16 Temmuz 2021 Cuma

YERLİ - MİLLİ gerçeği (I-II-III-IV) - (Dosya)Hazırlayanlar: Bülent FALAKAOĞLU - Hakkı ÖZDAL SUNU / Evrensel

 (I) - Kökü dışarıda bir başlangıç

Türkiye’yi yönetenler, “yerli ve milli” sözcüklerini bir parola gibi kullanıyorlar. Bu söz kalıbının arkasında başka büyük çıkarlar, siyasal hesaplar ve şahsi gelecek arayışları mı gizlenmektedir?


‘Yerli-milli’ söylemini aşındıran sıcak gelişmeler

Muhalefet partilerinin, “Kanal İstanbul Projesi’ndeki şirketlerin paralarını asla ödemeyeceğiz” 

sözüne çıkışı Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın şöyle oldu: Uluslararası tahkimle o parayı söke söke 

alırlar.

Söke söke alınacak para bu ülke halkının parası. O paraları alacak olanlar da yabancı ülkeler 

ve yabancı ülke bankaları.

Hal böyle olunca…

Birçok kesimden cumhurbaşkanına sert cevap geldi: Sen müstemleke valisi misin?

Erdoğan’ın söz konusu çıkışı, kuşandıkları ‘yerli-milli’ zırhta gedik açmıştı. Daha doğrusu tam 

da Batı ile uzlaşı arayışı içinde taviz üstüne taviz verdiği bir döneme denk geldiği için önceki 

gerdikleri büyütmüştü!

Ülke askerini Afganistan’da NATO bekçiliğine koşmaya hazırlanıldığı için, “Erdoğan Batı 

emperyalizminin ileri karakolu  olmayı kabul etti” eleştirileriyle ağır darbeler alan ‘yerli-milli’ 

zırha yeni kurşun sayılabilecek gelişmeler de art arda geldi.

Askeri kurumların özelleştirilmesi bunlardan biriydi. “Tank Palet’i Katar’a satıp ihanet edenler, 

Makine Kimya Endüstrisi’ni sıraya koydu” eleştirileri yaylım ateşi gibi geldi.

Erdoğan’ın, “Tank Palet’te satış yok, finansal ortaklık var” çıkışı ise… ‘Yerli-milli’ tartışmalarını 

daha da alevlendirdi. İktidarın bir bileşeni gibi olan mafyanın içinden çıkan bir itirafçının 

ifşaatları tuz biber ekti adeta! O ifşaatlar, ‘ulusal çıkar’ perdesi arkasında dönen iktidarın 

çıkar oyunlarını ve şahsi palazlanmaları göz önüne serdi. 

İktidara yakın kalemlerden de karşı atak geldi: Cumhurbaşkanı Erdoğan ve MHP Genel 

Başkanı Bahçeli olmasa, burası sanki Amerika’ya kiralanmış sessiz bir bölge olarak 

kabul edilebilir.

Karşılıklı tartışmaların ortasında cevap arayan soru şu: Yerlilik-millilik bir öz mü yoksa 

bürülünmüş bir post mu?

Cevabı iktidarın uzun hikayesine bakarak vereceğiz!

KÖKÜ DIŞARIDA BİR BAŞLANGIÇ

Türkiye’yi yönetenler, bir süredir, özellikle de 2016 yılından beri, “yerli ve milli” sözcüklerini bir 

parola gibi kullanıyorlar. Bu sözcükler, taşıdıkları gerçek anlamın dışında, siyasal bir anlam 

kazanmış durumda. “Yerli ve milli” kalıbı iki ayrı sözcük değil de, artık tek anlam taşıyan yeni 

ve bileşik bir sözcük gibi gündelik hayatımıza girdi.

Kimilerini ihya etmek, desteklemek, kredilerden, hibelerden ve başka imtiyazlardan 

yararlandırmak için kullanılıyor “yerli ve milli” kalıbı…

Kimilerini derdest etmek, siyasal ve ekonomik yaşamın dışına itmek, mahvetmek için kullanılıyor…

Öyle bir noktaya geldik ki, bugünkü iktidarın içinde, yanında, yöresinde olan herkes, her şey 

“yerli ve milli”; ona en küçük eleştiride, bir hak talebinde bulunan herkes ise “yersiz ve yabancı” 

ilan ediliyor. Öyle bir noktaya varıyoruz ki, “yerli ve milli” olmak, bu tek adam iktidarının ‘istediği’ 

gibi bir ‘şey’ olmak haline geliyor…

Peki gerçekten böyle mi? Yerli ve milli olmak iktidar sahiplerinin elindeki bir mezurayla ölçülüp 

tasnif edilen bir nitelik midir?

Yoksa bu söz kalıbının arkasında başka büyük çıkarlar, siyasal hesaplar ve şahsi gelecek 

arayışları mı gizlenmektedir? Toplumun hassas olduğu bazı konular istismar mı edilmektedir?

Cevap için yakın tarihe gidip bugün topluma “yerli ve milli” olma kriterleri koyanların geçmişine 

bakmak gerekir. Bu kavramların arkasında ülkenin kaynaklarına yapılan muamelenin ortaya 

konması gerekir.  

‘YERLİ VE MİLLİ’ KADROLAR İÇİN ABD’DEN GELEN İŞARET

10 Aralık 2002…

Türkiye’de AKP’nin oyların üçte birini (yüzde 34) alarak Meclis’teki sandalyelerin üçte ikisini 

kazandığı seçimin henüz “40’ı çıkmamış”…

Siyasi yasaklı olduğu için seçimde aday olamayan Genel Başkan Tayyip Erdoğan, hükümet 

henüz yeni kurulmuşken bir ABD ziyaretine gidiyor. Ve temaslarına ilk olarak ABD Dışişleri 

Bakanı Colin Powell ile görüşerek başlıyor.

Washington’daki Dışişleri Bakanlığı binasındaki görüşmenin ardından oteline dönen Erdoğan 

burada ABD’deki Musevi cemaatlerinin önde gelen temsilcileriyle bir görüşme yapıyor. 

Ardından ABD Savunma (Savaş) Bakanlığı’nın Pentagon’daki üssünde Amerikan askeri 

yetkilileriyle görüşüyor.

‘İkinci Körfez Savaşı’ olarak da bilinen ve ABD’nin Irak’ı istilasıyla sonuçlanan askeri taarruz 

başlamak üzereyken yapılan bu görüşmede ABD Savaş Bakanlığı bir brifing veriyor Erdoğan’a. 

Bu görüşme silsilesinin sığdığı 10 Aralık 2002 gününde Erdoğan son olarak da Beyaz Saray’da 

ABD Başkanı George W. Bush ile görüşüyor…

Gündem elbette Türkiye’deki seçimler; ama esasen de eli kulağında olan Irak istilası. ABD 

Başkanı Bush şöyle başlıyor sözlerine: “Seçimi kazanmanıza çok memnun olduk. Çünkü 

sizinle çok ortak yönümüz var…”

Bugün itibariyle 20 yıla yaklaşan iktidarın meşruiyet zemini, partinin aldığı oyların yanı sıra

ABD başkentinde verilen bu görüntülerle oluşturuldu.

Kısa bir süre sonra 25 Ocak 2003’te, AKP Genel Başkanı Erdoğan ve Başbakan Abdullah Gül 

bir kez daha ABD yolunu tuttu. Bu kez neredeyse tek gündem vardı: Pek yakında başlayacak 

olan ABD’nin Irak’ı istilası. ABD’li yetkililer Türk yöneticilerden ‘destek’ istiyordu. Görüşmeden 

sonra yapılan açıklamalara göre Türk tarafı şöyle demişti: “Muhtemel bir operasyona Türkiye'nin dâhil olabilmesi için 

milletvekillerinin ikna edilmesi gerekir.”

ABD Irak’ı bombardımanla yerle bir etmek için Türk hava sahasını kullanmak ve işgal sırasında 

da Türkiye topraklarından Irak’ın kuzeyine girmek istiyordu. Tüm hazırlık yapılmıştı. Ama 

TBMM’de 1 Mart 2003 günü oylanan savaş tezkeresi reddedildi.

O gün Ankara’da dev bir gösteri yapılmış, sendikalar, kitle örgütleri, pek çok siyasi partinin 

destek verdiği bu gösteride yüz binlerce yurttaş; tezkerenin reddedilmesini, Irak’ın barbarca 

istilası için ABD’ye destek verilmemesini talep etmişti. Halkın siyasete el koyduğu günlerden 

biriydi. Toplumdaki bu ruh halinin de etkisiyle, Meclis’te çoğunlukta olmasına rağmen 

AKP’nin istediği tezkere geçmedi.

Tezkere reddedilmişti ama buna rağmen Türkiye için yeni bir dönemin başladığı açıktı. AKP 

yönetiminin isteği, bu ‘acemilik’ anında gerçekleşmese de, o yöneticiler ABD’ye gayretlerini 

göstermişlerdi. Yıllar sonra, Şubat 2016’da, Güney Amerika gezisinden dönen Erdoğan uçakta 

gazetecilere şöyle diyecekti: “Irak’ta düşülen hataya Suriye’de düşmek istemiyoruz. Ben 

1 Mart tezkeresinin yanındaydım, karşı olanlar bunu açıkça söylemediler.”

***

2003 yılında teskerenin Meclis’ten geçmemesi ABD tarafından Türkiye’de siyasal gerilimin 

düğüm uçlarının çekiştirilmesinde kullanışlı bir araç haline geldi. Irak’ın Süleymaniye kentinde 

TSK subaylarının başına ABD’li askerler tarafından çuval geçirilmesinden Ergenekon ve 

Balyoz operasyonlarının birer sistemli tasfiyeye dönüşmesine kadar pek çok olayın arka 

planında yer aldı. Tezkereyi geçirememiş olsalar da ABD’ye göre ‘iyi niyetlerini’ göstermiş 

bulunan iktidar mensupları desteklendi, kollandı.

AKP’nin Batı emperyalizmi ile uyumlu 

başlangıcı sadece askeri alanda sınırlı değil. 

Profesör İlhan Uzgel uzlaşının geniş sınırlarını 

şöyle özetliyor: “Ben 2000-2001 döneminde iktidara geliş sürecinde ABD’de birçok think 

tank (Diplomaside etkili düşünce kuruluşu) gezdim. ‘Erdoğan buradaydı’ dediler. 

AKP’nin transkriptlerini (Not çizelgesi) okudum. Görseniz ne kadar liberal, ne kadar 

uzlaşıcı: ‘Biz demokrasiyi de istiyoruz’, ‘tabi ki piyasa ekonomisinden yanayız’, ‘bizim

 İsrail ile de bir sorunumuz yok’vs...**

İktidar çevresindeki bir çok kişi ve İslamcı pek çok kanaat önderi de bu gerçeği şu şerhi 

düşerek kabul ediyor: Erdoğan ve AKP artık bağımsız hareket ediyor.

Acaba öyle mi?

SIM SIKI ATILAN SERMAYE DÜĞÜMÜ

Aslında bağımsız hareket edilmesini engelleyen düğümler daha baştan atılmıştı.

Kaldığımız yerden devam edelim.

2002 sonunda ABD icazetiyle yola çıkan AKP gemisi, Mart 2003’teki bu ‘küçük pürüz’ü 

atlattıktan sonra yola devam etti. Yabancı askerlerin ülkeye girmesi, halkın büyük tepkisinin 

de sayesinde mümkün olmamıştı; ama şimdi bir başka yabancı güç ülkeye akın akın girecek, 

her noktasına sızacak, sanayisini, tarımını, turizmini, enerjisini, ulaşım ve haberleşmesini yavaş 

yavaş ele geçirecekti.

Bu güç kapıların ardına kadar açıldığı yabancı sermaye ve Türkiye’nin bağımlılaşmasını 

katlayacak olan sıcak paraydı.

Kamu kuruluşları en çok AKP iktidarı döneminde özelleştirildi. Yerli sermayenin yabancı 

sermayeyle işbirliği halinde yaptığı (kamu özel ortaklığı) inşaatlar için halkın birikimleri son 

derece cömertçe kullanıldı. IMF’ye borcun kalmamasıyla övünen Erdoğan iktidarı eski IMF 

borçlarını kat kat geçen yeni borçlara imza attı.

Düğümün her geçen gün nasıl kalınlaştığını verilerle ortaya koymaya devam edeceğiz. 


** İlhan Uzgel’in, 42. İktisatçılar Haftası’nın, “Dış Politikanın Değişen Dinamikleri” 

başlığını taşıyan oturumunda yaptığı sunum için bkz: AKP’nin dış politika hikayesi: 

Tıkanma mı başarı mı? (1): Büyük koalisyondan takiyeci Avrasyacılığa

                                                                     ***

(II)-Ülke ekonomisine sokulmuş hortum: Yabancı sermaye

Yabancı sermaye emekçinin yarattığı ‘artık-değer’ havuzuna girmiş bir ‘hortum’ gibi birikmişe çöküyor, birikeni götürüyor; üstelik de bedeli işsizlik ve yoksulluk olan bir bağımlılık yaratarak.


Yabancı sermayeye cennet vatan!

Siyasi yolculuğuna (Dün özetlendiği gibi) ABD desteğiyle başlayan AKP, 2003’ yılından itibaren yaptığı düzenlemelerle yabancı sermaye için büyük bir cazibe yarattı. ‘Yerli ve milli’ hükümet iktidarında Türkiye bir yabancı sermaye cenneti haline geldi.

AKP kurmaylarınca, iktidarlarına duyulan ‘uluslararası güvenin göstergesi’ diye sunulan o sermaye akımlarının sonucudur; Bebeklerin yediği mamalardan bisküvilere, yollar ve köprülerden kullandığımız enerjiye, giyim kuşamımızdan içtiğimiz sulara dek hemen her kalemde yabancı sermayeye (de) kâr ettiriyor olmamız. Onların fabrikalarında, işletmelerinde kendi ülkelerindeki emek fiyatının onda birine ucuz emek niyetine çalıştırılıyor olmamız.

Övünülen durumun ortaya çıkardığı tablo ‘yerli-milli’ iddialarla örtüşüyor mu? Yoksa iddiaların tam tersi sonuçlara mı işaret ediyor?  


ÜLKE EKONOMİSİNE SOKULMUŞ HORTUM: YABANCI SERMAYE

AKP iktidarının en çok övündüğü şeylerden biri ülkeye yabancı yatırım ve para çekme konusundaki ‘başarısı’dır. Gerçekten de AKP’li yıllarda Türkiye tarihinde görülmemiş bir yabancı sermaye akımı oldu ülkeye.

Bizzat Saray’a bağlı Cumhurbaşkanlığı Yatırım Ofisinin sitesinde yer alan verilere göre… Türkiye’deki uluslararası sermayeli şirket sayısı 2002 yılında 5.600 iken, 2020 yılı sonu itibarıyla bu sayı 73 bin 675’e ulaştı.

Yabancı ortaklı şirket sayısındaki artış 13 kat!

Bu muazzam artışta AKP hükümetlerinin daha yolun başındayken yaptığı mevzuat düzenlemeleri var.

Bunlardan biri haziran 2003’teki 4875 sayılı Doğrudan Yabancı Sermaye Yatırımları Kanunu. Bu kanunla;

- Sektör sınırlaması kalktı

- Türkiye Cumhuriyeti’nin kamulaştırma yapma yetkisi sınırlandırıldı

- Yabancı firmaların kârlarını kendi ülkelerine transfer edebilmesi kolaylaştırıldı.

- Yabancı firmalara mülk edinme hakkı sağlandı

- Yabancı firmalar, Türk firmaları ile eşit hak, sorumluluğa sahip olarak “yerli ve milli” kabul edildi.

Bu vurguların yer aldığı Cumhurbaşkanlığı sitesi yabancı sermaye girişini özendirme konusunda adeta ‘pazarlamaya dönük reklam kampanyası’ yapıyor.  

Yabancılara yönelik “Türkiye’de yatırım yapmak için nedenler” sayfasının altındaki başlıklardan biri şu: “Nitelikli ve uygun maliyetli işgücü”!

Buradaki “uygun maliyetli işgücü” sözünün ne anlama geldiğini hepimiz biliyoruz: Emeğimizin yabancı sermayeye ucuza satılmasıdır bu… Uygun maliyetli işgücü dedikleri ucuz işgücüdür; yabancı sermayenin önüne sürülen pastaya bir boncuk gibi iliştirilmiş olan o vaat, soframızdaki ekmekten, çocuklarımızın yarınından çalınmış bir vaattir.

Ve yine iktidarın sitesindeki şu ifade o vaat konusundaki gayretkeşliği göstermektedir: “Türkiye, güçlü iş gücü piyasası ve canlı iç pazarın temellerini oluşturan genç, dinamik ve artan nüfusuyla benzersiz fırsatlar sunmaktadır.”

ÜLKE KAYNAKLARININ SATILIP SAVILMASI: ÖZELLEŞTİRMELER

Tozu dumana katarak “yerli ve milli” propagandası yapan iktidarın özelleştirme karnesi de ibretlik…

Türkiye toplumuna ait dev sanayi kuruluşları, tesisler, orman ve tarım alanları ile nihayet bizzat arazilerin haraç mezat satıldığı özelleştirmeler, “yerli ve milli” kaynakların, başta uluslararası sermaye olmak üzere sermaye sınıfına peşkeş çekilmesi değil midir?

“Yerli ve milli” olduğunu söyleyen iktidar döneminde satılan kamu kuruluşları ve birikimleri devasa boyuttadır. Bugüne kadar yapılan toplam 73 milyar dolarlık özelleştirmelerin 65 milyar doları AKP döneminde yapıldı.

Yok yok…

Tekel, Telekom, Petkim, Tüpraş, Ereğli Demir Çelik, İskenderun Ereğli Demir Çelik, Paşabahçe cam, Seka, Eti Alüminyum, şeker fabrikaları, elektrik dağıtım vs. devasa kamu varlıkları bir bir elden çıkarıldı.

Kamu işletmeleri, kamu taşınmazları peynir ekmek gibi satıldı.

Binlerce işçiyi işsiz, onlarca Anadolu kenti ve kasabasını ıssız bıraktı bu özelleştirmeler. Satılan kamu işletmelerinden sağlanan mal ve hizmetler ile hammaddeler artık ya ithal ediliyor… Ya da bu işletmeleri satın alan yerli-yabancı sermayenin birer kâr kuyusu haline geldiler.

Özelleştirme gelirleri siyasal iktidarın kullandığı bir arpalığa dönüşürken işçiler ve halk daha fazla yoksullaştı. Ülkenin birikimleri satıldı.

***

Bazıları korkunç bir yağma olarak tarihe geçti.

Tarihin en büyük özelleştirmelerinden biri olan Türk Telekom özelleştirmesi bu açıdan ibretlik.

Türkiye’nin iletişim ve haberleşme ağı, 2005 yılında, 6.5 milyar dolara Lübnanlı Hariri ailesine ait Oger Telecom isimli şirkete satıldı.

Satılırken borcu yok.

Kasasında tam 2 milyar dolar var.

Oger, Türkiye’nin iletişim ağını satın almak için gerekli krediyi de Türkiye bankalarından aldı. Teminat olarak da kendi malını değil, satın aldığı Türk Telekom’un varlıklarını gösterdi!

Peşin ödediği yaklaşık 1.5 milyarı bir yılda çıkarttı. Kredi çektiği yaklaşık 5 milyar doları ise ödemedi.

2016’ya kadar dağıtılan kar payından Hariri 7 milyar dolarını cebe attı.

Telekom üzerinde kayıtlı, PTT’ye ait olan, Türkiye’nin dört bir yanında, kırsal kesimde, il ve ilçe merkezlerinde arsalararazilerbinalareğitim tesisleri, sayısız taşınmaz mülk vardı.

2026’da şirketi devretmesi gereken Telekom, kendisine ait olmayan ve geçici olarak devredilmiş olan mülkleri sattı. Hatta bakır kabloları bile...

Milletin birikimleriyle elde edilmiş olan her şey satılarak, kurumun içi boşaltıldı.

Kimse de ne bankaların alacağını, ne bu satıştan elde edilen paraları Hariri’den söke söke alamadı. O günlerde tarihin en büyük özelleştirmesi ve büyük başarı hikâyesi olarak pazarlanan bu el değiştirme tarihe büyük bir soygun olarak geçti.

Yine de… Bir bakıma Türkiye Cumhuriyeti’ni dolandırıp kaçmış olan Hariri hala gelip Cumhurbaşkanı Erdoğan ile görüşebiliyor.

Nerede Tekel Sigara Fabrikaları?

Nerede Tekel’in 17 içki fabrikası?

Artık esamesi okunmayan Tekel tek örnek değil.

Saymakla bitmeyecek kadar çok kamu malı bu tür yollarla yabancı sermayenin insafına terk edildi. Onlar da kanını çektikleri bu teşekkülleri birer posa halinde bıraktılar. Bırakmaya devam ediyorlar.

***

Bankacılık sektörü ise bizzat ‘yabancı’ bir görünüm kazandı. Bugün yabancıların Türkiye’deki bankacılık sektöründe payı (halka açık olanlar da dâhil edildiğinde) yüzde 45’e yükselmiş duruma.

Aracısının da fonlayıcılarının da yatırımcılarının da yabancı olduğu, sadece fon sağlayanları yerli olan Galata Bankerleri Borsası yapısına dönmeye az kaldı. Yabancıların payı yüzde 50’yi aşarsa olacak olan bu.

                                                                                                                 Hariri ve Erdoğan Fotoğraf: DHA
 

PARADAN PARA KAZANMAYA DA GELDİLER

Yabancı sermaye ülkeye sadece banka ve şirket satın almak için gelmedi. Gelinebilecek her üç yolla da girdi ülkeye.

1- Doğrudan yabancı sermaye yatırımı olarak geldi; yukarıda sıraladığımız gibi ülkede yeni tesis kurdu, mevcutları satın aldı ya da ortak oldu.

2- Portföy yatırımı olarak geldi; hisse senedi, tahvil satın aldı.

3- Borç olarak geldi; ülke kuruluşlarına borç verdi.

Ülkeye AKP iktidarı döneminde adeta bu yollarla döviz yağdı. Doğrudan yatırımlar, gayrimenkul alımları, sıcak para yatırımları, dış borç vs. yollarla gelen paranın toplamı 650 milyar doları aşıyor.

Vurgulamak gerekir ki 2008 yılından sonra sıcak para girişi daha öne çıktı.

2008 küresel ekonomik krizinin yangını sönsün diye dünyada piyasaya bol ve ucuz döviz sürüldü. Bu paranın bir kısmının Türkiye’ye akması için iktidar özel çaba harcadı. Türkiye’de 2010’lı yıllar boyunca inşaata dayalı (Mega projeler, altyapı ve konut vb.) yatırım ve büyüme stratejisi ortaya konulması da sermaye akışının sağlanmasıyla yakından ilgiliydi.

Cumhurbaşkanlığının verilerine göre Türkiye’ye 2003-2020 yılları arısında giren yabancı sermayenin her 3 dolarından 1’i finans sektörüne, yani paradan para kazanmaya akmış. Bu düzeye ulaşmasında son 10 yıldaki politikaların etkisi büyük.

GÖRÜLDÜ Kİ YABANCI SERMAYE BİR YARDIM MELEĞİ DEĞİL!

Dışarıdan gelen sermaye ister kalıcı (şirket kurmak ve satın almak) ister uzun vadeli (devlet veya özel tahvil alımı) isterse sıcak para olarak girsin…

Hayır işlemek’ için gelmez.

Elbette kâr etmekbüyümekyeni pazarlara açılmak, stratejik sebepler vs. için gelir. Ve üç şekilde vurgun yapar.

1. Şirket ve ortaklıklar üzerinden                              Kâr transeferi

2. Borsa ve banka üzerinden                                     Portföy (sıcak para) kazancı

3. Tahvil ve bono üzerinden                                      Faiz kazancı.

Sıralanan bu yollarla yabancılar AKP devrinde her yıl ortalama 8 milyar dolarlık kâr ve faiz kazancını kendi ülkelerine götürmüşler. Merkez Bankası ödemeler dengesi tablosuna göre toplamda bu rakam yaklaşık 150 milyar dolar.

Başka bir ifadeyle söyleyecek olursak; yabancılar getirdikleri her 100 liranın karşılığında 25 liralık kazancı (bu ülkenin emekçilerinin yarattığı değeri) kendi ülkelerine aktarmışlar.

Bu tablo da gösteriyor ki…

Kısa vadeli sıcak yerine doğrudan yabancı yatırım gelsin, fabrikayı söküp götürecek değil ya’… ‘Yabancı sermaye teknoloji getirir’ gibi güzellemeler gerçeği büküyor.

Evet, paradan para kazanmaya gelen ‘sıcak para’, ülkenin emekçilerinin yarattığı “artık-değer” havuzuna girmiş ‘hortum’ gibidir. Ama unutulmamalıdır ki… ‘Borsaya değil’ de yatırıma gelen ‘doğrudan yabancı sermayede de kâr payı alarak refahı hortumlar. Artık-değerin önemli bir kısmını, kimi zaman tamamını, ülke dışına transfer eder.

Yukarıdaki veriler de gösteriyor ki yabancı sermaye ‘yerli ve milli’ hükümetin açtığı geniş yollardan ülkeye geliyor ama parasına para katıp geri gidiyor.

BEDELİ YOKSULLUK VE İŞSİZLİK OLDU

Ülkeye ucuz emek için akan yatırımcı sermayeyi de… Rant için akanını da besleyebilecek büyüklükte bir artı değer yaratabilmek için…

Ülke ucuz emek cennetine dönüştürüldü. Türkiye işçi haklarında en kötü 10 ülkeden biri!*

AKP iktidarında işsizliğin önce yüzde 10’a

Daha çok sıcak paraya daha bağımlı olunan 2014 yılından sonra yüzde 15’e… 

2018 krizi ve pandemi ile yüzde 20’lere sabitlenmesinde…

Sermayeyi beslemeye odaklı acımasız çarkın payı var.

Ucuz emek politikası sadece işsiz bırakmadı aynı zamanda geniş emekçi kesimleri yoksullaştırdı.

Yukarıda değindiğimiz gibi 2010 sonrası sıcak paraya ve inşaata dayalı büyüme modeli de yoksulluğu iyice derinleştirdi. 

2010’dan 2018 ekonomik krizine kadar geçen yedi içerisinde Türkiye ekonomisindeki her bir dolarlık milli gelir artışına karşılık, yaklaşık iki dolarlık dış borç artışı yaşandı.

Bu devasa borçlanma ve sermaye girişi başa bela oldu. 2017 sonundan itibaren, Türkiye’de ekonomik krizin derinleşmesiyle birlikte hızlanan yabancı sermaye girişinde düşüş ve çıkışındaki artış yoksulluğu katladı.

* Uluslararası İşçi Sendikaları Konfederasyonu’nun (ITUC) yayınladığı yıllık rapora göre.

                                                                   ***

(III)- "Dünya gücü oluyoruz" hülyası: Stratejik özerklik

Dış politika ‘Dünya gücü oluyoruz’ propagandasıyla pazarlanıyordu. İktidarın, yalnızlığını aşmak için çark ettiği o kibirli politikadan geriye şimdi ‘kullanışlı bir müttefik’ olma arayışı kaldı.


100 yıl öncekiyle yetinmemek mi?..

Ortadoğu’da stratejik derinlik

Aktif dış politika

Bölgede oyun kurucu olmak

Bu cümleler AKP iktidarının dış politika şifreleriydi. Verilenle yetinmeyen, talep eden, bugüne kadarkinden farklı bir dış politika izleneceğini propaganda ediyordu.

İktidar, emperyalist tahayyül içeren dış politikasının ulusal çıkarların gereği olduğunu iddia ediyordu.

Cumhurbaşkanı Erdoğan, "1923’ün psikolojisi ile hareket edemeyiz” sözleri ile 100 yıllık Misak-ı Milli sınırlarını dahi tartışmaya açıyordu. Musul ve Kerkük’ü de içine alarak oluşturulan ulusal sınırların Lozan Anlaşması sonrasında kaybedildiğini vurguluyordu.  

1920’de bize Sevr’i gösterdiler, 1923’te Lozan’a bizi razı ettiler. Lozan’ı bize zafer diye yutturmaya çalışıyorlar”… Bu sözlerin devamında, genişleme niyetinin sadece Doğu’ya (Irak Kürdistan’ı) sadece güneye (Suriye) değil aynı zamanda Batı’ya doğru bir istikamet de belirlediğini ortaya koyan şu cümleler sıralanıyordu:

İşte şu an Ege'yi görüyorsunuz değil mi? Bağırsan sesinin duyulacağı adaları biz Lozan'da verdik. Zafer bu mu? Oralar bizimdi. Ege’de kıta sahanlığı ne olacak, havada, denizde ne olacak bunları konuşuyoruz, hala bunun mücadelesini veriyoruz. Niye? İşte o anlaşmada masaya oturanlar sebebiyle. O masaya oturanlar, o anlaşmanın hakkını vermediler

Bu tezler AKP kurmayları ve sözcülerince (medya da dahil) farklı şekilde sık sık propaganda ediliyordu. Cumhuriyet kurulduğundan bu yana dünyada her şeyin değiştiği dile getirilerek, 100 yıl önce elde edilenle yetinilemeyeceği vurgulanıyordu.

Peki ya sonuç?

Türkiye2. Dünya Savaşı sonrasından bu yana ABD liderliğindeki Batı sistemine bağlı ve bağımlı bir ülke.

Kuruluş sürecini ilk bölümde özetlediğimiz AKP ise… Daha en başından Batı sistemi dışına çıkamayacağını bildirmiş; izlediği politikanın ABD çıkarlarıyla uyumlu olacağının garantisini vermiş bir parti.

Bu olgular AKP ile birlikte, politikada bir değişikliğe değil sürekliliğe işaret ediyor.

Öyleyse… Dış politikada ABD ve NATO ile çatışır gözüken uygulamalara ne demeli? AKP iktidarda güçlendikçe dümen mi kırdı?

İcraatları ve sonuçlarını ortaya koymadan önce şu söylenebilir: AKP köklü bir kopuşu değil boşluklardan yararlanma taktiği izliyordu.

Dünya dengelerini sallayan iki büyük deprem görüntüde ‘fırsatlar’ sunuyordu; AKP iktidarı da fırsatları kaçırmak istemiyor görünüyordu.

O depremlerden ilki 2008 ekonomik kriziydi; bütün siyasal sistemin altını oyan bir depremdi.  

2011 yılında Suriye’deki başlayan savaşın uluslararası bir savaş şeklini almasını da en az birincisi kadar büyük bir depremdi.

Tıpkı bir depremdeki tektonik kırılmalar gibi her iki depremin de bütün dünyada artçı sarsıntıları görünüyordu.

İlk deprem saydığımız 2008 küresel krizini, para bolluğu altında her türlü sermaye akışının (yasa dışı da dahil) önünü açma fırsatı gören AKP hükümeti… İkinci deprem Suriye savaşı sonrasını da her krizli noktaya kafa uzatıp pay kapma fırsatı olarak değerlendirmeye çalıştı.

***

Şimdi de…

Hükümetin, ‘Batı ile çatışma içinde ve bağımsız hareket ettiği’ görüntüsü oluşturan ‘en etkili’  pratiklerine ve de.. Atılan atımların (Ulusal çıkarla bir ilgisi olup olmadığı tartışmasını bir kenara koyarak) sonuçlarına bakalım!

İktidarın ‘stratejik özerkliği denediği’ diyebileceğimiz adımlardan ilki, Suriye’ye yönelik ‘Barış Pınarı’ operasyonuydu. Bu operasyon Suriye’de yapılan diğer operasyonlardan farklı gözüküyordu; daha önce yapılan Fırat Kalkanı ve Zeytin Dalı operasyonları, Fırat’ın batısında, ABD’nin Türkiye’ye bıraktığı bölgede gerçekleşmişti.

Kendisine, Menbiç’ten Irak sınırına 400 km’lik bir hat hedefi koyan ‘Barış Pınarı’nın stratejik özerkliği ise… ABD’nin çizdiği 120 km ile sınırlı kaldı.

İkincisi ise Mavi Vatan doktrini ve bunun uzantısı olarak Libya’da Serraj hükümetiyle yapılan deniz yetki alanlarını sınırlandırma anlaşmasıydı…

İlki sınırını ABD bile çizmiş olsa bile, ‘sınırlı başarı’ diye propaganda edilebilirdi. Ama Mavi Vatan’ın ömrü çok kısa olmuş ve rafa kaldırılmıştı. Akdeniz’de arama yapan Oruç Reis ve Barbaros gemileri limana çekilmişti. Yunanistan ile de şartsız bir diyalog süreci kabul edilmişti.

Üçüncü stratejik özerklik girişimi (Rusya’dan S-400 füze sistemi alımı) ise adeta elde patladı. Ödenen milyar dolarlarF-35 projesinden atılma gibi bedellere rağmen sandığından çıkarılamayan bir alım olarak kaldı!

SONUÇ SADECE FİYASKO DEĞİL!

Ortadoğu’da ABD’nin boşaltmaya başladığı yere, bir bölgesel güç olarak girme hevesiyle başlayan ‘stratejik özerklik’ uzandığı her yerde duvara tosladı. Suudi Arabistan, Körfez ülkeleri, Mısır, İran gibi güçlere çarptı, dağıldı.

Suriye’de, Rusya’nın bölgeye inmesini kolaylaştıran AKP hükümetinin taktiği şimdi Türkiye’yi hem ABD hem de Rusya karşısında korunaksız bıraktı.

İktidar, Ortadoğu’da yalnızlığını aşmak için adeta çırpınıyor; Mısır, İsrail, Suudi Arabistan açılımları yapıyor. Seçim meydanlarında, büyük şehirleri kaybetmelerinin Mısır diktatörü Sisi’nin kazanması anlamına geleceğini propaganda eden iktidar Müslüman Kardeşlere sırt çevirip Sisi ile uzlaşı arayışında.

Doğu Akdeniz’deki gaz havzası sahipliği ve bağımsız iddialarından vazgeçti. Libya’da oyun kuruculuktan oyun dışına itildi. Karadeniz’de aktif işbirliğini kabul ederek her yerde ABD stratejisinin önemli saç ayağı olmayı kabullendi.

Bölgenin hâkimi olduğunu iddia eden kibirli bir yönetim şimdi ABD için ‘kullanışlı bir müttefik’ olabilmenin yollarını arıyor. ‘Asker ve ekonomik imtiyaz’ verip karşılığında ABD’den siyasal himaye istemeye dönük hamleler arka arkaya geliyor.

Gel gör ki… Uluslararası ilişkilerdeki şu kural acımasızca işliyor; güçsüzlük, beraberinde geri çekilmeyi ve tavizi getir.

Ve maalesef…

İktidarın, yalnızlığını çark ederek aşma çabaları, iktidarın ekonomik ve siyasi sermayesinin en zayıf olduğu bir ana denk gelmesi, ulusal çıkardan büyük tavizler verme riskini büyütüyor.

Dış politika yazarı Aydın Selcen’in güzel özetiyle: Zamanında el sıkışmak yerine, gecikip el öpecek duruma düşmek acıklı.**

Stratejik özerklik günün sonunda bir tür stratejik zayıflığa doğru evrildi. Tıpkı, ‘Osmanlı küllerinden doğuyor’ sanrısı gibi,  ‘dünya gücü oluyoruz’ sanrısına kapılmak da emperyalizme bağımlılığı perçinledi.

SERMAYE AÇ GÖZLÜLÜĞÜYLE BOYDAN BÜYÜK İŞLER

Ekonomisi uluslararası sermaye akımlarına bağımlı, Batı müttefiki, NATO ülkesi olarak Türkiye’nin ‘stratejik özerkliği’ daha baştan şu sınırların duvarına çarpıyordu.

Ekonomik büyüklük

Askeri kapasite

Siyasi nüfuz.  

Bunlara dair belli bir iyileşme ve ilerleme sağlayamadan ‘stratejiyi’ genişletmek macera gibi gözükse de… Aslında iktidarın amacı temsilciliğini yaptığı sermaye çevrelerinin birikim alanı ihtiyacına karşılık vermekti (Emperyalist tahayyüllerin içeride dikta siyasetine manivela olarak işlev görmesi de bundan bağımsız değil).

Suriye ve Libya’ya müdahalede ‘milli çıkarlar’ üzerinden çekilen nutukların, kapalı kapılar arkasında oralardaki ihaleleri, el konulan kaynakları, paylaşımları örttüğü gerçeği bugünlerde ‘ifşalarla’ daha bir görünür oluyor.

Bu nedenle…

Şimdi duvara toslamış olan işler için ekonomik, askeri, siyasi kapasite uygun olsaydı dahi şu soru hayatiyetini koruyacaktı: Yapılanlar ülkenin ve bölge halklarının çıkarına mı ki?

PAY KAPMA HEVESİNDEN DÜŞEN PAY: SAVAŞ ÇEMBERİ VE HALKLARA BELA!

Erdoğan yönetimi ve Cumhur İttifakının dış politika taktiğiydi; emperyalistler arasındaki çelişkilerden yararlanarak pazarlık yapmak ve pazar-nüfuz mücadelelerinden kârlı çıkmaya çalışmak.

Taktiğin gereği hem Amerika hem de Rusya ‘oyunu’ içinde, iki sandalyeye birden oturulmaya çalışılıyordu. İktidarın bu tutumunu, Montrö Sözleşmesi tartışmalarında da sürdürdüğünü görmek mümkün. İktidar, Montrö Sözleşmesinden kaynaklanan haklarını hem ABD’ye hem de Rusya ya pazarlayarak sıkışmışlığını aşmaya, hareket alanını genişletmeye çalışıyor.

Ancak gelinen yerde bu politika ülkenin kara ve deniz sınırlarıyla dört bir yanını sıcak gerilim alanlarına dönüştürmüş durumda. Başta ABD ve Rusya olmak üzere emperyalistlerin ve gerici-bağımlı bölge devletlerinin paylaşım ve nüfuz mücadelesinin yangınıyla çevrili bir ülke konumunda Türkiye!

Sıcak çatışma ve savaş kışkırtıcılığına hizmet eden bu politika emperyalistlerin işine geliyor. İktidarın, paylaşım mücadelelerinden pay kapma arayışı Türkiye ve bölge halklarını birbirine düşman etmekten ve başını belaya sokmaktan başka bir işe yaramıyor.  

Taktiğin ekonomik faturası da ağır.

Milyarlarca dolarlık füzeler sandıkta çürütülecek. Bi dünya para verilen arama gemileri limanda bekletilecek. Bölgedeki vekâletlilere para ve silah gönderilecek vs.

Üstelik de…

Emperyalist sistem içinde güçler dengesini yeniden düzenlenmek üzere atılan adımlar, iktidarın oturmaya çalıştığı iki sandalyeyi birbirinden uzaklaşıyor. Her iki tarafı idare edebilmeyi imkansıza doğru sürükleyen bu uzaklaşma, acil tercih yapmayı zorunlu kılıyor. Yapılmak zorunda kalınan acil tercih de iktidarı taviz üstüne taviz verir noktaya sürüklüyor. 

(Fotoğraf: Hediye Levent )                                  

                                                               *** 

(IV)- Dün satıldı, bugün borçlu, gelecek ipotekli: çıkış nerede?

İfşaatlar, emekçilerin karşısına dikilen barikat… Şunu söyletiyor: ‘Yerli milli’ söylemi, Türkiye’nin yabancı sermaye için dikensiz bir gül bahçesi haline getirilmesini gizleyen bir perdedir.


McDonald's burgeri daha milli

McDonald’s…

Dünyanın dört bir yanındaki zincir mağazalarına sadece bir günde Türkiye nüfusu kadar müşteri çeken ABD firması. Dünyanın en büyük fast-food restoran şirketi.

Türkiye’de lisansı McDonald’s Türkiye adıyla Anadolu Grubunda.  

McDonald’s Türkiye, 11 Temmuz Pazar günü sona eren EURO 2020’ye özel ‘Milli Burger Menü’ hazırlamıştı; ‘Millilerimize yürekten güveniyoruz!’ sloganıyla.

7 Haziran 2021’den itibaren satışa sunulan menü seyirciye şöyle pazarlanıyordu: Maç heyecanını doyasıya yaşatacak, stadyum atmosferinde keyifli anları evlere taşıyacak.

Reklam sözlerine bakılırsa… Tek dertleri millilerin ve seyircinin heyecanına ortak olmak, asla kâr amacı gütmüyor, milletin cebine göz dikmiyorlar.

Oysa durum tam tersi!

Tıpkı hükümetin yerlilik millilik süzgeci uygularken (Grevlerden eylemlere, protestolardan mitinglere, tweetlerden diğer sosyal medya paylaşımlarına kadar her alanda) kendi çıkarlarını gözetmesine rağmen ülkenin çıkarını önceliyormuşçasına davranması gibi!

Ayrıca McDonald’s Türkiye’nin, ‘yerli temsilci’ olarak kalmak gibi bir niyeti de yok. Türkiye haklarına sahip olduğu hamburger zincirinin devri için çoktan anlaşma yapılmış durumda.

Kamuyu Aydınlatma Platformuna yapılan açıklamaya göre satış, İrlanda merkezli Birleşik Holding adında bir şirkete yapıldı. Perde arkasındaki gizli alıcının da Suudi Arabistan merkezli Riyadh International Catering olduğu öğrenildi*.

Rekabet Kurulu da satışa izin vermiş durumda. Buna rağmen, pandemi yasaklarının burger satışlarını olumsuz etkilemesi nedeniyle alıcı tarafından devralmanın ileri bir tarihe ertelenmesine dayanak, hâlâ ‘yerliyiz’ edebiyatı yapıyor.

Tıpkı…

Yer altı ve yerüstü kaynaklarını yabancı sermayeye ikram etmekten kaçınmayan iktidarın, ülkenin milli birlik ve bütünlüğünün yegane teminatının kendisi olduğunu iddia etmesi gibi!

En azından şunu belirtelim ki… Şimdilik, sunduğu ürün ve hizmetlerin yüzde 98’ini Türkiye’de üretim yapan tedarikçilerden temin eden McDonald’s, hükümetten daha yerli ve milli sayılır!

Hükümetinki salt propagandadan ibaretse, ülkenin ve halkın çıkarına olan ‘yerlilik-millik’ nasıl olmalı?

DÜN SATILDI, BUGÜN BORÇLU,GELECEK İPOTEKLİ: ÇIKIŞ NEREDE?

Vaziyet ne?

Dünün birikimi satılmış durumda. Kamu mallarının büyük bölümü özelleştirme ile nasıl yağmaya açıldığını yazdık. İktidar özelleştirmelerden kendine 65 milyar dolar bir kaynak yarattı. Şimdi kamuda son kalanlar ile yeraltı yer üstü kaynakları, akarsular, dağ, kıyı hep satılık.

Bugün borçlu.

Dış borç 130 milyar dolardan 450 milyar dolara çıktı. Şirketler, vatandaş borç içinde. 22 milyon icra dosyası var.

Gelecek ipotek altında.

Müteahhide verilen hazine garantileri ile gelecekte elde edilecek gelirler de ipotek altına alınmış durumda. Hastaneler, hava alanları, yollar, köprüler gibi ‘5 kuruş verilmeyecek’ denilen projelere yönelik 200 milyar TL’lik taahhüt var.

Ayrıca…

Ziraat Bankası, BOTAŞ, ÇAYKUR, PTT, TCDD, THY gibi… Elde kalan kamu kuruluşları Varlık Fonuna aktarıldı. Bu kurumular ipotek gösterilerek onun üzerinden de borç alınıyor. Fona devredildiğinden beri arpalığa çevrilip çoğu zarar etmeye başlayan kurumlar bir de ipotek aracı!

Kamu Özel İşbirliği ve Varlık Fonu üzerinden bütçede gözükmeyen, gelecek gelirleri hortumlayan bir düzenek var.

Yemeğin bedava olduğu belirtilen lokantada masadan para ödemeden kalkacağını sananlara gelen hesapta “Bu dedenizin hesabıdır” yazdığını unutmamalı.

TEKELLERİN ÇIKARINA KURULAN BARİKAT

Dosya boyunca…

İçeride yerli-milli ekonomi olarak vatandaşa satılanın aslında yabancı ülkelere yarayan bir ekonomiden başka bir şey olmadığını…

Dış politikada “dünya gücü” oluyoruz söylemiyle pazarlananın emperyalistlerle eli zayıf tavizkar pazarlığa döndüğünü ortaya koyduk.

Yerli milli ticaretin Venezuela’dan peynir görüntüsü altında getirilen tonlarca kokain olduğunu, bu ticaretin eski başbakanlardan bürokratlara, emniyet müdürlerine kadar bir dizi iktidar aparatı tarafından yürütüldüğünü… 

Benzeri işlerin, gayet yerli milli bir biçimde iktidarın en üst kademelerinde olanların işbirliği ya da göz yummasıyla uluslararası kara para aklayıcılığının da merkezinde bulunduğunu da…

Yıllarca birlikte yürüdükleri mafya liderlerinden birinin itirafları ve iddiaları, yargının sessizliği eşliğinde ortaya saçıyor.

İktidarın gerektiğinde ülke emekçilerinin karşısında uluslararası tekellerin çıkarı için dikileceğini ise…

TEKEL’in özelleştirilmesinden sonra, küçük üreteciler etrafında oluşan tütün ve sigara piyasasını tasfiye etmeyi amaçlayan yasaya karşı eylem yapan tütün üreticisi tutuklanırken görüyoruz.

Türkiye’de tütün üretimi ve pazarında “yerli ve milli” ne kalmışsa onu ABD, İngiliz ve Japon menşeli uluslararası tütün ve sigara tekellerine devretmek için ortaya konan o iradede görüyoruz.

Anayasal haklarını kullanarak sendikaya üye olduklarında işten atılan Baldur Suspansiyon işçilerinin…

İsveç menşeli System Air HSK şirketinde sendikalı oldukları için işten çıkarılan işçilerin karşısına, yüzde yüz İspanyol sermayesi olan patronunun çıkarı için “yerli ve milli” hükümetin polisleri dikildiğinde görüyoruz.

‘MİLLİ’LİĞİN ANLAMININ ÖNEM KAZANMASI İÇİN…

Hafızayı tazelemek ve fotoğrafı görebilmek için anlattıklarımız, bugünlerde içeriden ifşa edilenler, emekçilerin karşısına tekellerin çıkarına dikilen barikat… Toplamı şunu rahatlıkla söyletiyor: ‘Yerli milli’ söylemi, Türkiye’nin yabancı sermaye için dikensiz bir gül bahçesi haline getirilmesini gizleyen bir perdedir.

Anti emperyalizm iktidarın yaptığı ve propaganda ettiği gibi bir emperyaliste karşı diğerini kullanmak, birisine karşı ötekini ikna etmeye çalışmak değildir. İkili oyunun kazananı ülkenin çıkarları ve halklar olmuyor! Olmadığını da (Dün dikkat çektiğimiz gibi) gelinen nokta gösterdi.

Başka ülke topraklarının yağmalamasına ‘ulusal çıkar’ demek de yanlıştır. Ucuz iş gücünden, finansal spekülasyondan yararlanmak için Türkiye gibi ülkelere akan sermayenin kendi ülkesinde işsizliği yoksulluğu artırdığını, başka ülke halklarına sömürü, sefalet ve acı getirdiğini gördük.

Emperyalizme bağımlı hiçbir iktidarın yerli milli olma şansı yoktur.

Olabilecek olanlar Türkiye işçi sınıfı ve emekçileri ve kurtuluş savaşını birlikte vermiş olan ezilen halklardır. Onların da en yerli refleksi bütün emperyalist ülkelerle bağı kesmek, kendi ülkesinin emperyal ve yayılmacı heveslerine dur demektir.

Türkiye işçi sınıfı ve emekçileri ve ülke ancak bölgeden bütün emperyalistlerin ve işbirlikçilerinin çekilmesiyle huzur bulacaklardır. Bölgede barış ve demokrasinin şartı budur. Bunun için halkın kendi inisiyatifine güvenmesinden başka şansı da yoktur. Bugün işbirlikçi hiçbir hükümet emperyalistlerle bağlarını koparabilecek doğada ve yetenekte değildir.

Halkın kendi kendini yönettiği gerçek bir demokrasi mücadelesiyle ancak, yerli milli yalanları çöpe atılır.

“Milli”lik şu anlamlara geldiğinde anlamına önemlidir;

  • * Uluslararası kapitalistlere karşı tüm toplumun ortak çıkarlarını savunmak,
  • * Ülkenin bağımsızlığını ve uluslar ailesinde onurlu şekilde yer almasını sağlamak çabası…

Bunlar, başka milletler ve halklarla barış içinde, bir arada ve sömürüsüz bir dünyada yaşamanın parolasıdır.

https://www.dunya.com/sirketler/mcdonalds-turkiyenin-gizemli-alicisi-riyadh-international-haberi-613929

 Bülent FALAKAOĞLU - Hakkı ÖZDAL  SUNU / Evrensel                        


Hiç yorum yok:

Yorum Gönder