24 Mayıs 2021 Pazartesi

Tuğlayı ancak halk çekebilir - Yusuf Tuna Koç / BİRGÜN

 


İçine CIA kaçmış devlet aygıtı 50 yılı aşkın bir süredir birbirini tekrarlayan kirli ilişkiler yumağı sunuyor. Komando kamplarından mafyalaşmış bir rejime kadar gelindi. Aydınları, ilericileri, devrimcileri yok etmek için vatan-bayrak-ezan denilerek örülen duvar aynı zamanda ceplerini doldurma aracı da oldu. Yaşananlar rejim içi çıkar çatışması.

Mafya-devlet-siyaset üçgeni bütün ülkeyi yok oluşa sürüklüyor. Halk, geçen 50 yılda tekrar eden karanlık süreçler ve hemen ardından gelen sağcı sivilleşme propagandaları arasına sıkışıyor. 1968 yılında, Türkeş tarafından kurulan komando kamplarıyla, bugünün mafya liderleri ilk kez ABD desteğiyle ülkede filizlenmeye başladı. Eğitilen, donatılan, silahlandırılan bu çeteler, devlet desteğiyle halka silah doğrulturken, finanse edilmeleri de suç örgütleri üzerinden sağlandı.

Ardından yaşanan 12 Eylül darbesiyle başlayan süreçte de ülke siyasetine ‘güvenlik kaygılarını’ dahil eden yeni bir otoriter rejimi inşa edildi. Amerikan emperyalizminin çıkarları doğrultusunda ülkede devrimci mücadeleyi boğan darbe, yeni bir toplumsal hareketin ortaya çıkması korkusuyla 3 yıl boyunca ülkedeki seçimleri yasakladı ve rejim içerisinde kolluğun gücünü arttırdı. Ardından yapılan ilk seçimde birçok siyasi liderin ve hareketin yasaklı olduğu koşullarda Anavatan Partisi lideri Turgut Özal başbakan oldu. Özal yönetimi, ülkede hem 1980’lerde Thatcher ve Reagan ile başlayan liberalleşme sürecini, Türkiye ekonomisine tahkim edebilme misyonu ile iktidara geldi.

Özal’ın siyasi kariyerine baktığımızda ordu ve emniyetin ülke siyasetindeki gücünü tahkim etmeye yönelik bir yol izlediğini gördük. İç istihbaratın 1989’da Özal iktidarınca MİT’ten alınarak İçişleri bakanlığına bağlanması, siyasi erkin güvenlik ve kolluk üzerindeki gücünü arttırmaya yönelik bir icraat olmuştu. Yine bugünkü rejimin otoriter ve karanlık yapısının en önemli güvencesi olan Başkanlık sistemi de ilk olarak Özal tarafından gündeme getirilmişti.

90’larda İlk olarak ASALA ile mücadele adı altında ülkücü mafyalar kolluk ve istihbaratın içerisine yerleştirildi, faaliyetleri kollandı. ABD’den gelen istihbaratlarla, bu çete liderleri devletin tetikçileri haline geldi. Ardından Kürt illerinde patlak veren terörle mücadele politikası, bu çeteleşmelerin siyaset ve devlet ayağının ortaya çıkışı için uygun koşulları sağladı. Bunun yanında, polisin “genelkurmay başkanı” Mehmet Ağar, sağ kolu Korkut Eken gibi isimler, ordunun da desteğiyle polis içerisinde özel harekatı kurdurdu. Doğrudan Amerikan ordusu eğitimleriyle oluşturulan bu birlikler Kürt illerinde sözde terörle mücadeleye katılma bahanesiyle birçok kirli ilişkiye de dahil oldular. Faili meçhuller için ülkücü çetelere yol verildi. Bu çeteler, Demirel’in deyimiyle “devletin rutini dışına” çıkarken, karşılığında da yine devlet ve siyasetle de ilişkilenerek rahatça suç işleyebilir hale geldiler.

AKP-CEMAAT-DERİN DEVLET İLİŞKİSİ

90’larda koalisyonlar, güvenlik politikaları, baskı ve korku rejiminin yarattığı siyasi kriz ekonomik çöküntü ile birleşerek on yılın sonunda tüm siyasi figürleri de yuttu. 2002’de iktidara gelen AKP, yolsuzluklar, siyasi istikrarsızlık ve “derin devlet” ile mücadele vaatleriyle politikasını kurdu. Bu politika, derin devletin diğer tüm unsurları gibi doğrudan ABD tarafından yönlendirilen ve desteklenen Fetullahçılar ile bir tasfiye operasyonu başlattı. Sözde darbe şüphesiyle başlatılan Ergenekon, Balyoz gibi operasyonlar ve 2010 referandumuyla birlikte ordu, emniyet, yargı ve istihbarata Gülenciler yerleştirildi. Bu tasfiye operasyonu, ABD’nin eski derin figürlerinin yerine yenisinin, daha uyumlularının konulması süreciydi. Bu süreç, liberallerin tam desteğiyle Özal iktidarından beri en büyük sivilleşme hareketi olarak yansıtıldı. Darbecilikle mücadele adı altında emniyet, yargı ve ordunun siyaset ile bağı daha da güçlendirildi. Bugünkü başkanlık sistemine giden yol da bu sözde sivilleşme hareketiyle döşendi.

15 Temmuz darbe girişiminde galip ayrılan Saray rejimi, Fetullahçıların tasfiyesinden boşalan koltukları bu sefer Ergenekon döneminde kısmen tasfiye edilmiş olan isimlerle doldurdu. Ağar’ın kendi oğlunun 2018’de milletvekili olması ve yine kendisiyle yakınlığıyla bilinen Süleyman Soylu’nun 15 Temmuz sonrası İçişleri bakanlığına getirilmesi, 80’lerden beri süregelen tasarımın devamı niteliği taşıyordu. Hükümet ortağı Bahçeli’nin yol arkadaşım dediği Alaattin Çakıcı’yı serbest bıraktırması, Sedat Peker’in referandum sürecinde mitinglere çıkarılması gibi icraatlar ile Saray rejimi, mafya ile bağını daha da göz önüne taşıdı.

Güldal Mumcu, eşi Uğur Mumcu’nun öldürülmesinin ardından dönemin İçişleri bakanı olan Mehmet Ağar’ın yanına gelip cinayetin arkasındaki yapının bir duvar gibi olduğunu, bir tuğla çekse yıkılacağını söylemişti. Bugün içlerinden çıkan mafya liderleri, kendi hesaplaşmaları için sosyal medyada aynı duvarın tuğlalarını dürtüyorlar. Gelinen noktada ülke uyuşturucu kaçakçılığından petrol dağıtımına uzanan bir ilişki ağı ile karşı karşıya bırakıldı. Bu sürecin hala bir soruşturma konusu bile yapılmamasına ise şaşırmamak gerek. Duvarı örenler tuğlayı çekemiyor, tuğlayı halk çekecek.

Yusuf Tuna Koç / BİRGÜN

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder