23 Mayıs 2021 Pazar

Diyarbakır karpuzundan tosuncuk çıktı(Mehmet AKSOY-Evrensel)+Şey (Burhan KUM-Evrensel)

Diyarbakır karpuzundan tosuncuk çıktı.



Reddettikleri bir sanatı yaptırım güçleri olduğu için, bir olayı önemli göstermek adına ‘heykel’ yaptırıyorlar. Ama olay önemsizleşiyor. Neden? Çünkü yapılan şey heykel olmuyor.

Cumhuriyetimizle birlikte gelen bir sanat ve kültür hareketi var. Bu hareket ’50’li yıllara kadar hızlı bir şekilde sürdü. Daha sonra yavaşlayarak 2000’li yıllara kadar geldi. Cumhuriyetle birlikte halkımız ilk kez heykelle tanıştı ve bu heykellerle anlamlı hale gelen cumhuriyet meydanlarına kavuştu. İşte Samsun’da, Ankara’ da Ulus; Güven Park, İzmir, Afyon ve İstanbul’da Taksim de heykel sanatıyla bütünleşen meydanlar böyle yapıldı. Bütün bunlar cumhuriyet kurucu aklının idealleri ve heyecanı ile yapıldı. Sanat yüceltildi, değerli kılındı. Şimdi biz tam da 18 senedir heykellerin yıkıldığı, ucubeleştirildiği, kaldırıldığı devlet galerilerinin, devlet resim heykel sergilerinin, tiyatroların kapatıldığı, cumhuriyet değerlerinin sıfırlanmaya çalışıldığı bir dönemden geçiyoruz.

Bir şeyin kültürü yoksa, hayatımıza girmemişse, ona iyi ya da kötü diyebileceğimiz değerlerimiz de yok demektir. Aynı zamanda o konuda bir bilgisizlik ve sığ görüş, bir anlaşılmazlık var demektir. Bu toplumun tüm katmanlarında farklı şekilde gözlemlenebilir

Örneğin bürokrasi ve yaptırım gücünü elinde tutanlar. Hani mimarlar yaptırmayarak heykel kültürünün yaygınlaşmasını engelliyorlar ya, yaptırım gücü olanlar, (belediyeler, valiler gibi) yaparak heykel imajını bozuyorlar. Her üç boyutlu nesne heykel oluyor. Resmin, fotoğrafın üç boyutlu hali heykel sanılıyor. Biblomsu kiçler heykel sayılıyor. Bir şehrin nesi meşhursa karpuz, kavun, üzüm incir, portakal, kedi, halk ozanı, göle maya çalan Nasreddin Hoca gibi üç boyutlu nesneler oraya-buraya yerleştiriliyor. Bunlar hiçbir sanatsal, mekansal endişe duyulmadan, ‘Ben yaptım oldu’ sorumsuzluğuyla her türlü plastik, estetik kaygıdan uzak; anlam, kavram, metafor düşünmeden, heykelin yaratacağı cazibe alanı, plastik mekan yok sayılarak yapılıyor, dikiliyor. Kim tarafından; heykeltıraşlığa soyunan bir takım belediye başkanları ve yaptırım gücünü elinde tutanlar tarafından.

Peki heykel kültüründen, sanat kültüründen nasibini almamış, alamamış kişiler neden heykel diktiriyorlar? Heykeli önemsediklerinden mi? Evet, kendilerine göre önemsiyorlar. Hiçbir iki boyutlu şeyin -resim olsun, poster olsun- mekanda heykel kadar etkili ve kalıcı olmadığının farkındalar. Heykeli reddetseler de bu bir şekilde bilince çıkmış durumda, belki de içgüdüseldir? Heykele karşı olan AKP iktidarı bile heykel yaptırdığına göre, heykelin farklı ve olayı önemli kılan bir algılanma durumu olduğu fark edilmiş. Reddettikleri bir sanatı yaptırım güçleri olduğu için, bir olayı önemli göstermek adına ‘heykel’ yaptırıyorlar. Ama olay önemsizleşiyor. Neden? Çünkü yapılan şey heykel olmuyor. Her türlü sanatsal, estetik kaygıdan uzak, mekan yaratmayan, içeriği kavramayan, onun formunu bulamayan anlamsız, duygusuz, zevksiz, metaforsuz; derinliği olmayan, düz kötü illüstre üç boyutlu nesneler çıkıyor ortaya. Örneğin 15 Temmuz şehitleri için yaptırılan heykeller. Özellikle de Ankara Beştepe’deki 15 Temmuz şehitleri için Gökçek tarafından bir ressama yaptırılan anıt. Üç boyutlu kötü bir illüstratif grafik tasarım objesi, anlatımcı çizgi roman havasında. Olayın 15 Temmuz darbeci terör eylemiyle onun içeriği, şehitlerin acısı ile hiç bir ilişkisi yok. İstanbul’daki köprünün başındaki anıt da öyle; biçim dekoratif bir objeye dönüştürülüp içerik tamamen hafifletilmiş. Birlik, bütünlük formuymuş altıgenler. Birlik, vahdet formu arıyorsanız mukarnaslara bakın. Plastik form duygusu, yaratıcılığı olmayan bir mimara yaptırırsanız ve onu da siz seçerseniz sonuç böyle hafifler önemsiz, anlamsız hale gelir. Böyle olsun isterler miydi? Hayır. Ama heykel sanatından ve kültüründen haberiniz olmazsa, fikriniz olmadan zikriniz olursa, ‘Ben yaptım oldu’ derseniz işte böyle olur.

Bir başka katman yarı entelektüellerimiz, popüler yorumcularımız (Onlara sanatçı diyorlar), bir takım gazeteler (Ki çoğunun kültür sayfaları bile yok) ve bu gazetelerde çıkan sanat haberlerinin kalitesine bakın: “Heykel yapıyormuş gibisinden bir fotoğraf ve heykel taşsa kaç kilo? Ne kadar zamanda yaptınız?” sorusu ya da “Yanlış bir darbe vurduğunuzda kırılırsa ne olur” gibi sorular eşliğinde yazılar… Hatta bir köşe yazarı benim atölyenin yanından geçerken vincin üstündeki, “Taş taşırım laf taşımam” yazısını görüp, “Bak sen uyanığa, kara para aklamak için Polonezköy civarında oturan zenginlere zarf atıyor. Yani ağzım sıkıdır demek istiyor” diye düşünebiliyor ve bunu köşesinde yazıyor. Bu tabaka da biblo ile kiç ile heykelin farkında, ayrımında olamayacak kadar yetersiz Amerika’daki Özgürlük Heykeli zevkinde kalmış kişiler.

Velhasıl memleketimizde bir heykel cahilliği sürüp gitmekte... Kimin suçu var bu işte; insanlarımız ilk okullarda, orta öğretimde, heykel sanatıyla ilgili bir ders mi gördüler? Bir yorum mu duydular mahallelerde, şehirlerde, meydanlarda, parklarda hayatlarında heykelle mi karşılaştılar? Karşılaştıkları Atatürk (heykeli) yüzde doksanı heykel sanatı bakımından hiçbir değeri olmayan, heykelin imajını bozan dolayısıyla da Atatürk’ümüzü küçülten onun da imajını bozan üç boyutlu nesneler... 1923’te topraklarımıza ekilen heykel sanatı tohumları yeşerirken 1950 sonra gelen hükümetler onu besleyemediler solup, kurudu.

Şimdi ise koca İslam sanat ve mimari kültürünü hat sanatına, ebru sanatına ve taklit camilere indirgeyen bir anlayışla cebelleşiyoruz. 500 sene öncesinin taklidini yapıyorsunuz. 

Bu ne demek? 

Geri kalmışlık, tıkanma, kabızlık demek; sanatı önemsizleştirmek demek. İşte böyle olunca UNESCO’nun dünya mirası listesine giren Sinan’ın muhteşem eserinin taklidini sırf rant getirsin diye Ataşehir’e Müteahhit Ağaoğlu’nun binalarının ortasına koyar. Nefessiz, mekansız bırakır; o muhteşem eseri değersiz hale sokarsınız. Bu kafa karpuzdan tosuncuk da çıkarır. Pudra şekerinden araba bile yapar. Aklıma ne geldi; Çengelköy’ün de hıyarı meşhur. 

Ne dersiniz?

(Mehmet AKSOY-Evrensel)

                                                                   ***

Şey 

Diyarbakır’da heykel görüntüsü altında ahlak dışı bir gösterinin sergilenmesi ve alay konusu olmalarının ardından apar topar kaldırılmaları hakkında da iki çift laf etmeden geçmeyelim.

Bu bir sanat eleştirisi değil çünkü ortada bir sanat eseri yok. Yok olmasının ötesinde hiç görmediğim ‘şey’ler üzerine yazmanın da pek ahlaki olmadığı düşünülebilir. Fakat Diyarbakır’da heykel görüntüsü altında ahlak dışı bir gösterinin sergilenmesi ve alay konusu olmalarının ardından apar topar kaldırılmaları hakkında da iki çift laf etmeden geçmeyelim. Tam da ağızlarından düşürmedikleri ‘milletin iradesi’ni gasbeden tepeden inmeci anlayışa yakışan eline yüzüne bulaştırma hali.

Diyarbakır’da kayyum tarafından ısmarlanıp havaalanı yolundaki bir yonca kavşağa yerleştirilen şeyler, anlaşıldığı kadarıyla şehre hava yolu ile gelen misafirlere şehrin kültürü ve tarihi üzeriden “Hoş geldiniz” deme amacı gütmekteydi. Ne var ki bu şeyleri ısmarlayan şahıs emirle atandığı şehrin kültürü hakkında herhangi bir bilgiye sahip olmadığı gibi ‘beyefendi’nin herhangi bir kültürel birikimi olmadığı da aşikar. Tarih bilgisine ise az sonra geleceğiz.

Bir an için kavşağa yerleştirilen şeylerin birer heykel oldukları varsayımıyla devletin heykel sanatıyla ilişkisi üzerine düşünelim. Bu topraklarda devletin ısmarladığı ilk heykel 1872’de İngiliz Heykeltıraş Charles Fuller’e yaptırılan at üzerinde Sultan Abdülaziz’in bronz heykelidir. Din adamlarının korkusundan halka açık alanda sergilenemeyen bu heykel o gün bu gündür Beylerbeyi sarayında tutsaktır. Cumhuriyetle birlikte heykel bir tarih yazımı aracı olarak kamusal alana taşınmış, yüksek mermer kaideler üzerinde bronzdan, kimi zaman boy (Sarayburnu heykeli, 1926) kimi zaman da at üzerinde (Ulus heykeli, 1927) duruşuyla halka sonsuza dek süreceği hayal edilen bir varoluşun hatırlanması istenmiştir. Tarihin geçmişi unutturmak niyetiyle yazılması bir yana, Milli Şef heykelleri muhayyel bir güçlü anı, muhayyel bir sonsuza dek ‘dondurma’ amacı taşıdığı için sorunludur.

Ancak heykel sanatının bu topraklarda sivilleştiği modern zamanlarda da sorunsuz olduğu söylenemez. İster figüratif isterse soyut olsun, kamusal alandaki sanatsal kaygılar taşıyan sivil heykeller de “Halkın örf ve adetlerine ters düştüğü” gerekçesiyle kırıldı ya da

-bronz ise- hurdacıya satılmadı mı? Bu bilinçle olsa gerek şimdilerde yapılanlar, temsil ettiği şey olmadıkları gibi kalıcılık amacında da değiller. Heykel olma iddiası güden şeyler artık polyesterden yapılmaktadır: ucuz, içi boş, sentetik, dayanıksız. Kayyumun, bu tercihinde şeylerin de ilk seçimde kendisiyle birlikte gideceği bilincinin etkili olduğunu kabul edebiliriz. Ancak bu kez şeylerin gidişi beklenenden çok daha hızlı oldu.

Yüzlerce koruma himayesinde çalışan, atanmış olmanın hicabıyla şehrin insanlarıyla yüz yüze gelmekten korkan Diyarbakır’ın ‘belediye reisi’nin şehrin kültüründen bihaber olması anlaşılabilir. Ancak güvenlik çemberi altındaki makam odasında şehrin karanlık tarihini araştırabilir, şehrin belleğinde derin izler bırakmış kişiler hakkında bilgi edinebilirdi. Kendisinin de bir gün gideceği kesin olan kayyuma önerim şu: Öncelikle 5. No’lu Cezaevini belediye binasına dönüştürsün. Ardından da kendisinin şu anda bulunduğu yerde bulunabilmesi için kırk yıl önce insanlık dışı gayretler göstermiş, katil yaratık Esat Oktay Yıldıran’ı hatırlasın. Bu hatıraya atıfla yeni belediye binasının önüne Esat Oktay Yıldıran ve köpeği Co’nun polyester şeyini diktirmesi uygun olur. Şehrin kültürüyle bütünleşemedi ama bu yolla en azından şehrin tarihine eklemlenebildiğini gösterir. Kendisine ve temsil ettiği ideolojiye yakışan budur.

(Burhan KUM-Evrensel)




Hiç yorum yok:

Yorum Gönder