanlardan bulaşıyormuş.
Bunca hengame içinde bana filmi hatırlatan İsmail Saymaz’ın AKP’li Elazığ-Akçakiraz Belediyesi Başkanı Sebahattin Kaya ile yaptığı röportaj oldu.
Artık o kadar normalleşmiş ki yalan dolan, gerçeğin daha absürt olamayacağını düşünmüş olmalı ya da belki doğru-yanlış algısını hesap vermezlik içinde kaybetti, bir şekilde öyle rahat anlatmış ki olan biteni, filmde olmadık yerde doğruları söyleyen insanların absürtlüğünü gördüm okuduklarımda:
- Almanya’ya 48 kişi göndermişsiniz?
- Bir dostun hatırına böyle bir şey yaptık. (Usulsüzlük ve torpil?)
- Vatandaş işsiz güçsüz… (Kendilerinin iktidarı?)
- Dedik buradan giderler, iş güç sahibi olurlar. Bana makul geldi. (Yasalar, kurallar, hukuk, bürokrasi ve bunların karşısında birinin makul bulmasının yetmesi?)
- Burada Türkiye Cumhuriyeti’ne yük olacak insanlar gidiyor. (Vatandaşını hakir görmek?)
- Belediye kasasına bir şey girdi mi?
- Bir kamyon aldılar, ikinci el canım, 100 bin lira. (Aleni rüşvet itirafı?)
İnanılmaz bir şey değil mi?
Yalanın cezası ortadan kalkmıştı. Gerçeğin ise bedeli çok ağırdı.
Yeni bir kırılım daha yaşandı. Gerçek, suç bile barındırsa, artık çıktığı ağza göre o da cezasız demek ki.
Bunu onca yalan içinde “gerçeğin icadı” diye gördüm. Yalanla aklanmak için bile bir stratejiye gerek duyulmadığı bir döneme geçtik.
Bu biraz moralimi bozar gibi olmuştu. Sonra filmlerdeki flashback gibi, şu haberler geldi gözümün önüne:
34 yaşında, Kartal İmam Hatip Lisesi Mezunu YAHYA ÜSTÜN, Varlık Fonundaki 40 şirketten maaş alıyor.
Yiğit Bulut, üç farklı yerden artı dernek ve vakıflardan maaş alıyor.
Ömer Fatih Sayan (Eski AKP’li Bakan ve Milletvekili Fatma Betül Sayan Kaya’ın kardeşi), hem Türk Telekom’dan maaş alıyor hem de ulaştırma ve alt yapı bakan yardımcısı hem de PTT Yönetim Kurulu Üyesi.
Cumhurbaşkanı Başdanışmanlığı ile Gençlik ve Spor Bakan Yardımcısı görevlerine de ilaveten Vakıfbank Yönetim Kurulu Üyeliği’ne atanan Hamza Yerlikaya üç yerden maaş alacak.
Her şey ellerinde olduğu için birini aylık 100-200 bin maaşa ulaştırmak adına kişi başı bu kadar pozisyona, göreve ihtiyaç yok. Tek pozisyonda da huzur hakkı bilmem ne o tutara erişirler zaten.
Ancak bu görevler, imza inisiyatiflerine güvenecekleri isimlere verilmek zorunda. Yoksa konu para olunca zaten buluyorlar, mevzu ücret değil.
Ama işte o 40 koltuğa oturtacak 40 isim bulamıyorlar.
Gerçeği saklayabilecek meziyette kadro bulamıyorlar.
128 milyar nerede sorusuna tatmin edici yanıt bulamıyorlar.
Pankartları söktürmek dışında bir iletişim stratejisi kuramıyorlar.
Sökme kararına uygun kanun bulamıyorlar.
İkindide iftarda kalabalık olmayın deyip akşamına iftar yemeği verirken “Bunu böyle yaymayalım efendim, tepki gelir” diyecek danışman bulamıyorlar.
Liyakatsiz atamaların elde patladığı döneme geçtik.
Onayladıkça yükselenlerin onayları artık sadece düşüşü hızlandırmaya yarıyor.
İktidar, siyasal iletişimde de artık süreci yönetemiyor.
Gerçeklerin er ya da geç ortaya çıkmak gibi bir huyu vardır.
Geç oldu ama oraya varmak üzere gibiyiz.
Bildiğimiz yoldan, gerçeğin izinden, doğru ve haklıdan yana durmaya devam.
Az kaldı diyor içimden bir ses ama yedek kulübesinde bekleyerek olmaz.
Hep beraber gerçekleri sormaya devam, ortaya çıkana kadar.
Az kaldı, az kaldılar…
Ayşen Şahin / Evrensel - Pazar
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder