30 Haziran 2021 Çarşamba

Ağzını açanı alın + Düşman hukuk(suzluğ)u / EVRENSEL

 

(I) Ağzını açanı alın - Kamil Tekin Sürek/EVRENSEL

Geçen gün  Cihangir’de halka karşı savaş açmış cihangirlerden biri haykırıyordu: Ağzını açanı alın. Onur Yürüyüşü’ne katılanları aldılar, Cihangir’de kafelerde oturan ve ağzını açanları aldılar, evinin penceresinden çocuğu uyuduğu için ses bombası atılmasına tepki göstereni aldılar, etrafı göz yaşartıcı bomba ile gaza boğanlara tepki göstereni aldılar, gazetecinin boynuna dizleri ile basıp boğmaya çalıştılar.

Orada “Ağzını açanı alın” diye haykıran polis amiri aslında iktidarın ve bir bütün olarak devletin haleti ruhiyesini dile getiriyordu. Hepsi aynı fikirde. Ağzını açanı alın. Sokağa çıkana vurun. Eleştireni hapishaneye tıkın.

Tam bir faşizm uygulaması.

İktidardakilerin pislikleri ortalığa saçıldıkça, mafya ile siyasetin iç içe geçişinin herkesçe görülmeye başlaması ile, hırsızlıklar ve yolsuzluklar faş oldukça, insanların malına ve canına “çökenler” birer birer deşifre oldukça kimsenin ağzını açmasını istemiyorlar. Onun için ağzını açanı alın diyorlar.

Ağzını açanı alın, içeri atın. Sadece onlar konuşsun. Her gün yüzlerce yalan söylesinler, gazeteci kılıklı propagandacıları ile soygun düzenini övsünler, hurafelerle, futbolla, magazinle bizi uyutsunlar. Sadece onlar konuşsun.

Ama olmuyor işte. Başkaları da konuşuyor. Sizin “vatan, millet, Sakarya” diye diye devleti nasıl soyduğunuzu anlatıyorlar. Aldığınız rüşvetleri söylüyorlar. Gizli servetlerinizi nasıl yaptığınızı anlatıyorlar. Kara paraları, uyuşturucu ticaretini, ‘FETÖ Borsası’nı ifşa ediyorlar.

Şimdiye kadar masallarınızla uyuttuğunuzu, Türkiye’nin şahlandığına inandırdığınız insanlar da işsiz, aç ve açıkta kaldıkça artık masallara inanmıyor.

Milyonları “Alamazsınız”, içeri atamazsınız. Her gün yeni hapishaneler yapsanız da, mahpus sayısı üç yüz bine yaklaşmışsa da, herkesi içeri tıkamazsınız. O kadar büyük hapishane yok. Bütün memleketi bir hapishaneye çevirseniz de, insanların sokaklara çıkmasını, haykırmasını engelleyemezsiniz.

Artık iktidarınızın sonu geldi. İşsizlik, yoksulluk, açlık size inananların dahi gözünü açtı.

Ağzını açmasını yasakladıklarınız artık sizin ağzınızı açmanızı isteyecek. Ağzınızı açıp yaptığınız yolsuzlukları, hırsızlıkları tek tek anlatmanızı isteyecek.

Ağzınızı açacaksınız. Suçlarınızı itiraf edeceksiniz. 

Yargılanacaksınız.

                                                                  ***

(II) Düşman hukuk(suzluğ)u- Ayşen Uysal/ Evrensel

Uzmanlık alanım gereği yıllardır yüzlerce eylemde hem eylemcileri hem de polisi gözlemledim, inceledim ve bu konular üzerine çok sayıda bilimsel makale ve kitap yazdım. Araştırmalarım boyunca, Türkiye’de polisin sokakta eylem yapanları bir muhalif olarak görmediğini, düşman olarak gördüğünü defalarca ifade ettim. Bu köşede de 1 yıllık geçmişimde hem eylemler hem de polis üzerine birçok kez yazdım. Ne zaman artık bu konuda yazmayacağım desem, üzerine yazmanın kaçınılmaz olduğu olaylar yaşanıyor. Geçtiğimiz hafta sonu LGBTİ-Onur Yürüyüşü’nde yaşananlarda olduğu gibi.

1990’lı yıllardan beri Türkiye’de düzenlenen kolektif eylemler üzerinde uygulanan devlet denetimini ve baskısını tartışırken sık sık dile getirdiğimiz “Türkiye’de polis sokakta eylem yapanları bir muhalif olarak görmüyor, eylemciyi düşman olarak addediyor” değerlendirmesini nakarat gibi tekrar etmek yerine, bu satırlar ve İstanbul’da düzenlenen Onur Yürüyüşü vesilesiyle, bugün bu tespitin üzerinde kısacık da olsa biraz daha derinlemesine düşünmek isterim. Her şeyi açıklamakta sihirli bir değnek gibi kullanılan neoliberalizm ve militerleşme kolaycılığına kaçmadan. Zira polis aygıtı 1980’lerden beri sürekli militerleşiyor, ancak biz bu militerleşme yaklaşımına hapsolarak son kırk yılın kendi içindeki değişim ve dönüşümlerini açıklamakta yetersiz kalıyoruz. Türkiye’de polis aygıtı hep militerleşirken benzer neoliberal politika süreçlerinden geçen başka ülkelerde protestoların barışçıl seyrettiğini de göz ardı ediyoruz. Neden özellikle son birkaç yıldır bazı ülkelerde polis şiddetinin artığını da doyurucu bir biçimde açıklayamıyoruz. Özetle, söylemeye çalıştığım, başka bir dönemeçten geçtiğimiz. Bu viraj otoriter rejimlerin yükselişe geçtiği bir politik bağlamda aşılıyor. Aynı zamanda, her ülkede dereceleri farklı olmakla birlikte, hukukun değersizleştiği, kurumların içinin boşaltıldığı bir süreç bu. Hamit Bozarslan’a referansla, bir antidemokrasiler çağı.

Bu antidemokrasiler çağında polis eylemcileri sadece düşman olarak görmüyor, aynı zamanda onlara düşman ceza hukukunu uyguluyor. Etkisiz hale getirmeyi amaçlıyor. “Sen vatandaş değilsin” diyor, meydanlarda adeta bunu haykırıyor. İktidarın politikaları ile son derece paralel bir biçimde, kendisinden olmayanı, vatandaş olmayan olarak damgalıyor. Aslında savaşta bile bir hukuk vardır, kurallar vardır. Çoğu eylemde ise, savaşta düşmana uygulanan hukuk bile yok demek daha doğru sanırım. Güvenlik güçleri, sanki uzun yıllardır sürdürülen hukuk ve insan hakları mücadelesinden intikam alırcasına hareket ediyor.

2000’li yılların başında Emniyet Genel Müdürlüğünde bir araştırma vesilesiyle görüştüğüm polisler, Karşıt Küreselleşme eylemlerini kontrol altına almakta zorlanan(!) İtalyan polislere bakarak “Bize bıraksalar bir günde meseleyi çözeriz” diyorlardı. Bugünlerde daha çok Amerikan polisine ve ırkçı politikalarına bakıyorlar sanırım. Zira, cumartesi günü AFP Muhabiri Bülent Kılıç’ı gözaltına alırken, adeta geçtiğimiz yıl Minneapolis’te yaşananları, George Floyd’un ölümüyle sonuçlanan pratikleri yeniden sahnelediler.

Kutsal devlet anlayışının ve bu kutsal devletin sokakta görünen yüzü olmanın bir sonucu olarak, Türkiye’de polis cezasızlık zırhından her zaman yararlandı. 2015 yılından beri ise bu zırh iyice güçlendirildi. Son olarak, İçişleri Bakanlığının bir genelgesi ile “Görüntülenememe” zırhına da kavuştu. Bütün bu zırhlar ise onu sokakların tek hakimi yaptı. “Devlet benim” diyerek ve pervasızca, üstelik de sadece eylemlerde değil, gündelik yaşamımızda da varlığımıza bir tehdit oluşturuyor.

Bu yeni dönemeçte polis ümüğümüze çöküyor ve biz nefes alamıyoruz.


Elmalı'da 2 çocuğun istismar davasında skandallar zinciri: Deliller dikkate alınmadı, failler serbest bırakıldı.- Dilan Esen / BİRGÜN

Antalya’da 2 çocuğun istismara maruz bırakılmasına ilişkin davada sanıkların 5 Ocak’ta serbest bırakıldığı ortaya çıktı. Gelişme Türkiye’yi ayağa kaldırdı. Avukatlar delillere rağmen alınan karara tepkili. Savcının, delillerin tutuklamanın devamı için yeterli olduğuna kanaat getirdiği ancak buna rağmen mahkemenin tahliye kararı verdiği anlaşıldı. Adli Tıp Kurumu, raporunda çocukların istismar edildiğini bildirmişti.


Antalya’da iki çocuğa cinsel istismarda bulunduğu suçlamasıyla tutuklanan anne M.A. ile eşi 

R.A.’nın adli kontrolle serbest kaldıklarının ortaya çıkması ülkeyi ayağa kaldırdı. Binlerce 

yurttaş istismar faillerinin bir an önce tutuklanmasını istedi.

Adalet Bakanı Abdülhamit Gül, Hâkimler ve Savcılar Kurulu’nun olaya ilişkin soruşturma 

başlattığını açıkladı.

Antalya Barosu Çocuk Hakları Merkezi Başkanı Avukat Serap Ertuğrul, savcılık aşamasından bu yana dosyayı takip ettiklerini söyledi. Ertuğrul, şunları söyledi: “Sanıkların; çocuklar ve tanıklar üzerinde baskı kurma ihtimallerinin olması, üzerlerine atılı suçları işlediklerine dair kuvvetli suç şüphesi oluşturan somut delillerin bulunması ve atılı suçlar için ön görülen ceza miktarı dikkate alınarak tutuklanmalarına karar verildi. Ancak dosyaya sanıklar lehine değerlendirilebilecek hiçbir delil girmemesine ve alınan raporların çocukların anlatımlarıyla uyumlu olmasına rağmen 5 Ocak 2021 tarihinde mevcut delil durumu ve tutuklu kaldıkları süre gerekçe gösterilerek tahliye kararı verildi. Tahliye kararına karşı yaptığımız itirazlar reddedildi. Tahliyeden sonraki tutuklama taleplerimiz de hiçbir somut gerekçe olmadan reddedildi. Bir sonraki duruşma 17 Eylül 2021’de. Amacımız suçluların en ağır cezayı almaları.”

Öte yandan Cumhuriyet’e konuşan Avukat Gülşah Ekin Taş Meclis’te bekleyen ve istismara somut delil isteyen yargı paketine dikkat çekti. Taş şunları söyledi: “Bir yargı paketi geliyor ve bu yargı paketi meclisten geçerse istismarcıların yüreğine büyük bir su serpilecek. Bu yargı paketi diyor ki, çocukların beyanı değil; somut deliller esas alınmalıdır. Mesela bir tanığın olması. İstismarın tanığı olur mu ? Suçlular zaten gizli yerler arıyorlar çocukları istismar etmek için. Adli birimlerden gelen her rapor ve çocuğun beyanı bir delil olarak kabul edilmeli. Bu yargı paketi istismarcıların önünü açabilir. Suçluların hak ettikleri cezayı alması ve çocukların sağlığı için elimizden geleni yapacağız.”

CEZA ALACAKLAR

Avukat Gökhan Göksal ise şöyle konuştu: “Şüpheli sanıklar aleyhine mevcut birçok delil var. Tutuklandılar fakat mahkeme tutuklamanın ağır olacağı gerekçesiyle tahliye etti. Mevcut delillere rağmen serbest kaldılar. Yargılama devam ediyor. Tutuksuz olmaları ceza almayacakları anlamına gelmez. İsnat edilen şey çok ağır. Benim kanaatim ceza alacakları yönünde.”

GEÇEN YIL ORTAYA ÇIKTI

Olay geçen yıl haziran ayında savcılığa giden babaannenin ihbarıyla ortaya çıktı. Babaanne, torunları 7 yaşındaki G.E.G. ile 10 yaşındaki İ.E.G.’nin cinsel istismara maruz bırakıldığını belirterek eski gelini M.A. ve eşi R.A. ile arkadaşlarından şikâyetçi oldu.

Koruma altına alınan çocuklar, R.A. ile iki kişinin kendilerine istismarda bulunduğunu anlattı. Adli Tıp Kurumu da çocukların cinsel istismara maruz bırakıldığına dair rapor yazdı. Ayrıca çocukların maruz bırakıldıkları istismarı deftere yaptıkları çizimlerle anlatmaya çalıştığı resimler de soruşturma dosyasına girdi. Bir de suça sürüklenen çocuğun yargılandığı dava, 16 Kasım 2020’de başladı.

M.A. ve R.A., Elmalı Ağır Ceza Mahkemesi’nde geçen yıl 16 Ekim’de görülen davanın ilk duruşmasında çocuklar ve tanıklar üzerinde baskı kurma ihtimallerinin olması nedeniyle tutuklandı ancak 5 Ocak’ta tahliye edildi.

BEYANLARI ÇELİŞKİLİ

Dava tutanaklarına göre 5 Ocak’ta görülen üçüncü duruşmada, UCİM Saadet Öğretmen Çocuk İstismarı ile Mücadele Derneği avukatı Hilal Özlem Çağlar, mahkemede dinlenen sanıkların çelişkili beyanlarda bulunduğunu belirtti. Çağlar, gerçeğe aykırı beyanda bulunan tanıklar hakkında suç duyurusunda bulunulmasını istedi. Savcı ise sanıklar M.A. ve R.A.’nın tutukluluk halinin devamına karar verilmesini talep etti. Savcı talebinde sanıkların kaçma ihtimali ile mevcut delil durumuna dikkat çekti. Mahkeme ise delillere ve kaçma şüphesine rağmen sanıkların tutuklulukta geçirdikleri süre ve mevcut delil durumunu gerekçe göstererek adli kontrol şartıyla tahliye kararı verdi.

Tahliye kararına dava avukatları itiraz etti. Ancak Nöbetçi Antalya 11’inci Ağır Ceza Mahkemesi, itirazı reddetti.

AĞIR TRAVMA YAŞADILAR

Davanın 5 Mart’taki dördüncü duruşmasında ise Avukat Gülşah Ekin Taş, sanık ve tanık ifadelerindeki çelişkilere değindi. Çocukların, istismara maruz bırakıldıklarını en başından bu yana tutarlı şekilde beyan ettiklerini hatırlatan Taş, tahliyenin ardından yaşadıkları travmanın arttığını belirtti. Taş, tahliye kararının hukuka aykırı olduğunu söyleyerek sanıkların tutuklanmasını talep etti.

Avukat Yusuf Tuğbay Önder de çocukların olayın ardından pedagoga götürüldüğünü ve ağır travma altında olduklarının tespit edildiğini söyledi.

Avukat Hilal Özlem Çağlar ise tanık ve sanıkların daha önce bir arada bulunmadıklarına yönelik iddialarını yalanladı. Çağlar mahkemeye sanık ve tanıkların bir arada bulunduklarına dair delilleri mahkeme heyetine sundu. Ayrıca N. adlı tanığın Kumluca’da beraber kaldıklarına dair ifadelerini hatırlattı.

Avukat Serap Ertuğrul da duruşmada, çocukların çizdiği resimlere ilişkin çocuk gelişimi uzmanı ya da çocuk-ergen psikiyatristinden rapor alınmasını talep etti. Resimlerin çocukların yaşadıklarını ortaya koyduğuna dikkat çeken Ertuğrul, tutuklama talep etti. Fakat tutuklama olmadı.

6’NCI CELSE 17 EYLÜL’DE

Davanın beşinci duruşması, 21 Mayıs’ta görüldü. Davada konuşan çocukların babası G.G., sanıkların ve suça sürüklenen çocuğun derhal tutuklanmasını istedi. G.G., çocukların durumunun iyi olmadığını söyledi. Avukat Yusuf Tuğbay Önder de çocukların psikoloğunun tanık olarak dinlenmesini talep etti.
Avukat Gülşah Ekin Taş, Adli Tıp Kurumu ile gözlem raporlarında istismarın varlığının beyan edildiğini aktardı.

Mahkeme heyeti, avukatların tanık dinletme istekleri ile tutuklamaya ilişkin taleplerini reddederek davayı 17 Eylül’e erteledi.

Adli Tıp Kurumu’nun (ATK) 7 Mayıs 2020 tarihli raporunda, çocukların istismara maruz bırakıldığına ilişkin bulgunun olduğuna değinildi. İstanbul Adli Tıp Kurumu tarafından hazırlanan raporda da çocukların istismara maruz bırakıldığı ifade edildi. Çocuk İzleme Merkezi’nin raporuna göre ise çocukların beyanına itibar edilebileceğine yönelik değerlendirme yapıldı.

Elmalı Cumhuriyet Başsavcılığı tarafından 24 Temmuz 2020’de hazırlanan iddianamede, çocukların, sanık ve tanıkların ifadelerine, ATK raporlarına yer veriliyor. İddianamede savcılık, sanık M.A. ile R.A.’nın ‘çocuğun cinsel istismarı’ ile ‘çocuğa karşı eziyet’ suçlarından cezalandırılmasını istiyor.

***

Her kesimden tepki yağdı

Sosyal medyada, binlerce kişi ‘Elmalı Davası’ etiketiyle paylaşım yaptı. Twitter gündeminde ilk sıraya yükselen etikette, binlerce kişi istismar faili sanıkların serbest bırakılmasına tepki gösterdi. Yurttaşlar sanıkların bir an önce tutuklanmasını istedi.

Sanıkların tahliye edilmesine ilişkin mahkeme kararına çok sayıda demokratik kitle örgütü, siyasi parti, sendika ve spor kulüpleri de tepki gösterdi.

Öte yandan Mert Fırat, Sunay Akın, Farah Zeynep Abdullah ve Gökhan Özoğuz’un da aralarında bulunduğu çok sayıda sanatçı, istismar faillerinin tahliye edilmesine tepki gösterdi. Gökhan Özoğuz, “Bu kadar cinnet geçirtecek hukuksuzluğun döndüğü bir ortamda çocukların da bundan nasibini alması çok korkunç” dedi. Sunay Akın ise şu paylaşımı yaptı: “Çocuklarını koruyamayan, çürüyen, adaletsizliğin altında ezilen bir toplum olmak istemiyoruz.”

***

Yapılan itirazlar reddedildi

Elmalı Cumhuriyet Başsavcılığı tarafından yapılan açıklamada, “Cumhuriyet Başsavcılığımız tarafından tahliye kararına itiraz edilmiştir. İtiraz reddedilmiştir. 5 ay önce tutuksuz yargılanmalarına karar verilen sanıklar hakkındaki yargılama süreci devam etmekte olup, son duruşma 21 Mayıs 2021 tarihinde yapılarak, duruşması 17 Eylül 2021 tarihine bırakılmıştır” denildi.

Aile ve Sosyal Hizmetler Bakanlığı açıklamasında ise her iki çocuğun da psikolojik destek aldığı belirtilerek “Faillerin mümkün olan en ağır cezayı alması için devam eden hukuki süreçte çocuklarımızın üstün yararı gözetilerek Bakanlığımızca yakın takibimizi sürdüreceğiz” ifadeleri kullanıldı. Açıklamada, şunlara dikkat çekildi: “6 Mayıs 2020 tarihinde konu kolluk güçlerine intikal ettirilmiştir. Yargılama sürecinin başlaması ile birlikte Bakanlığımız davaya müdahil olmuştur. 16 Kasım 2020 tarihinde gerçekleştirilen ilk duruşmada anne ve üvey baba tutuklanmıştır. Üçüncü duruşmada sanıkların tahliyesine karar verilmiş, Bakanlığımız avukatları karara itiraz etmiştir. 5 Mart 2021 tarihinde gerçekleştirilen duruşmada Bakanlığımız avukatları sanıkların tutuklanması talebinde bulunmuştur. Tutuklama talebini yinelemiştir.”

Dilan Esen / BİRGÜN






 

Bu rakamları yazmaya cesaretiniz var mı? - Murat Ağırel / Yeniçağ

Ben Adana-Ceyhanlıyım.

Bizim oralarda meşhur bir söz vardır; "Yüzü cıncık ile sıyrılmış" diye. Çok sık kullanmaya başladım artık. Bu söz genelde arsız, utanmaz, sıkılmaz kimseler için kullanılır. Sanki bugünler için söylenmiş.

Öyle ki günümüzde utanması, sıkılması olmayan toplum içerisine aslında çıkmaması gereken kişiler "yüzleri cıncıkla sıyrılmış" gibi halen utanmadan yazabiliyorlar.

Neden, kimden bahsediyorum?

Melih Gökçek'ten…

Bir okurum göndermiş bana. Görünce güldüm ve az önce yazdığım "Yüzü Cıncıkla Sıyrılmış" dedim. Hiç utanması yok. Kendi başkanlığı dönemi ile ilgili kitap yazmış biri olarak söylüyorum.

Geçen gün sosyal medya hesabından bir paylaşım yapmış ve benim de ismimin geçtiği beş kişiyi yazmış, gazeteleri ve TV kanallarını da ekleyerek "ASKİ'deki 24 milyonluk vurgundan niye bahsetmiyorsunuz? Her şey belgeli Mansur abiniz size küser mi? Medya mensubuyuz deyip ortalıkta dolaşmaya devam…" diye büyük harflerle paylaşmış.

Cümledeki bozukluklar ve imla hataları istifa ettirilerek görevden el çektirilen Gökçek'e ait.

Hakkında başkanlık dönemi ile ilgili yüzlerce yolsuzluk suç duyurusu bulunan, kişilere türlü iftiralarda bulunan bir kişi utanmadan bu satırları yazabiliyor.

Pek belli istifa ettirilerek görevden alındığını halen sindirememiş.

Neyse…

Tabii bu iddialar birçok havuz kanalında da çarpıtılarak yer almış.

İtiraf ediyorum. Aslında suçlu benim. Televizyon programlarında ve yazılarımda yolsuzlukları anlata anlata bu kişilere de yolsuzlukları takip etmeyi öğrettim. Ancak bu kişiler bunu da yanlış anladılar. Ne ihale şartnamesini, ne sözleşmeyi ne de rapor okumayı biliyorlar. Veyahut biliyorlar işlerine gelmediği için siyasi yalakalık için çarptırarak kamuoyuna aktarıyorlar.

Doğruyu kamuoyuna anlatmak bizim görevimiz.

İddia ne?

Ankara Su ve Kanalizasyon İdaresi (ASKİ) 85 TL'lik sayacı 380 TL'den almış.

Vallahi şayet tüm belediyeler hakkında aynı tutumu ve sorgulayanı tavrı sergileseler ben de inanırdım. Söz konusu AKP olunca kafasını kumdan çıkarmayıp şimdi böyle haber yapınca kimse inanmıyor.

İnandıramadıkları gibi iftira atayım derken kendi dönemlerindeki skandalı da ifşa etmiş oldular böylece.

Anlatayım…

ASKİ yetkilileri ile konuştum ve bahse konu tüm ihaleleri de inceledim.

Sayaç alımı ile ilgili bir ihale düzenleniyor. İhale açık ihale. Hem de 3 ayrı kısımda yapılıyor ki her firma kendi ürünüyle ayrı ayrı ihaleye katılabilsin. Rekabet sağlansın. Haberde anlatıldığı gibi kamu ihale kurumunun iptal ettiği bir ihale yok. İhale iptal olmasını gerektirecek bir katılımcının şikayeti de yok. Bir ihalenin en büyük kısmı yani 1. kısmına ait ihale iptal edilmiş. O da KİK (Kamu İhale Kurumu) değil kurumun kendisi iptal etmiş. (İptal edilen ihale kayıt no 2021/238243.)

İptal nedeni katılımcıların ürünlerinin testleri geçememesi. Fiyat olarak ihaleyi kazanan firma da suçlanan firma. İptal kararı için teknik raporları hazırlayan mühendisler de suçlanan mühendisler. Kurum ihaleyi iptal edince KİK'e bildirir. KİK sayfasında duyurur. 14 Haziran'da firmalara resmî tebligat yapılmış. Bahse konu iki ihale için 24 Haziran'a kadar itiraz süresi varmış ancak kimse itiraz etmemiş ve ihaleler de KİK tarafından onaylanmış.

Adrese teslim ihale denilmiş haberde. Adrese teslim ihalelerde genelde başka teklifler olmaz. Bu ihalelerde birden fazla teklif var.

Düşünün adrese teslim ihale yapılıyor ancak firmanın ürünlerinin testleri onaydan geçmediği için ihale iptal ediliyor.

Gelelim sayaç fiyatlarına.

Çünkü skandal da burada başlıyor.

2. kısım sayaç ihalesini alan firma aynı firma, yani suçlanan firma. 2014'te, 2016'da, 2020'de ve 2021'de ASKİ'de yapılan ihaleleri kazanmış. Kartlı sayaçlar için yapılan bu ihaleyi kazanan firma Melih Gökçek döneminde yapılan ihaleleri de kazanmış.

(2014 - İhale numarası 2014/80346)

Ön ödemeli kartlı su sayacı alımı. Uzak haberleşme modülü yok. WiFi modem yok. Rakor yok, adet 20 bin. R100 düşük hassasiyetli.  Birim fiyatı 55,50 dolar. O dönem bakır fiyatı 6.909 Dolar.

(2016 - İhale numarası 2016/100545)

Ön ödemeli kartlı su sayacı alımı. Uzak haberleşme modülü yok. WiFi modem yok. Rakor yok adet 30 bin. R100 düşük hassasiyetli.   Birim fiyatı 53,35 dolar. O dönem bakır fiyatı 4.955 Dolar.

(2020 - İhale numarası 2014/451258)

Ön ödemeli kartlı su sayacı alımı. Demontaj/Montaj alımı. Uzak haberleşme modülü var. WiFi modem var. Rakor var. Adet 40 bin. R160 yüksek hassasiyet. Sayaç birim fiyatı 47,30 dolar. O dönem bakır fiyatı 6.678 Dolar.

(2021 - İhale numarası 2014/238243)

Ön ödemeli kartlı su sayacı alımı. Uzak haberleşme modülü var.. WıFi modem var. Tüm yazılımlar alınacak. Adet 40 bin. R160 yüksek hassasiyet. Birim fiyatı 42,14 dolar. Bu dönem bakır fiyatı 9.852 Dolar.

Bakın bu rakamlar ASKİ'nin 2. kısım ihaledeki kartlı sayaçlar için aldığı alımların karşılaştırılması. Görüyorsunuz ki bu ürünler hem bakır, plastik, çinko, çelik vb. hammadde fiyatları hem de dolar kuru ile doğrudan bağlı ürünler. En önemli unsur ise bakır. İhale de açık ihale.

2014 yılında 55,50 dolara aldıkları ürün daha üstün özellikler ile yıllar sonra bile 42,14 dolara alınmış. Üstelik çok daha teknik donanımlı sayaçlar olmasına rağmen… Bakırın tonu da yüzde 50 artmış.

Yani Melih Gökçek döneminde daha düşük teknolojiye paralar saçılırken yeni dönemde olabilecek tüm olumlu şartlar zorlanmış.

Şimdi gelin halkın çıkarını parti ayırt etmeksizin kimsenin tetikçiliğini yapmadan belgeler ve gerçeğin izinde birlikte soralım…

CHP'li Aydın Büyükşehir Belediyesi

Aydın'ın aldığı ürünün gövde ağırlığı 700 gram, R100 düşük ölçüm hassasiyetli, numaratörü uzak okumaya elverişli değil, düz mekanik sayaç. ASKİ'nin aldığı ise 1000 gram, yüksek ölçüm hassasiyetli, uzaktan okumaya uyumlu numaratöre sahip, volumetrik ölçüm esaslı sayaç alınmış.

Aydın'da alınan sayaç ile ASKİ'ye alınan sayacı karşılaştırmak Doğan ile Mercedes'i karşılaştırmak gibi.

AKP'li Kocaeli Büyükşehir Belediyesi

3. kısım sayaçlar. Aynı özelliklere sahip sayaç Kocaeli Belediyesi tarafından alınmış. 26.09.2020'de 110 bin adet alınmış. Kocaeli aldığında dolar 7,80 TL ve bakırın tonu 6.546 dolar. ASKİ aldığında 20 bin adet alıyor, dolar 8,72 TL ve bakırın tonu 9.852 dolar, tarih ise 04.06.2021 .

Kocaeli fiyatı 108 TL, Ankara 125 TL.

Devam edelim…

MHP'li Kütahya Belediyesi

ASKİ'ye mal veren firma Kütahya Belediyesi'ne de dolar 6,99 iken mal vermiş. Toplam 10 bin adet almış. 8 bin adetlik kısma 200 TL, 2 bin adetlik kısma 245 TL vermiş firma. Ancak 8 binlik kısımda sökülen 8 bin sayaç firmaya veriliyor. Bu sayaç modeli eko mini dedikleri model. Rakor vermemiş firma, dijital kısım yok, firmanın teknik servis garanti sorumluluğu da yok, gövdeler farklı.   Küçültülmüş özelliksiz uzak haberleşme modülsüz sayaç. Kütahya aldığında bakır fiyatı 5.118 dolar, ASKİ aldığında ise 9.852 dolar. 

AKP döneminde İstanbul Büyükşehir Belediyesi

Son olarak İstanbul'u verelim. Sayaçlar AKP döneminde yani 18.05.2018'de ASKİ'nin aldığı firmadan alınıyor. ASKİ'nin aldığı sayaca çok yakın özelliklerde. Ancak ASKİ'ye verilen sayaçtaki kart, rakor, modem vb. ayrıcalıkları İSKİ'ye vermiyor. Ayrıca İSKİ'deki sayaç düşük hassasiyetli. Sayaç rakoru bugün 26 TL, kart 20-25 TL gibi fiyatları var.

İSKİ alım yaptığında dolar kuru 3,98 TL, ASKİ aldığında dolar kuru 7,42 TL. Bakır fiyatları hemen hemen aynı.

ASKİ 47 dolara almış, İSKİ 49,87 dolara.

Firma aynı, tarihler ve idareler farklı. Firmaya bir şey söyleme hakkımız yok. Amacı iş yapmak, para kazanmak, dilediği yere dilediği fiyatla mal verir, isterse hediye eder bu bizi ilgilendirmiyor .

Ben şimdi bu haberleri yapan arkadaşlara sesleniyorum. Doğrular benim yazdıklarımdır. Şimdi sizlerden ricam şayet halkın menfaatlerini savunmak ise derdiniz bunları sorun…

Melih Gökçek döneminde 2003 öncesi 38 bin adet, 2003 yılından 2012 yılına kadar ayrı bir alımla 360 bin adet kartlı sayaç aynı firmadan, Elktromed Elek. alındı.

Kaça? 134 dolar.

Sayaç montaj işi de 66 dolar. Şimdi kıyaslanamayacak özellikteki sayaç ne kadar, yalnızca 42 dolar!

Bu nasıl oluyor? Kim halkı milyonlarca dolar zarara uğrattı.

Ordu Belediyesi ASKİ'nin aldığı sayaçlar ile hiç kıyaslanamayacak olan sayacı yurttaşlara kaça satıyor biliyor musunuz?

630 TL.

Peki ASKİ? Bunu da ASKİ'ye sorduk.

350 TL'ye aldığı sayacı 380 TL'ye KDV hariç ücretlendiriyor.

Peki, Ordu Belediyesi ASKİ'nin aldığı sayaca benzer özellikteki sayacı kaça satıyor 790 TL'ye.

Bir de ayrıca hatırlatma yapalım. Melih Gökçek zamanında alınan sayaçların kart okuyucuları firmadan kaça alınmış biliyor musunuz? Tam 2.100 dolar… Şimdi ASKİ'nin aldığı sayacın kart okuyucu fiyatı ise 40 dolar. Ayrıca bu kart okuyucuları da sayaç firmasından almıyorlar. Çünkü tüm yazılımı almışlar ve sayacın ek donanımlarını firmaya mahkûm olmadan ihale ile rekabetli şekilde alabiliyorlar. 

Söyleyeceklerim bu kadar.



Murat Ağırel / Yeniçağ

29 Haziran 2021 Salı

Erdoğan’ın solundaki sır - Barış Pehlivan / Cumhuriyet

 

Amerikan hazinesini dolandıran Jacop Kingston... 

Amerikan hazinesinden çalınan paraların Türkiye’de aktığı Sezgin Baran Korkmaz... 

Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan... 

Ve... 

Kimsenin konuşmadığı en sağdaki isim. Sahi, kim o? 

Adı Çağlar Şendil. 44 yaşında. 

*SBK’nin para kaynağı Mega Varlık’ın genel müdürü o. 

*Kingston’un Türkiye’deki resmi ortağı o. 

*Kingston’un ABD’den gönderdiği milyon dolarları bizzat Türk bankasından çeken o. 

*ABD’nin “el konulsun” dediği, SBK’nin Türk yargısının desteğiyle kaçakken İsviçrelilere sattığı Bioforma’nın yöneticisi o.

*Ekim Alptekin Halk TV’deki Açıkça programında dedi; Korkmaz Karaca’nın VIP’den geçirdiği isim o. 

*2017’de ABD’ye giden Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın Türk Büyükelçiliği’nde Jacob Kingston’la görüşürken yanlarında olan kişi o. 

Bitti mi? Bitmedi. 

Unico Sigorta’yı bilmeyen yoktur. Kökeni 1988’e dayanıyor. 

Şüphe bu ya SBK işte o Unico’ya nasıl sahip oldu? Oraya da mı çöktü? İsviçre’deyken nasıl ticari oyunlara girdi ve elinden çıkarmış gibi gösterdi? 

Laf lafı açıyor. Hani İçişleri Bakanı Süleyman Soylu, sahibi olduğu sigorta şirketindeki poliçe kesme sesini seviyor ya... 

İnsanın aklına geliyor: Unico’nun ilginç poliçe politikası ile hangi ticari kurumlar SBK’nin eline geçti? 

Ben de saf saf soruyorum. Türk yargısı SBK’nin karaparadaki kilit ismi Çağlar Şendil’e bir dava açma zahmetine bile girmedi. Bundandır ki devletin Anadolu Ajansı üç günde bir Unico’nun reklamını yapıyormuş, çok mu? 

Neyse! Az daha yazmayı unutuyordum; Çağlar Şendil Unico Sigorta’nın da yönetim kurulu başkanı. 


PEKER’İ DURDURAN EL

Tesadüf olabilir mi?

Biz SBK’yi tartışıyoruz, ABD vergi kaçıranları... Biz SADAT’ı tartışıyoruz, ABD Suudi katilleri eğitenleri... Biz Erdoğan yanlısı gayri meşru işlere kalkışmış politikacıları konuşuyoruz, ABD Trump destekçisi kapı arkası adamları... 

Bir süredir “Sedat Peker’i kim durduruyor” diye soruyoruz. Nasıl oldu da bulunduğu Birleşik Arap Emirlikleri (BAE) onu “videosuzlaştırdı?”

Öyle ya BAE ile bizim iktidar pek de iyi ilişkilere sahip değil.

Bu konuda devletin kulislerinde konuşulan ilginç bir tez var. O da Peker’i durdurmak için devreye girenlere dair. 

Öyle söylendiği gibi suikast timlerinden falan bahsetmiyorum. Bayağı diplomasiyi kastediyorum. 

Anlatılana göre Türkiye’de bir el, “Peker’i durdursun” diye son dönemde yakınlaştığı Suudi Arabistan’dan yardım istemiş. BAE’nin, aynı cephede olduğu Suudilerin ricasıyla Peker’e müdahale etmesi sağlanmış. 

Peki, “karşılığında ne verilmiş” diyeceksiniz... 

Malum, ABD basınında, Trump sonrasında Cemal Kaşıkçı dosyası yeniden gündeme geldi. Katillerin ABD’de eğitildiği bile yazılıp çizilmeye başladı. Biden’ın, Trump’ın Suudi sevici çizgisini bozması beklenirken Türkiye’den bir el Suudilere reddedemeyeceği bir teklif yapmış. “Siz Peker’i durdurun, biz de Cemal Kaşıkçı dosyasını büyütmeyelim” önerisi çok cazip gelmiş. Böylece Suudilerin devreye girmesiyle BAE yönetimi Peker’e müdahale etmiş.

Kulislerde yankılanan bu tez doğru mu, bilmiyorum.  

Ama mantıklı olması bir yana, Kaşıkçı gündemi yeniden hatırlanırken Türkiye’yi yönetenlerin fazla unutkan olması sizin de dikkatinizi çekmiyor mu?


KARAPARA AKLAYAN GAZETECİLER VE SİYASETÇİLER

Kirli işlerde niye hep oteller konuşuluyor? 

Geceliği 100 bin liralık odalarda neden kalıyorlar? 

Hangi gazeteciler ve siyasetçiler karapara aklamaya yardımcı oldu?

Hasret gidermek için masasına oturduğum kişi nefes almadan sordu bunları. 

Yanıtını tahmin ediyorduk ama yeterince irdelemiyorduk. Haberler arasında rüzgâr gibi koşarken gözden kaçırıyorduk. 

Bir soru daha: Sezgin Baran Korkmaz, Türkiye’den gidip nereye yerleşti? Dünyadaki en bilinen off-shore merkezine, yani İsviçre’ye... Orada kendini güvenceye aldı, hatta yeni otellerin sahibi oldu. 

Şimdi... 

Cumhurbaşkanlığı Denetçisi Ufuk Ünlü, 2019’da Sayıştay Dergisi’ne karapara aklama yöntemlerini yazdı. Bakın, o makaleye göre yöntemlerden biri neydi: 

1- Karapara aklayacak kişi off-shore merkezine gider ve karaparayı burada faaliyet gösteren A bankasına yatırır (daha sonra bu parayı bir başka ülkedeki B bankasına da aktarabilir).

2- Daha sonra kendi ülkesindeki C bankasına başvurarak A (veya B) bankasındaki hesabını teminat göstermek suretiyle kredi talebinde bulunur. C bankası da bu krediyi kendisine verir. 

3- Aldığı kredi ile istediği yatırımı yapar (Otel alabilir vs.)

4- Kredisini C bankasına geri ödemez. C bankası da bu kişinin teminat gösterdiği A (veya B) bankasındaki parasını haczeder.

Böylece bu kişinin karaparası otel veya bir başka yatırım şeklinde aklanmış olarak ortaya çıkmaktadır. 

Bizzat Cumhurbaşkanlığı’nda kritik bir görev üstlenen isim, otel sahibi olmanın nasıl karapara aklama yolu olarak kullanıldığını iki yıl önce yazıyordu. 

Ve dedikleri bir bir gerçekleşiyordu. 

Peki, karapara otellerinde “bedava” kalan isimler neyin aracı oluyordu? 

Öyle ya meseledeki etik sorunu ayrı, bir de suça yardım etme söz konusuydu. Zira, o otellerde para ödemeden kalan herkes, aslında cebinden çıkmayan kadar karaparanın aklanmasını sağlıyordu. Yani onlar para ödemezken belki de arka bahçede “ödemişler” gibi faturalar düzenlendi. Böylece nasıl kazanıldığı şüpheli olan para, o gazeteciler, bürokratlar ve siyasetçilerin yardımıyla yasal sisteme sokuldu. 

Barış Pehlivan / Cumhuriyet

AKP de susuyor CHP de...- Zülal Kalkandelen / Cumhuriyet

 

Sedat Peker’in Korkmaz Karaca ve Deniz Baykal hakkındaki iddialarından sonra herkes suskun. Ne AKP’liler konuşuyor ne de CHP’liler... 

Aslında Erdoğan’ın seçim meydanlarında “Bu özel değil, genel genel” diye bağırdığı olayla ilgili ifşaattan sonra, AKP’liler CHP’yi yerden yere vururdu ama gel gör ki arada Korkmaz Karaca var... 


Kim bu Korkmaz Karaca? 

ANAP’a yakın Arı Grubu’nun ardından Cem Boyner’in yanında yer almış, tekrar ANAP’a geçmiş. Sonra Mustafa Sarıgül’ün ekibine girmiş, 2010’da Baykal’ın tavsiyesiyle  Kılıçdaroğlu’nun listesinden CHP Parti Meclisi’ne sokulmuş.

2010-2017 arasında Baykal’ın danışmanlığını yapmış, Ekim 2017’de Baykal yoğun bakıma kaldırıldıktan sonra 8 Ekim 2018’de Erdoğan tarafından Cumhurbaşkanlığı Ekonomi Politikaları Kurulu üyesi olarak atanmış; aynı zamanda AKP Yerel Yönetimler Başkan Yardımcısı... 

2017’ye kadar Baykal’ın danışmanlığını yapsa da 2014’te Twitter’da, “Sadece yeni bir Türkiye için değil, aynı zamanda yeni bir muhalefet anlayışı için, Cumhurbaşkanlığı seçiminde oyumuz milletin adayı Sn. Recep Tayyip Erdoğan’a” diye yazmış.

2018’de seçime günler kala sosyal medya hesabında, “Dört yandan saldırı altında olan ülkeye bu kritik dönemde, Usta gerek...” diyerek Erdoğan ve AKP kurmaylarıyla samimi fotoğraflarını paylaşmış, 24 Haziran’da da Erdoğan’ı desteklediğini ilan etmiş.

Düşünün bu konumdaki bir kişi ama karapara aklama suçundan Avustralya’da gözaltında tutulan Sezgin Baran Korkmaz’ın verdiği aracı aylarca kullandığı da ortaya çıktı.

Kimler yok ki fotoğraf albümünde... Genç yaşında Bill Clinton’dan Erdoğan’a, Süleyman Soylu’dan Muharrem İnce’ye, Metin Feyzioğlu’ndan Mehmet Ağar’a, Berat Albayrak’tan Ali Ağaoğlu’na, Binali Yıldırım’dan Hadi Özışık’a kadar pek çok isimle yakın ilişkiler kurmuş. 

41. yaş gününü kutlamak için siyasetçiler, medyatik ünlüler ve iş insanları adeta sıraya girmiş, ona olan sevgilerini abartılı şekilde anlattıkları videolar çekmişler, o da kendi sitesinde paylaşmış. 

***

Sedat Peker’in iddiaları doğru mudur kesin olarak bilemeyiz ama soruşturulmalıdır. Çünkü ilişkilerin ayrıntıları göz önünde bulundurulunca, anlatılanlar insanın midesini bulandırıyor.   

Peker’in söylediğine göre Baykal hastanede yatarken Erdoğan’ın yaptığı ziyareti, Cumhurbaşkanlığı Özel Kalem Müdürü Hasan Doğan üzerinden koordine eden de Korkmaz Karaca. Ayrıca Karaca’nın Baykal’a, burada yazmak istemediğim bazı ilişkileri kurmasında, aracılık ettiğini iddia ediyor...

Bunlar susarak üzeri örtülebilecek, unutturulabilecek iddialar değildir. Çünkü meselenin ucu, siyaseti ve ülkeyi doğrudan etkileyen olaylara uzanıyor.

Hatırlarsanız, Baykal, 2010’da kaset olayı ile CHP Genel Başkanlığı görevinden istifa etmişti. Kılıçdaroğlu da Başbakan Erdoğan’ın, eski CHP lideri Deniz Baykal’ın kasedini izlerken çekilmiş görüntüleri olduğunu ve kendisinin o görüntüyü gördüğünü yıllar sonra söylemişti. 

Bunlar zaten biliniyordu ama olaylara Peker’in Korkmaz Karaca ile ilgili iddiaları çerçevesinde bakılırsa, kaset skandalının ardındakiler netleşiyor. O olaydan sonra, Karaca’nın AKP içinde yükselişi de rastlantı olamaz elbette. 

***

İç içe geçen çirkin ilişkiler açığa çıkarılmadan siyaset temizlenemez. Sosyal medyada Erdoğan ile Baykal arasında geçmişte yapılan görüşmelere dair kuşkular, yorumlar uçuşuyor. Bu durumda ne yapılması gerektiği bellidir. Fakat boğazına kadar pisliğe batan iktidarın herhangi bir soruşturma açmasını ummak da hatadır. 

Baykal, anayasayı değiştirerek Erdoğan’a başbakanlık yolunu açmış; hizipçiliği ile CHP’yi baraj altına düşürerek Meclis dışında bırakmış; AKP’nin TBMM’de çoğunluğu kaybettiği 7 Haziran 2015 seçiminden sonra, sadece bir milletvekili olduğu halde, Erdoğan ile görüşerek ona destek sağlamıştır. 

Korkmaz Karaca ile ilgili iddialardan sonra, CHP, bu şaibeden bir an önce kurtulmalıdır. Kimsenin Atatürk’ün kurduğu ve milyonlarca seçmenin oy verdiği ana muhalefet partisini böyle rezaletlere konu etmeye hakkı yoktur. Özellikle de kritik dönemlerde partiyi yönlendirmiş eski bir genel başkan ise hiç yoktur! 

Zülal Kalkandelen / Cumhuriyet

Alper Birdal'la 'Hegemonya Bunalımı ve Çin' kitabı üzerine(SÖYLEŞİ) - SOL

'Tekeller çağında rekabet her zaman bir ölçüde karşılıklı bağımlılığı da ifade eder, bunu yadsımaz. Ama böyle bir rekabetin kızışması, ancak daha büyük kavgalara vesile olabilir.' 

Alper Birdal’ın yeni kitabı Hegemonya Bunalımı ve Çin: Emperyalizmin Krizi, Uluslararası Değer Zincirleri ve Çin’in Yükselişi geçtiğimiz hafta Yazılama Yayınları tarafından yayınlandı. Kitapta ABD, Almanya ve Çin’de yerleşik olan sanayi sermayesinin birbirine bağımlılığı ve Çin’in kısmen bu bağımlılık kanalıyla büyük bir ekonomik güç haline gelmesi ile emperyalist sistemde süren hegemonya krizi arasındaki ilişki ele alınıyor. Alper Birdal’la, kitabın kimi ana başlıklarının yanı sıra çağrıştırdığı BAZI soruları da içeren bir sohbet ettik:

Merhaba. 
Yeni kitabınız Hegemonya Bunalımı ve Çin: Emperyalizmin Krizi, Uluslararası Değer Zincirleri ve Çin’in Yükselişi geçtiğimiz hafta satışa çıktı. Bu kitabı kaleme alırken temel amacınız neydi?

Aslına bakarsanız ben işe bir kitap yazmak niyetiyle başlamadım. Uzun zamandan beri Çin’in uluslararası ekonomideki artan etkinliğinin emperyalist yapıda köklü bir dizi değişimi beraberinde getirmekte olduğu tartışılıyor. Öte yandan özellikle son 10-15 yılda Çin’in iktisadi alandaki etkinliğinin siyasi alanda da bazı tezahürlerini görmeye başladık. Bazı Marksist entelektüeller bu durumu bir hegemonik değişim süreci olarak okuyorlar; bazılarıysa böyle bir değişimin olmadığı, Çin’in yükselişi gibi görünen sürecin arkasında Batı emperyalizminin son 30-40 yıldaki yönelimlerinin esas belirleyici olduğu görüşünde.

Bu sorular bizleri, örgütlü Marksistleri, elbette yakından ilgilendiriyor. Zira emperyalist güçler arasındaki paylaşım kavgasının ve bunları belirleyen dinamiklerin hem uluslararası hem de ulusal ölçekte sınıflar mücadelesi üzerinde yansımaları var. Örneğin özellikle 2008 krizi sonrasında ivmelenen ve politik bir karakter de kazanan Rusya-Çin yakınlaşması dünya açısından olduğu kadar ülkemiz için de önemli sonuçlar doğurdu. Sadece Suriye ya da Libya savaşı değil; Kanal İstanbul tartışmasından tutun, 5G teknolojisine geçiş sürecinde Türkiye’nin kimden yana pozisyon alacağına kadar, ülkemiz emekçilerini doğrudan ilgilendiren bir dizi başlık sayabiliriz bu bağlamda.

Benim de üyesi olduğum Türkiye Komünist Partisi bu başlıklarda, özelde Çin’in dünyadaki konumu, emperyalizmin son on yıllardaki yönelimleri ve benzeri konularda, bana göre çok önemli yanıtlar üretti. Ama çok dinamik bir süreçten geçiyoruz ve ürettiğimiz yanıtların zamanın gerçeklerini açıklama ve onlara müdahale etme gücünü tekrar tekrar test etmek zorundayız. Aslında ben işe böyle başladım. Aklımdaki temel soru ürettiğimiz yanıtların halen geçerli olup olmadığını test etmek, doğruda durmaktaki ısrarımızı güçlendirmek ve açıkta kalan noktaları belirgin hale getirmekti. Bunu başarıp başaramadığımı bilmiyorum; bu artık okurların vereceği bir karar.

Sorunuzun başlangıcına dönecek olursak, dediğim gibi, aslında ben yola bir kitap yazmak amacıyla çıkmamıştım. Ama sonuçta ortaya kitap hacminde bir çalışma çıktı.

“Uluslararası değer zinciri” kavramını biraz açar mısınız? Nedir bu değer zincirleri?

Bu sorunun hem çok basit hem de çok karmaşık yanıtları var. Basit yanıt şu: elimize aldığımız metaların kabaca yarısı uluslararası değer ya da meta zincirlerinden çıkıyor. Bu daha çok şu anlama geliyor: bir ürünün üretilmesinde gerekli olan girdilerin bazıları bir ülkede, bazıları başka bir ülkede üretildikten sonra nihai hale gelen ürün son tüketiciye ulaşıyor. Örneğin Boeing’in ürünleri 70’e yakın ülkede üretiliyor.

Uluslararası değer zincirlerinin daha farklı biçimleri de var elbette. Örneğin uluslararası tekstil markaları, ürünlerini son tüketiciye daha yakın coğrafyalarda üretme eğilimi gösteriyor. Mesela Zara’nın, Mango’nun vs. birçok ürünü Ortadoğu, Balkanlar vs. pazarlarına satılmak üzere Türkiye’de fason olarak üretilip Zara, Mango vs. markasıyla bu pazarlarda satılıyor.

Bunlar sorunun basit olan yanıtları. Aslında birinci örneği dikey, ikinciyi yatay entegrasyon kavramlarıyla açıklamak mümkün. Uluslararası değer zincirlerine baktığımızda entegrasyonun dikey biçimi daha yaygın. Ama bir değer zincirinin merkezinde duran yapı genellikle bu entegrasyon biçimlerinin her ikisini birden kullanıyor. Dolayısıyla değer zincirlerini sadece dikey ve yatay entegrasyon kavramlarıyla tasnif etmek mümkün değil. Dahası metalar, üretim süreci boyunca kurulan zincirinin halkaları arasında birçok kez gidip geliyor; yani bir meta son halini alana kadar bazı örneklerde yüzlerce kez sınır geçiyor. İşte bu nedenle bir de kavramın daha karmaşık bir tarifi var. Dolayısıyla tek tek metaların izini sürmek yerine değer akışına bakmanın daha anlamlı olduğu görüşündeyim.

Kitapta esasen ABD ve Almanya’nın imalat sanayileri ile Çin imalat sanayisinin karşılıklı bağımlılığını ele alıyorsunuz. Bu konudaki temel bulgularınızı aktarır mısınız?

Çalışmanın merkezinde bu üç ülkenin durmasının sanırım anlaşılır nedenleri var. Kitapta belirli bir sistematik oluşturmaya çalışarak şu sorulara yanıt aradım: Bu üç ülke arasındaki değer akışı zaman içinde nasıl değişti? Ülkeler arasında değer akışının özellikle yoğunlaştığı sektörler hangileri? Başka bir deyişle uluslararası iş bölümünün kritik halkalarını ve zaman içindeki değişimini anlamaya çalıştım. Ardından bu bağlamda ilgili ülke-sektörlerin karşılıklı bağımlılıklarının nasıl değiştiğini göstermeye gayret ettim. Sonra da bu değişimin morfolojisine, ana dinamiklerine, özellikle birim emek üretkenliği ve bir tür kâr oranı göstergesi üzerinden bakmaya çalıştım.

Bütün bu soruları yanıtlayabilmek üzere Gröningen Üniversitesi tarafından hazırlanan World Input-Output Database’in 2016 sürümünden yararlandım. Bu veriler 2000-2014 arasını kapsıyor. Bu hayli kritik bir dönem, çünkü 2000’lerin ilk yarısı Çin’in uluslararası değer zincirlerine eklemlenme sürecinin çok büyük ivme kazandığı yıllarken, bana göre halen içinde olduğumuz 2008-2009 sonrası dönemde Çin’in uluslararası iş bölümüne eklemlenme dinamiklerinde önemli değişiklikler yaşanıyor. Dolayısıyla veri seti bu kırılmanın kendisini görmek için yeterli uzunluğa sahip.

Görebildiğim kadarıyla Çin 2000’lerin ilk yarısında imalat sanayiinin bir dizi sektöründe hızlıca uluslararası değer zincirlerine entegre oluyor. Bu dönemde halen ABD, Almanya ve Japonya merkezli zincirlerin en alt halkalarında üretim yapıyorken, 2008 sonrasında artık zincirlerin daha fazla basamağında ve daha çeşitli bir spektrumda üretim yapıyor. Haliyle bu durum ülkeler arasındaki geriye ve ileriye doğru bağlantılara da yansıyor. Çin, dönemin başında daha büyük oranda ABD ve Almanya menşeli değeri işleyen, dolayısıyla onlara özellikle girdi bağımlılığı yüksek bir konumdayken, 2008 sonrasında bu durum tersine dönüyor.

Bu açıdan ülkeler arasında farklılıklar da olduğunu belirtmek gerekir. Genellikle Almanya-Çin ilişkisinde bu tersine dönüş daha erken başlamış olmasına karşın, ABD-Çin ilişkisinde daha çok 2008-2009 sonrasında yoğunlaşıyor.

Çin kuşkusuz değer üretiminin olağanüstü yoğunlaştığı, çok önemli bir ülke; ama kimi diğer güney ve güneydoğu Asya ülkeleri, örneğin Bangladeş, Endonezya veya sizin kitabınızda değindiğiniz Hindistan da ABD ve Almanya ile benzer ilişkilere sahip değiller mi? Çin’i özel kılan nedir?

Çalışmada ulaştığım sonuçlar, Çin’in uluslararası değer zincirlerinde önemli roller üstlenen ülkeler arasında benzersiz bir konumu olduğunu gösteriyor. Çin’in özgünlüğü yalnızca çok sayıda sektörde ve çok büyük miktarda üretim yapıyor olması değil, giderek artan sayıda sektörde daha büyük çeşitlilikte ve daha üst teknoloji segmentlerinde üretim yapıyor olması. Çin’de emek üretkenliği diğer ülkelere ve Batı’ya göre çok hızlı artıyor, çünkü yatırım oranları çok yüksek. Öte yandan emekgücü maliyeti halen Endonezya, Brezilya, Hindistan gibi başka kritik halkalarla karşılaştırılabilecek ölçülerde düşük. Bu iki dinamik Çin’e değer zincirleri mimarisinde benzersiz bir avantaj yaratıyor.

Ancak elbette bunun da bir çelişkisi var. Çin’de değer zincirlerine en çok entegre olan sektörlerde kâr oranları nispeten düşük. Bu da belirli bir vadede Çin’in sermaye birikim hızını etkileyecek ve bahsettiğimiz avantajı olumsuz yönde değiştirecek gibi görünüyor. Ancak Çin bütün bu süreç boyunca uluslararası değer zincirlerine bağlanırken, onları da kendisine bağımlı hale getirdi. Bu nedenle Çin’in avantajını yitirmesi aynı zamanda emperyalist tekelleri de doğrudan etkilemekte, çünkü Çin bu yapı içerisinde kolaylıkla ikame edilebilecek bir ülke değil.

Uluslararası değer zincirleri çerçevesinde ABD ve Almanya ile Çin arasındaki imalat sanayii bütünleşmesi dünyayı daha barışçıl bir yer haline getirmez mi?

Tam tersine, bana kalırsa bu durum dünyayı daha tehlikeli bir yer haline getiriyor. Dediğim gibi, Batılı tekeller Çin’i kolaylıkla gözden çıkarıp, üretimlerini başka coğrafyalara taşıyamaz. Dahası Çin artık daha önce Batılı tekeller için ürettiği pek çok metayı tek başına üretebilir durumda ve bu da Çin’in doğrudan Batılı tekellerle rekabeti artırma ve kendi değer zincirlerini oluşturma olanağı bulunduğu anlamına geliyor. Tekeller çağında rekabet her zaman bir ölçüde karşılıklı bağımlılığı da ifade eder, bunu yadsımaz. Ama böyle bir rekabetin kızışması, ki hali hazırda kızışıyor, ancak ve ancak daha büyük kavgalara vesile olabilir. Bu nedenle dünya bugün daha büyük bir savaş tehlikesiyle karşı karşıyadır ve daha fazla belirsizlikle yüklüdür.

ABD ve İngiltere’nin her yıl büyük miktarda cari açık verdiği, buna karşılık Almanya, Çin ve Japonya’nın yaklaşık aynı miktarda cari fazla verdiği bir uluslararası durum sizce uzun erimde sürdürülebilir mi?

Bir süredir IMF, Dünya Bankası, UNCTAD gibi kurumlar uluslararası değer zincirlerinin kısalma olasılığı üzerinde tartışıyor. Bu aslında Donald Trump döneminde Çin’le başlatılan “ticaret savaşları” esnasında yoğunluk kazandı ancak pandemi de bu tartışmaları canlandıran bir işleve sahip. Biden yönetiminin de daha ilk günlerinden itibaren Çin’e yönelik politikaları, daha önceki durumun tek başına “Trump faktörüyle” açıklanamayacağını gösteriyor.

Uluslararası değer zincirlerinin kısalması, emperyalist tekellerin üretimlerini daha çok kendi “doğal” hinterlandlarına taşımaları anlamına geliyor. Bu elbette birçok üretim faaliyetinin de tekrar yurtiçine dönmesi demek. Nesnelerin interneti, yapay zeka, 3 boyutlu yazıcılar gibi gelişmekte olan yeni teknolojilerin de üretimi son tüketiciye yakınlaştırma olanağını artıracağı iddia ediliyor. Eğer bu kısalma, öngördükleri şekilde gerçekleşirse ABD’nin cari açık sorunu bir nebze azalabilir ve Çin de daha çok iç pazara yönelir.


Emperyalist-kapitalist sistemle böylesine güçlü ekonomik bağlara sahip olan Çin’in aynı zamanda sosyalist olduğunu iddia etmesinde bir çelişki yok mu? Sosyalizm ekonomik anlamda emperyalizmden kopmayı gerektirmez mi?

Ancak ben bunun öyle kolay gerçekleşebileceğini düşünmüyorum. Çünkü bu aynı zamanda dolar senyorajının ve uluslararası ticaretin beraberinde getirdiği spekülatif rantların da alanını daraltır. Bunlar emperyalist tekellerin mevcut kompozisyonunda köklü değişiklikleri gerektirir ve her biri büyük kavgalara konu olur.

2021’de dünyada en çok dolar milyarderine sahip kişi sayısı itibarıyla Çin birinci ABD ikinci sırada. Çin’de 1058, ABD’de 696 milyarder var ve Çin’in milyarder sayısı kendisini takip eden üç ülkenin toplamından yüksek. Yanlış bilmiyorsam Çin, milyarder sayısı itibarıyla ilk kez 2019’da ABD’yi geçip dünyada birinciliğe yükseldi ve belli ki aradaki farkı artırıyor. Öte yandan benim hesaplamalarıma göre 2014’te Çin imalat sanayiinde birim emek maliyeti ABD’ninkinin %49,2’sine eşitti. Böyle bir ülkenin sosyalist olduğundan söz edilebilir mi? Sosyalizm en başta eşitliktir, emek sömürüsünün ortadan kaldırılmasıdır. Çin’de bunların hangisinden söz edilebilir ki?

Çin elbette kapitalist, hatta bana göre artık kapitalist-emperyalist bir ülke. Ancak Çin’de kapitalizmin özgün tarihsel gelişimi, ülkenin büyüklüğü ve kaynakları ve daha birçok faktör nedeniyle Çin kapitalizmi üst yapısal olarak Batılı kapitalist ülkelere tam anlamıyla benzemiyor. Çin de diğer emperyalist ülkeler kadar mevcut emperyalist hegemonyanın bir bileşeni, ancak bu özgünlükleri nedeniyle aynı zamanda mevcut emperyalist hegemonyanın krizini derinleştiren en önemli faktörlerden de bir tanesi 

(SOL)

28 Haziran 2021 Pazartesi

Kodesteki diktatörler böyle kuklaya çevrilir - MEHMET ERDEM / BİRGÜN

 

İktidarını kaybettikleri zaman korunmasız zavallı tiplere dönüşüyor diktatörler. Ama kodese tıkıldıklarında daha bir zavallılaşıyorlar. Ömer el Beşir eskiden emrinde olan askerler tarafından telefonuna el konulan bir diktatör eskisidir.



Haberi okuyunca çok hoşuma gitti. 

Sudan’ın bir halk ayaklanmasıyla (sonradan kendisine benzer askerler iktidarı gasp etti tabii) 

devrilip kodesi boylayan eski diktatörü Ömer el Beşir’in tıkılı bulunduğu cezaevinde 

telefonuna el koymuş yetkililer. Biz sıradanlar için, eğer hapiste olsak, son derece olağan 

karşılanan bir önlem bu elbette ama bir zamanlar burnundan kıl aldırmayan bir diktatör 

eskisine yapılınca, eline geçireni sapıttıran kudret, güç gibi olguların, zamanı geldiğinde nasıl 

buharlaştığını göstermesi açısından çok çarpıcı oluyor haliyle.

Ülkede her sesi (sadece muhaliflerinkini değil, kendisi gibi düşünenlerinkini de bu arada) bastıran bu el Beşir İslamcıların ideoloğu da sayılırdı. Bizimkiler de (devlet katında da vardır dostu) hayli severler. Bir mahkûmun en temel haklarından biri olan telefon kullandırılmamasının nedeni hala bir işler karıştırıyor olması. Halk ayaklanmasını fırsat bilip yönetime gelen Askeri Konsey’in eski şeflerini kodese tıkmaları halk öfkesini dindirme amaçlıydı, bilirsiniz. “Uyarına gelince Beşir serbest bırakılır” deniyordu uzun zamandır. Ancak iktidarın tadını almış Askeri Konsey Beşir’e yeniden “gel buyur devlet senin” diyecek gibi durmuyor tabii. Kaldı ki, her an patlamaya hazır bir halk var Sudan’da. Beşir’i deviren müthiş bir kadın hareketi var. Konsey biraz da bu nedenle toplumdan “rıza almak” için Beşir karşıtı gibi görünmeyi sürdürecek.

Konu bu değil. Bu diktatör eskilerinin düşüşüne tanık olmaktan keyif alıyorum ben. O nedenle sevindirik oldum haberi okuyunca. Çünkü bunların her anlamda “düştükleri” zaman bile kuyruğu titretmeme gibi gülünç çabaları oluyor. Devrilmeyi kabul etmeyip hala “ben devlet reisiyim” diyerek babalanan, dolayısıyla yargılanıyor da olsa “özel muamele” görmek isteyen çok. Beşir de elinde telefon dilediği gibi muhabbet etmeye hakkı olduğuna inanmış demek ki. Yaramaz bir çocuktan oyuncağını alır gibi almışlar elinden telefonu.

NORİEGA’NIN VESİKALIĞI

Bunların içinde en berbatlarından biri Noriega’ydı, malum. Panama’nın eski diktatörü. Tam bir Amerikan beslemesiydi. Fazla abartınca konumunu, alaşağı ettiler. Ülkesinde uzun zaman hapiste yatarken kral gibiydi denir. Sonra ABD’ye yollandı. ABD’nin cezaevlerinden sorumlu birimi, tüm dünyaya cezaevinde çekilmiş, altında numaralar, kodlar yazılı bir vesikalık bir de yarım boy fotoğrafını yaydı. Ev soymuş hırsız gibiydi görüntüsü (zaten hırsızdı da hani büyük hırsızdı, gariban kapkaççı gibi değil). 

Bir dönem kudretini hem keyif hem baskı aracı olarak kullanan zavallı bir tipti.

Bizde diktatörler şanslı aslında. Biri emekliliğini resim yaparak geçirdi. Rezalet resimlerdi, dönemin egemensever ne kadar güruhu varsa tablolarını satın alırlardı büyük paralarla. Dünyada “hayatın tadını” çıkarmış ender diktatörlerdendi. Pinochet de şansılardan sayılır bakın. Şili’nin bu uğursuz diktatörü de rahat bir yaşam sürdü, hiçbir zaman ülkesinde sorgulanmadı. Yatağında huzur içinde öldü. Ama daha önce de yazmıştım, Londra’ya geldiğinde (Thatcher çok severdi Pinochet’yi) kaldığı otelin yürekli bir garsonu (Şili’li de değildi üstelik, yani kişisel bir derdi yoktu) servis yapmayı reddederek diktatörü itin işkembesine sokmuştu. Bir alçağı itibarsızlaştırmak için küçük bir sorumluluk bile gerektiğinde bir karşı koyuşa yeterli olabilir.

Rahat ölmüş derken, İspanya’nın faşist diktatörü Francisco Franco da atlanmamalı. İyi yaşadı o da. Öldüğünde 82 yaşındaydı. Rahat yaşadı ama o da çok çok itibarsızlaştırılmıştır. Hapse atılsaydı bu kadar incinmezdi maço ruhu. Çünkü her faşist gibi kadın düşmanı olan bu diktatöre ilk meydan okuyan bir kadındı. Çok severiz onu, yani Dolores İbarruri’yi. “Faşizme geçit yok” onun sloganıdır. 1936 Temmuz’unda Madrid’de kalabalıklara yaptığı konuşması meşhurdur. Diktatörü delirtmiştir tabii. İspanya Komünist Partisi’nin kurucularındandır. Bir yıl Sovyetler Birliği’nde yaşadığı yıllar için “iki isim ruhuma ve kafama sindi mutlulukla: Lenin ile Sovyetler Birliği. Artık kendimi yalnız hissetmiyorum” sözleri de sevilmiştir.

“Bunlar diktatör. Bunlarda zaten itibar ne gezer” demekte haklısınız. Katılıyorum. Kendi kendilerini gülünç duruma düşürüp rezil edenler var aralarında tabii. Haiti’nin meşhur diktatörü, (hani şu Papa Doc lakabıyla da bildiğimiz) Francois Duvalier hayli kepaze bir egemendi. Batıl inançlarıyla meşhurdur. Bir ara rakiplerinden birinin siyah bir köpeğe dönüştüğünü söylediler buna, inandı. Memlekette ne kadar siyah köpek varsa hepsini öldürtmeye kalktı adam.

MÜZİK GEREKSİZ DİYEN DİKTATÖR

Ölüp gidiyorlar ama kendilerini “hayırla” yad edeceğimiz bir sürü budalalıklar bırakıyorlar arkalarında. Türkmenistan’ın meşhur Murat Niyazov’u vardı (son yıllarında Türkmenbaşı soyadını kullanmaya başlamıştı, şu kendini beğenmişliğe bakar mısınız?). Derdi neyse sakal düşmanıydı, sakal yasağı koydu ülkede. Tamam ben de sakal sevmem pek ama başkalarına yasaklamak da ne? Operayı, baleyi gereksiz bulurdu, o nedenle televizyonda, radyoda çalınmalarını yasakladı. Sonra tüm vatandaşlarına okuma zorunluluğu getirdiği Ruhname adlı bir kitap yazdı. Bu kitabı okumadan ehliyet bile alamazdı Türkmenler. Burada kalmadı tabii. Kitabı bir rokete bağlayıp kozmosa yolladı Niyazov rejimi. Uzayda falan birileri varsa okusunlar diye. 

Şaka sanıyorsunuz ama değil.

Şimdi Demokratik Kongo dediğimiz eski adıyla Zaire’nin diktatörü Mobutut Sese Seko da tuhaf biriydi. Hakkında fazla bir kelam etmeme gerek yok. Adının anlamını yazayım, anlarsınız neden gerek olmadığını: “Dayanıklılığı, asla kırılmayan kazanma arzusu nedeniyle, fetihten fetihlere koşan, arkasında ateş bırakarak, her şeye gücü yeten savaşçı”.

Hayat sürprizlerle dolu. Hangi yetenekle, hangi bilgiyle hangi kültürle toplumunu yönetmeye kalkar biri. Diploma şart değildir anladık da insan başka açılardan geliştirir kendini. Neyse, sonuçta Ekvador Ginesi’nin eski diktatörü Francisco Macias Nguema ülkesinin başına geçmişti işte. Nasıl bir aşağılık kompleksi vardı bilemezsiniz; ülkede “entelektüel” sözcüğünü yasaklamıştı eğitimli, bilgili olanları kıskandığı için. Aldığı ilaçlarla halüsinasyon görürdü. Karşısında birileri varmış gibi konuştuğuna tanıklık edenler vardır. Kendisine layık gördüğü sıfatı şuydu: “Eğitim, Bilim ve Kültürün Büyük Üstadı”. 150 rakibini öldürdü. Nasıl biliyor musunuz? Askerlerine Noel Baba kılığı giydirerek.

Örnek çok. Bunlar aklıma gelenler. İktidarını kaybettikleri zaman korunmasız zavallı tiplere dönüşüyor hepsi. Ama kodese tıkıldıklarında daha bir zavallılaşıyorlar. Ömer el Beşir eskiden emrinde olan askerler tarafından telefonuna el konulan
bir diktatör eskisidir.

Gerçek demokrasilerde diktatörlerin sadece telefonuna değil, hırsızlıkla edindiği tüm malına mülküne el koyarlar. Hiç bir diktatör kaçınamaz bundan. Bakmayın siz Evren’in, Franco’nun, Pinochet’nin uzun yaşayıp rahat öldüklerine.

İstisnadır onlar. Çoğu hesap vererek gitmiştir nereye gittilerse. 

Ölmeden önce hapishanede olanların elinden telefonu da alırlar. 

Çok sevindim habere gerçekten.

MEHMET ERDEM / BİRGÜN