(I) Ağzını açanı alın - Kamil Tekin Sürek/EVRENSEL
Geçen gün Cihangir’de halka karşı savaş açmış cihangirlerden biri haykırıyordu: Ağzını açanı alın. Onur Yürüyüşü’ne katılanları aldılar, Cihangir’de kafelerde oturan ve ağzını açanları aldılar, evinin penceresinden çocuğu uyuduğu için ses bombası atılmasına tepki göstereni aldılar, etrafı göz yaşartıcı bomba ile gaza boğanlara tepki göstereni aldılar, gazetecinin boynuna dizleri ile basıp boğmaya çalıştılar.
Orada “Ağzını açanı alın” diye haykıran polis amiri aslında iktidarın ve bir bütün olarak devletin haleti ruhiyesini dile getiriyordu. Hepsi aynı fikirde. Ağzını açanı alın. Sokağa çıkana vurun. Eleştireni hapishaneye tıkın.
Tam bir faşizm uygulaması.
İktidardakilerin pislikleri ortalığa saçıldıkça, mafya ile siyasetin iç içe geçişinin herkesçe görülmeye başlaması ile, hırsızlıklar ve yolsuzluklar faş oldukça, insanların malına ve canına “çökenler” birer birer deşifre oldukça kimsenin ağzını açmasını istemiyorlar. Onun için ağzını açanı alın diyorlar.
Ağzını açanı alın, içeri atın. Sadece onlar konuşsun. Her gün yüzlerce yalan söylesinler, gazeteci kılıklı propagandacıları ile soygun düzenini övsünler, hurafelerle, futbolla, magazinle bizi uyutsunlar. Sadece onlar konuşsun.
Ama olmuyor işte. Başkaları da konuşuyor. Sizin “vatan, millet, Sakarya” diye diye devleti nasıl soyduğunuzu anlatıyorlar. Aldığınız rüşvetleri söylüyorlar. Gizli servetlerinizi nasıl yaptığınızı anlatıyorlar. Kara paraları, uyuşturucu ticaretini, ‘FETÖ Borsası’nı ifşa ediyorlar.
Şimdiye kadar masallarınızla uyuttuğunuzu, Türkiye’nin şahlandığına inandırdığınız insanlar da işsiz, aç ve açıkta kaldıkça artık masallara inanmıyor.
Milyonları “Alamazsınız”, içeri atamazsınız. Her gün yeni hapishaneler yapsanız da, mahpus sayısı üç yüz bine yaklaşmışsa da, herkesi içeri tıkamazsınız. O kadar büyük hapishane yok. Bütün memleketi bir hapishaneye çevirseniz de, insanların sokaklara çıkmasını, haykırmasını engelleyemezsiniz.
Artık iktidarınızın sonu geldi. İşsizlik, yoksulluk, açlık size inananların dahi gözünü açtı.
Ağzını açmasını yasakladıklarınız artık sizin ağzınızı açmanızı isteyecek. Ağzınızı açıp yaptığınız yolsuzlukları, hırsızlıkları tek tek anlatmanızı isteyecek.
Ağzınızı açacaksınız. Suçlarınızı itiraf edeceksiniz.
Yargılanacaksınız.
***
(II) Düşman hukuk(suzluğ)u- Ayşen Uysal/ Evrensel
Uzmanlık alanım gereği yıllardır yüzlerce eylemde hem eylemcileri hem de polisi gözlemledim, inceledim ve bu konular üzerine çok sayıda bilimsel makale ve kitap yazdım. Araştırmalarım boyunca, Türkiye’de polisin sokakta eylem yapanları bir muhalif olarak görmediğini, düşman olarak gördüğünü defalarca ifade ettim. Bu köşede de 1 yıllık geçmişimde hem eylemler hem de polis üzerine birçok kez yazdım. Ne zaman artık bu konuda yazmayacağım desem, üzerine yazmanın kaçınılmaz olduğu olaylar yaşanıyor. Geçtiğimiz hafta sonu LGBTİ-Onur Yürüyüşü’nde yaşananlarda olduğu gibi.
1990’lı yıllardan beri Türkiye’de düzenlenen kolektif eylemler üzerinde uygulanan devlet denetimini ve baskısını tartışırken sık sık dile getirdiğimiz “Türkiye’de polis sokakta eylem yapanları bir muhalif olarak görmüyor, eylemciyi düşman olarak addediyor” değerlendirmesini nakarat gibi tekrar etmek yerine, bu satırlar ve İstanbul’da düzenlenen Onur Yürüyüşü vesilesiyle, bugün bu tespitin üzerinde kısacık da olsa biraz daha derinlemesine düşünmek isterim. Her şeyi açıklamakta sihirli bir değnek gibi kullanılan neoliberalizm ve militerleşme kolaycılığına kaçmadan. Zira polis aygıtı 1980’lerden beri sürekli militerleşiyor, ancak biz bu militerleşme yaklaşımına hapsolarak son kırk yılın kendi içindeki değişim ve dönüşümlerini açıklamakta yetersiz kalıyoruz. Türkiye’de polis aygıtı hep militerleşirken benzer neoliberal politika süreçlerinden geçen başka ülkelerde protestoların barışçıl seyrettiğini de göz ardı ediyoruz. Neden özellikle son birkaç yıldır bazı ülkelerde polis şiddetinin artığını da doyurucu bir biçimde açıklayamıyoruz. Özetle, söylemeye çalıştığım, başka bir dönemeçten geçtiğimiz. Bu viraj otoriter rejimlerin yükselişe geçtiği bir politik bağlamda aşılıyor. Aynı zamanda, her ülkede dereceleri farklı olmakla birlikte, hukukun değersizleştiği, kurumların içinin boşaltıldığı bir süreç bu. Hamit Bozarslan’a referansla, bir antidemokrasiler çağı.
Bu antidemokrasiler çağında polis eylemcileri sadece düşman olarak görmüyor, aynı zamanda onlara düşman ceza hukukunu uyguluyor. Etkisiz hale getirmeyi amaçlıyor. “Sen vatandaş değilsin” diyor, meydanlarda adeta bunu haykırıyor. İktidarın politikaları ile son derece paralel bir biçimde, kendisinden olmayanı, vatandaş olmayan olarak damgalıyor. Aslında savaşta bile bir hukuk vardır, kurallar vardır. Çoğu eylemde ise, savaşta düşmana uygulanan hukuk bile yok demek daha doğru sanırım. Güvenlik güçleri, sanki uzun yıllardır sürdürülen hukuk ve insan hakları mücadelesinden intikam alırcasına hareket ediyor.
2000’li yılların başında Emniyet Genel Müdürlüğünde bir araştırma vesilesiyle görüştüğüm polisler, Karşıt Küreselleşme eylemlerini kontrol altına almakta zorlanan(!) İtalyan polislere bakarak “Bize bıraksalar bir günde meseleyi çözeriz” diyorlardı. Bugünlerde daha çok Amerikan polisine ve ırkçı politikalarına bakıyorlar sanırım. Zira, cumartesi günü AFP Muhabiri Bülent Kılıç’ı gözaltına alırken, adeta geçtiğimiz yıl Minneapolis’te yaşananları, George Floyd’un ölümüyle sonuçlanan pratikleri yeniden sahnelediler.
Kutsal devlet anlayışının ve bu kutsal devletin sokakta görünen yüzü olmanın bir sonucu olarak, Türkiye’de polis cezasızlık zırhından her zaman yararlandı. 2015 yılından beri ise bu zırh iyice güçlendirildi. Son olarak, İçişleri Bakanlığının bir genelgesi ile “Görüntülenememe” zırhına da kavuştu. Bütün bu zırhlar ise onu sokakların tek hakimi yaptı. “Devlet benim” diyerek ve pervasızca, üstelik de sadece eylemlerde değil, gündelik yaşamımızda da varlığımıza bir tehdit oluşturuyor.
Bu yeni dönemeçte polis ümüğümüze çöküyor ve biz nefes alamıyoruz.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder