18 Temmuz 2021 Pazar

Güncel bir mesele: Laiklik(Fatih Yaşlı)+Laiklik ve dış politika(ENGİN SOLAKOĞLU) / SOL

 


1)Güncel bir mesele: Laiklik(Fatih Yaşlı)

 2)Laiklik ve dış politika(ENGİN SOLAKOĞLU) 

                                                                         ***

1)Güncel bir mesele: Laiklik(Fatih Yaşlı)

Piyasacı ve dinci karakterine bakmaksızın sadece otoriterleşmeye odaklanmak, AKP rejimini anlamak açısından bize neredeyse hiçbir şey vermeyeceği gibi geleceğe dair siyasal ufkumuzu da daraltır.

Türkiye’deki yeni rejime ilişkin tartışmalarda, rejime karakteristiğini veren temel olgulardan birinin “dinselleşme” olduğuna ve laikliğin ortadan kaldırıldığına yönelik tezlere verilen yanıtlardan birini “Türkiye hiç laik olmuş muydu” şeklindeki soru oluşturmaktadır. Bu soruya kanıt olarak sunulan en önemli şey ise tahmin edilebileceği gibi Diyanet İşleri Başkanlığı’dır. Buna göre böyle bir kurumun varlığı daha baştan “laiklik” ilkesini geçersiz kılmaktadır. Ülkedeki belli bir dinin belli bir mezhebinin din işlerini devlet üstlenmiş, topladığı vergilerle onun ibadethanelerini yapmış, din adamlarını devlet memuru olarak kabul ederek onları maaşa bağlamıştır. Böyle bir durumda laiklikten söz etmek ise imkânsızdır.

İlk bakışta soru da bakış açısı da mantıklı gibi görünmektedir, ancak meseleye biraz daha yakından bakmak soruyu da, yaklaşımı da tartışmaya açık hale getirecektir. Öncelikle bakılması gereken yer Mustafa Kemal’in ve Cumhuriyet’i kuran kadroların saltanat ve hilafete yaklaşımlarıdır, bu ise “egemenlik” meselesi bağlamına yerleştirilmelidir. 23 Nisan 1920’de Büyük Millet Meclisi açılırken kullanılan “Egemenlik kayıtsız şartsız milletindir” sözü boş yere seçilmiş değildir, bu söz esas olarak saltanat/saray iradesinin yerine “millet” adlı iradeyi koymaktadır. Kaynağını gökyüzünden alan iradenin karşısına seküler bir irade konulmuş durumdadır böylelikle.

Bu sözün gerçekten ne anlama geldiği ise ancak Millî Mücadele’nin sonlarına doğru anlaşılacaktır. Egemenliğin kaynağı da mekânı da değişmiş durumdadır ve dolayısıyla artık padişaha da saraya da gerek yoktur. Egemenliğin kaynağı doğrudan milletin kendisi ve mekânı da Meclis olarak sunulacak ve önce saltanat sonra da hilafet kaldırılacaktır.

Eğer laiklik siyasal kamusal ve toplumsal yaşamın artık din kuralları tarafından belirlenmemesi ve dinin özel alana itilmesi ise hilafetin ve saltanatın kaldırılmasının laiklik adına atılmış çok radikal iki adım olduğunun kabul edilmesi gerekir. Böylece hem egemenliğinin kaynağı olarak gökyüzünü gösteren bir hanedan hem de dünyadaki bütün Müslümanların temsilciliği iddiasında olan bir kurum tasfiye edilmiştir.

Ancak laikleşme sadece bunlarla sınırlı değildir, bu iki siyasal mekanizmanın tasfiyesiyle yetinilmemiş, başta eğitim ve aile olmak üzere doğrudan toplumsal yaşayışa yönelik bir süreç de başlamıştır. Tevhid-i Tedrisat yani öğretim birliği yasasıyla ülkedeki bütün eğitim kurumlarının Maarif Vekaleti’ne bağlanması, eğitimin tarikat ve cemaatlerin elinden alınması anlamına gelmektedir. Medeni Kanun ise aile kurumunun işleyiş mekanizmalarının dine dayalı olmaktan çıkarılması ve kadın erkek eşitliği adına atılmış son derece önemli bir adımdır. Kılık kıyafete dair düzenlemelerden tutun da Latin alfabesine geçişe uzanan genişlikteki düzenlemelerin hepsi dinin toplumsal yaşayış üzerindeki etkisini zayıflatmak, minimize atmak adına gerçekleştirilmiştir ve tüm bunların hepsi ancak “laiklik” başlığına yerleştirilerek anlaşılabilir.

Tüm bunların ise elbette ki bir sınırı vardır ve o sınır da Cumhuriyet’in sınıfsal karakteriyle ilgilidir. Gecikmiş ve büyük ölçüde tepeden inme, kitle desteği cılız bir burjuva devriminin ürünü olan Cumhuriyet’in laikliğinin de aydınlanmacılığının da sınırlarını o karakter belirlemiştir. “İmtiyazsız sınıfsız kaynaşmış bir kitle” yani sınıfsızlık iddiası üzerinde yükselen bir sınıf egemenliğinin dine bakışını da bu belirleyecektir. Dolayısıyla homojen bir kitle (ulus) inşası ile din arasında kaçınılmaz bir ilişki ortaya çıkacaktır. Bu homojen kitlenin sadece etnik olarak değil, dini ve mezhepsel olarak da olabildiğince homojen olması hedeflendiğinden, İslam dini ve onun Sünni versiyonu devletin dini olarak kabul edilmiş, anayasal bir düzenlemeyle devletin dini olmaktan çıkarıldığında da toplumun dini olarak kabul edilmeye ve ona uygun bir şekilde davranılmaya devam edilmiştir.

Yani İslam ve Sünnilik çoğunluğun dini olduğundan, yeni kurulan rejim de bunu veri alacak, onu hem toplumsal bir harç olarak görürken hem de Osmanlı’dan kalan “medenileştirme” mirasına uygun bir şekilde onun şehirli, yerleşik bir dinsel inanç olduğunu kabul edecektir.  Dolayısıyla Diyanet İşleri Başkanlığı’nın İslam’ın Sünni mezhebine uygun olarak yapılandırılmasının gerisinde bu “homojen” ulusu yaratma anlayışı vardır, sınıfsızlık iddiası üzerine kurulu sınıf iktidarı bunu gerektirmektedir yani.

Tüm bunlara ek olarak, yeni rejim bu kurum aracılığıyla çoğunluğun mensup olduğu bu din ve mezhebi kontrol altında tutacağını düşünmektedir. Yani Diyanet İşleri Başkanlığı, yeni rejimin doğasına uygun bir şekilde, dinin özel alandan dışarı taşmasını da olabildiğince engelleyecek ve onu kontrol edebilecek bir kurum olarak tasarlanmış, ancak bu tasarım yine Cumhuriyet’in sınıfsallığı nedeniyle kısa bir süre sonra geçersiz hale gelmiştir.   

Dinselleşmenin dönüşü

Türkiye’de dinin yeniden siyasete dönüşü ve dinselleşme ile bu sınıfsallık arasında doğrudan bir ilişki vardır. Türkiye emperyalizme entegrasyonu derinleştikçe dinselleşen bir ülke olmuştur ve bu entegrasyonu ise elbette ki yönetici sınıflar birlikte istemişlerdir. Emperyalizme entegrasyon sürecindeki kırılma noktası ise Soğuk Savaş’ın başlangıcı ve yönetici sınıfın antikomünist saiklerle hızla batıya yanaşmasıdır. 2. Dünya Savaşı esnasında Nazizm’le işbirliğinde somutlaşmaya başlayan antikomünizm merkezli siyaset, Soğuk Savaş’ta ABD’yle kurulan ilişkilerle birlikte boyutlanacak ve ekonomik, siyasi, sosyal alanların hepsini birden etkileyecektir.

Bu noktada 1945-50 aralığı yaşananlar ülkenin sonraki yıllarını da belirlemesi açısından önem taşır ve bu aralığı Türkiye siyasetinin özel bir uğrağı haline getirir. Laikliğin de, genel olarak Cumhuriyet’in kurucu felsefesinin de aşındırıldığı yıllar bu yıllardır. Türkiye’nin IMF’ye, Dünya Bankası’na NATO’ya üyelik başvurularıyla dinin yeniden siyaset sahnesine dönmesi ya da eğitim alanında geriye doğru atılan adımlar –örneğin din derslerinin müfredata dönüşü veya Köy Enstitüleri’nin başına gelenler-  elbette ki tesadüf değildir. Gericiliğe alan açmak anlamına gelen devletle Türk sağı arasındaki antikomünist mutabakat da emperyalizmle derinleşen entegrasyonun bir sonucudur.

Bu süreç, Demokrat Parti döneminde daha da ivme kazanacak, 1960’lı yıllarda işçi sınıfı siyaset sahnesinde çıktığında ve toplum sosyalizmle buluşmaya başladığında ise egemen sınıfların elindeki en önemli araçlardan biri haline gelecektir. Irkçı milliyetçilik ve dinci gericilik bu dönemde örgütlü bir şekilde solun karşısına çıkarılmış, sola yönelik ideolojik saldırıyla Cumhuriyet’e yönelik ideolojik saldırı iç içe geçmiş, bu akımlar aynı zamanda birer paramiliter nitelik taşımış ve uluslararası antikomünist merkezlerin yörüngesinde hareket etmişlerdir.

1965-1980 arası “uzun iç savaş”ın 12 Eylül darbesiyle sona ermesinin ardından ırkçı milliyetçilikle dinci gericiliğin sentezi olarak görebileceğimiz Türk-İslam sentezi devlet ideolojisi haline gelecek, ülkücü hareketin “kendisi zindanda fikri iktidarda bir hareketiz” sözü doğrulanacaktır. Yeşil sermayenin palazlandırılması da, din derslerinin anayasal garanti altına alınması da, 12 Eylül’ün antikomünist politikalarının bir ürünüdür. Amaç ise işçi sınıfının ve solun bir daha asla 12 Eylül öncesindeki gibi bir aktör haline gelmemesidir.

Velhasıl, siyasal İslam da AKP de gökten zembille inmemiştir, Cumhuriyet’in sınıfsallığı ve emperyalizmle kurduğu ilişkiler adeta AKP’nin “tarih-öncesini” oluşturmaktadır. Türkiye’de siyasal İslam da AKP de kendisine yükseleceği zemini çok kolayca bulmuştur, çünkü o zemin Türkiye yönetici sınıfı tarafından itinayla inşa edilmiştir.

Yeni rejim ve laiklik

Türkiye’de bugün AKP eliyle yeni bir rejim inşa edildiği genel bir kabul haline gelmişse de, gayet bilinçli bir şekilde, odaklanılan yer rejimin otoriter niteliği olmaktadır. Geriye kalan iki nitelik, yani piyasacılık ve dinselleşme ile belli bir plan program dahilinde göz ardı edilmektedir. Cumhuriyet’i kuran partinin “laiklik” demekten ısrarla kaçınması ya da örneğin bütünüyle neoliberal bir söylem olan “Merkez Bankası’nın bağımsızlığı”ndan söz etmesi bu göz ardı edişe dair akla gelen ilk örneklerdir.

Oysa, piyasacı ve dinci karakterine bakmaksızın sadece otoriterleşmeye odaklanmak, AKP rejimini anlamak açısından bize neredeyse hiçbir şey vermeyeceği gibi geleceğe dair siyasal ufkumuzu da daraltır, körleştirir. AKP çok açık ve net bir şekilde “siyasal İslamcı” bir partidir. Siyasi motivasyonunu buradan almakta, yol haritasını buna göre çizmekte icraatlarını buna göre yapmaktadır. Ancak kendisini uluslararası benzerlerinden ayıran önemli bir nokta vardır: AKP, kafasındaki hedeflere onları kısa bir zaman aralığına sıkıştıran bir yöntemle değil, uzun bir zaman aralığına yayan tedrici bir yöntemle varmayı amaçlamaktadır. Bunu yaparken ise dini bir ajandası olduğuna dair ithamları hiçbir zaman kabul etmemekte, tüm icraatlarını “milletin değerleri”, “milli irade”, “demokrasi” vb. kavramların arkasına gizlemektedir. Aynı şekilde dış politikayı da dinsel-mezhepçi bir perspektifle yürütmekte ve “yeni-Osmanlıcılık” olarak adlandırdığımız bu anlayış iç politikayı belirlemenin ve dinselleşmenin bir aracı olarak kullanılmakta, ancak yeni-Osmanlıcılığın dinsel karakteri de reddedilip “milli çıkarlar” söylemine başvurulmaktadır.

AKP’nin rejim inşa sürecinin vardığı noktayı anlamak için örneğin siyasetin diline, örneğin Erbakan anması yapan muhalefete, dini gün ve bayramlarda siyasilerin verdikleri mesajlara, Ayasofya tartışmalarına, laiklik sözcüğünün asla ağza alınmamasına vb. bakılabilir. Ama inşanın dinsel karakterinin görülebileceği en iyi yer toplumsal yaşayışın düzenleniş biçimindeki değişikliktir. Okullardaki derslerin içeriklerinden tutun kampüslerdeki şenliklere, içkili mekânlara yönelik baskıdan tutun pandemi gerekçesiyle içki satışı yasağına, her üniversiteye camii dikilmesinden tutun maç saatlerinin iftar vaktine göre ayarlanmasına kadar uzanan bir genişlikte çok açık bir dinselleştirme basıncı vardır toplum üzerinde.  

Özellikle pandemi süreci rejimin piyasacı dinci ve otoriter karakterinin birbirinden ayrıştırılamazlığını kesin bir şekilde göstermiştir. Çarkların dönmesi adına milyonların işe gittiği ve yine milyonların kısa çalışma ödeneğine ve ücretsiz izne mahkûm edildiği, her türlü toplu etkinlik yasaklanırken camilerin açık olduğu, toplumsal yaşamın anayasaya ve hukuka aykırı bir şekilde genelgelerle ve yasakçı bir zihniyetle düzenlendiği, “içki yasağı” ile temayüz eden bir rejim vardır karşımızda ve bunların hepsi birbirini besleyecek güçlendirecek şekilde bir yönetme teknolojisi olarak kullanılmaktadır.

Dolayısıyla, iktidara ve inşa ettiği rejime karşı verilecek mücadele bu ayrıştırılamazlık üzerine inşa edilmeli ve piyasacılık, dincilik ve otoriterlik topyekûn bir şekilde karşıya alınmalıdır. Bunun yapılmaması halinde AKP’yi devirmek öyle kolay olmayacağı gibi, olası bir iktidar değişikliğinde post-AKP döneminin AKP dönemiyle ciddi benzerlikler taşıyacağı ve düzenin kendini restore ederek yoluna devam edeceği açıktır.

Fatih Yaşlı / SOL

Bu yazı Dayanışma Meclisi'nin çıkarttığı Dayanışma Forumu adlı dergide yayınlanmıştır. Derginin tamamına buradan ulaşabilirsiniz.

                                                                            ***

2)Laiklik ve dış politika(ENGİN SOLAKOĞLU) 

'Müslüman bir ülke olarak,' diye başlanan siyasetçi nutuklarıyla tetiklenen süreç, zaman içinde 'Yüce dinimiz' ifadesinin kullanıldığı Dışişleri Bakanlığı resmî açıklamalarına kadar ulaşmıştır...

Laiklik kavramının dış politika ile ilişkisini ele alırken kavramın bizim bildiğimiz dünyanın gündemine gelişiyle başlamak uygun olabilir.

Biraz ansiklopedik bilgi verecek olursak, 1648 yılında imzalanan Westphalia Anlaşması Kutsal Roma Cermen İmparatorluğu içinde mezhep ayrılığı sebebiyle baş gösteren ve zaman içinde Fransa, İngiltere, Hollanda, İsveç gibi Avrupa’nın belli başlı devletlerinin de müdahil oldukları otuz yıl savaşlarını bitiren anlaşma olarak biliniyor.

Anlaşmanın birçok alanda bir ilk teşkil ettiği ve bir anlamda modern diplomasinin temellerini attığı kabul ediliyor. Westphalia Anlaşması’nın bu makale bağlamında bizi ilgilendiren bir özelliği ise Avrupa’da din dışı bir nitelik taşıyan ilk çok taraflı uzlaşma olması. O döneme kadar Vatikan yani Papalık birçok devletler arası müzakerenin hakemi ve kimi zaman da hâkimi durumundayken, ilk kez Westphalia’da devre dışı bırakılıyor ve anlaşma sürecinin hiçbir aşamasına Papa veya bir temsilcisi davet edilmiyor.

Henüz ulus devlet kavramından da bugün bildiğimiz Laiklik kavramından da çok uzaktayız ama kimi tarihçiler Westphalia’yı bu yüzden ulusal egemenlik kavramının göksel egemenliğin önüne geçtiği bir aşama olarak görüyorlar. Bu anlayıştan hareketle 1648’i dış politikada din dışı bir yaklaşımın başlangıç noktası olarak yorumlayabiliyoruz.

Laiklik siyasi ve toplumsal bir kavram olarak 1789 Büyük Fransız Devrimi’nin ürünü. Aristokrasi’nin sömürü düzenine rıza yaratma aygıtı olarak işlev gören Kilise’ye yönelik tepki Devrimin beslendiği kaynaklardan birini oluşturuyor. Bu yüzden de Fransız Devrimi’nin dindışı olmanın ötesinde din ve özellikle de Kilise karşıtı, başka bir deyişle anti-klerikal olma özelliği var. Salt devletin işleyişinde değil, toplumsal alanda da dinin/Kilisenin dışlanması, hayata dinsel inançların değil aklın ve bilimin egemen olması bir zorunluluk olarak görülüyor.

Tarihin gelgitlerini bir yana bırakırsak, evrensel anlamda Laiklik ilkesinin kurucu metni Fransa’da 1905 yılında kabul edilen bir yasa. Kısaca Devlet ve Kiliselerin ayrılması Yasası olarak biliniyor. Özetlersek, Fransa bu yasayla “herkes kendi yoluna” deyip, devlet yönetiminden dinin ayağını kesiyor.

Türkiye’de Laiklik

Cumhuriyeti kuran kadrolarda dinin devlet idaresinde rol oynamasının geri kalmışlığın sebebi olarak görülmesi yaygın bir kanı. Bu kadroların başındaki Mustafa Kemal’in Aydınlanma sürecinin bir çok kavramını olduğu gibi Fransız Laikliğini de incelediği ve Türkiye’ye de getirmek istediği biliniyor.

Elbette Laiklik Kapıkule’den geçtikten sonra “herkes kendi yoluna” anlayışı yerini, “gel bakalım yanı başıma” diye özetleyebileceğimiz bir başka uygulamaya bırakıyor. Türkiye’de devlet, sıkı dini denetimi altına alıp bir miktar evcilleştirip politik bir araç olarak yedeğinde tutmayı tercih ediyor. Bunda elbette Fransa ve Türkiye arasındaki sosyolojik farklar kadar Hristiyanlık ile İslam arasındaki doktrin farklılıklarının da etkili olduğu söylenebilir. Bununla birlikte, Türkiye Cumhuriyeti’nin dini veya dinsel faktörleri devlet yönetiminin dışında tutma yaklaşımını en somut olarak dış politikada uyguladığını görebiliyoruz.

Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluş yıllarındaki dış politikasında Laiklik

Genç Türkiye Cumhuriyeti’nin karşı karşıya bulunduğu sayısız dış politik sınama olduğunu görüyoruz. Türkiye Cumhuriyeti, anti-emperyalist bir mücadele sonucunda kurulabilmiş, birçok bakımdan kilit önemde sayılan bir toprak parçası üzerinde kısıtlı beşerî ve doğal kaynağa sahip, çağdışı kaldığı için çökmüş ve parçalanmış bir imparatorluğun mirasçısıdır ve dış politik seçimler ülkenin bekası bakımından hayati önem taşımaktadır.

Kurucu kadrolar bu seçimlerin akılcı olması, zamana göre uyarlanabilmesi gibi alanlarda son derece başarılı bir sınav vermişlerdir. Türkiye Cumhuriyeti’nin bu dönemde içinde bulunduğu denklemi anımsarsak, yapısı gereği dogmatik olan dinsel ögelerle belirlenen bir dış politika izlemesinin aynı başarıyı getirmeyeceğini bildiklerinden kuşku duyamayız. Kaldı ki, “Laiklik adam olmaktır” diyen Cumhuriyetin kurucusu ve onun tesis ettiği akılcılığa dayanan aydınlanmacı düşünce dizgesi böyle bir sapmaya meydan vermesi beklenemezdi.

Müslüman, Sünni, Hanefi Dış politika

Cumhuriyetin II. Dünya Savaşı sonrasında fabrika ayarlarını terk etmeye başlaması ve çift kutuplu sistemde yerini almasıyla birlikte, ulusal çıkar kavramının yerini ait olmaya çalışılan ittifakın verdiği görev ve sorumluluklar almıştır. Bu dönemde Türkiye’nin laik değil, Müslüman bir ülke olarak Batı emperyalizmine daha anlamlı katkılar verebileceği fikri doğrultusunda hazırlanan plan uygulamaya konulmuştur.

Türkiye’ni laik dış politikayı terk etmesinin ilk somut ve önemli aşaması o zamanki adıyla İslam Konferansı (İKT), şimdiki ismiyle İslam İşbirliği Teşkilatı’na (İİT) 1969 yılında üye olmasıdır. Türkiye burjuvazisi sınıfsal çıkarları bakımından artık yararlı bulmadığı “Laikliği cami avlusuna bıraktığı” gibi, laik dış politikayı da Fes’in anavatanı Fas’ın başkenti Rabat’ta kendi kaderine terk etmiştir.

Zaman içerisinde Cumhuriyetin içine düşürüldüğü bu çukur daha da derinleşmiş, o dönemden bugüne işbaşına gelen bütün hükümetler Anayasal suç işleme pahasına Laiklik ilkesini dış politikada da bilinçli ve sistematik olarak ihlal etmeye devam etmişlerdir.

Dış politikada dinci, mezhepçi yaklaşımın somut örneklerini ve bunun felaket doğuran bir dizi sonucunu sıralamaya bu makalenin sınırları yeterli gelmeyecektir.

Gerçek şudur ki, “Müslüman bir ülke olarak” diye başlanan siyasetçi nutuklarıyla tetiklenen süreç, zaman içinde “Allah’ın izniyle iktidara gelmek”ten dem vuran düzen içi muhalefete de bulaşmış, oradan “Yüce dinimiz” ifadesinin kullanıldığı Dışişleri Bakanlığı resmî açıklamalarına kadar ulaşmıştır.

Ülkenin dış politikasına egemen olan bu hastalıklı ve kaybetmeye mahkûm zihniyetin yerleşmesinde önemli rol oynadıktan sonra, itibarlı muhalif konumuna yerleştirilen kimi akademisyen siyasilerin Ortadoğu’daki aşiretlerin hangi mezhebinin, hani kolundan oldukları üzerine lügat paralama “yeteneğine” sahip olmalarının ulusal çıkarlara nasıl onulmaz zararlar verdiğini görmek için dış politika uzmanı olmaya gerek bulunmamaktadır.

Sonsöz yerine

Laiklik, ülke sınırlarından geçerken aldığı garip ve yetersiz şekliyle dahi, Cumhuriyetin en önemli kazanımlarından biri, insanın insanı sömürmesine ülke içinde ve dünyada “dur” demenin yedeği bulunmayan anahtarıdır.

Laiklik kavramı, Yeni Sosyalist Cumhuriyet Anayasası’nda yerini alacak ve özüne uygun içerik ve uygulamalarıyla Yeni Cumhuriyetin dış politikasının temel taşlarından birini oluşturacaktır.

Engin Solakoğlu / SOL

Bu yazı Dayanışma Meclisi'nin çıkarttığı Dayanışma Forumu adlı dergide yayınlanmıştır. Derginin tamamına buradan ulaşabilirsiniz.



Hiç yorum yok:

Yorum Gönder