China Miéville’in Şehir ve Şehir’ine nazire, semt ve semt, sokak ve sokak İzmir’in şimdisinde ve geçmişinde bir gezinti… Şair Eşref Bulvarı, artık Mardin Dağı diye de anılan Kadifekale, Haynots / Yangınlık, Fuar, “hafıza kutusu” Basmane ve görünmez sınırlar…
Basmane'nin Tilkilik mevkii... Basmane sokakları yanan evlerine, kiliselerine, hamamlarına rağmen yüzyıl öncesine en yakın yer. Hep göçmenlere yuva olmuş, tam anlamıyla göçlerin şehri İzmir’i sokaklarında sessizce saklıyor.
Gökyüzü puslu kızıl. Muğla’nın günler süren, Atina’nın gittikçe harlanan yangınlarının isi Ege’nin eski başkentine ulaştı. Göztepe sahil yolundan Konak’a doğru ilerlerken, gözümüz göğün ve denizin apokaliptik renginde. Şehir hafta sonu ıssızlığında. Her gününe lâhavle çekilen, sessizce geçip gitmesi beklenen ağustos, bu yaz kendisinden fazlasıyla bahsettirir olmuş. İzmir ahalisi için bile alışılmış değil bu sıcak. Sohbete hevesli taksi şoförü umutsuzca şikâyet ediyor. Yangınlara kahrolmuş, hükümete belalar okuyor ve Atam kalksa da gelse diyor. Dün akşam Facebook’a da yazmış, “kalksan gelsen, yüzüne nasıl bakarız…”
Kürtler yapmış olamaz, bu fasaryaya inanmıyor. Suriyeliler yapmış olabilir bak, ona bir şey diyemez. Fakat hatırlıyor şehre geldikleri ilk zamanları. “Hatırlıyorum tabii. Sersefildi halleri. Savaş kötü şey, mahvettiler insanların yerini yurdunu. Bir adam vardı, muhasebeciymiş Halep’te. Basmane’deki halini bir görsen, insanlığından utanırsın… Çıkardım para verdim, inan verirken utandım…”
Derin bir iç çekiyor. “Ama olmuyor, bu ülke kaldırmıyor.” Kusura bakmasınlar ama, eski sefillikleri de kalmamış zaten. “Çok fenalar, mafya gibi dolanıyorlar ortada. Ben kızıma hiç karışmazdım, artık giyme kızım bu kadar kısa diyorum. Araplar pis bir millet abla, ırkçı değilim ama, İzmir’e hiç yakışmıyor. Her yerde Arapça tabelalar… Adı üstünde ‘gâvur İzmir’ burası. Kalmadı eski rahat günler…”
Şehir ve Şehir’de hayali iki şehir devletinin, Beszel ve Ul Qoma’nın sakinleri, “hayatları boyunca görmemeyi öğrenirler.” Bir parkı, caddenin sağını solunu paylaşmışlardır örneğin, ama birbirlerini görmezler, işitmezler, hissetmezler. Çocuklukları bu yeteneği kazanmaları için verilen katı eğitimle geçmiştir.
Gâvur derken, yanlış anlaşılmasınmış aman, “öyle gâvur değil”. Nasıl gâvur? “Modern yani, Avrupa gibidir ya hani. Yoksa en vatansever yer neresi? Burası. Kurtuluş savaşımız nerede bitti? Burada. Anlı şanlı hem de, denize döküldü Yunan…” Yolcusunun sessizliği hevesini kırıyor. Hava yangınların kustuğu küllerle öyle ağır ki, kafası hep karışık olagelen İzmir’i başta o susturuyor. Biraz sonra da, nefes aldırmayan hakikat, hakikati söyletiveriyor: “Bekleniyordu canım, hele böyle sıcaklarda, beklenmez mi… Durdular seyrettiler yangını, yandı memleket…”
Talât Paşa mı, şair Eşref mi?
Durağından gelen çağrıya döndüğünde, Şair Eşref Bulvarı’na geldiğimizi fark ediyorum. Ders kitaplarına giremeyen bu hiciv şairinden kaçak göçek bahseden lise öğretmenimiz Ayten Hanım da aynı anda düşüyor aklıma. Yaşadığımız şehrin belleğiyle ilgili ilk kurdu o düşürmüştü içimize. “Talât Paşa’dan daha çok yakışmıyor mu Şair Eşref İzmir’e, ne dersiniz çocuklar?”
Talât Paşa mı, diğer bulvar mı? Ne diyor bu kadın? Şehir haritasını tahtaya asıp iki büyük bulvarın kesiştiği noktayı, Alsancak Garı’nı, Tekel’i –üstüne basa basa– sadece göstermekle yetinmesi. Ve sessizlik. “Burada yangından önce kilise varmış.” Sessizlik. “Şurada yangından önce mezarlık.” Sessizlik… Ses beklediği yoktu. Kendi kendine konuşuyordu. Ve ne gariptir, o sayıklar gibi yaptığı ders, bazılarımızın hafızasında dün gibi kaldı.
Basmane’nin Patlıcanlı Yokuşu’ndaki İzmir Mevlevihanesi’nde Neyzen Tevfik de Şair Eşref’in öğrencisi olmuş. Teşbih hata kaldırır, istibdat döneminde muhaliflerin ana sürgün bölgesi haline gelen İzmir karanlık seneler içinde bir yandan da ışıl ışılmış. Abdülhamit’e korkusuzca deccal diyebilmiş kaymakam-şair Eşref de bu sürgünlerden biriymiş.
O senelerin Basmane sokaklarını mı düşündü Ayten Hoca, onu İzmir’e daha çok yakıştırırken? Talât’ı şehrin en güzel bulvarına yakıştıramazken ne vardı aklında? Neler anlatmak istedi de sustu o gün haritaya dalıp gitmişken…
Deniz ve Rahşan
Hürriyet ve Şair Eşref bulvarlarının kesiştiği noktadan hızla geçerken gözüm arkada doğruluyorum. İki bulvarın birleştiği noktada, yaklaşık iki ay önce gencecik bir kadın öldürüldü. Deniz Poyraz’ın gülümseyen yüzü arkada kaldı. Çaresizce görmek için çabalıyorum. Taksici nereye baktığımın farkında. Aynada denk geldiğimizde gözlerini kaçırıyor. Konuşmaya bunca hevesli adam, susuyor.
Rahşan DemirelBu suskunluk bu kez lise kantininden bir sessizlik serisini hatırlatıyor. Newroz yaklaşırken bir arkadaş soruyor: “Birkaç yıl önce Kale’de bir kız kendini yakmış Newroz günü, duymuş muydunuz?” Kadifekale’de? “Kale’nin surlarında.” Duymadık. Nasıl duyulmaz? 1992’de 17 yaşında bir kız, Rahşan Demirel, şehrin göbeğinde, İzmir’in Kale’sinde kendini yakmış[1] ve biz duymamışız. “Çocuktuk yahu.” Ama sorduğumuz yetişkinler de duymamış. Ayten Hoca bile duymamış…
Kadifekale antik Smyrna’nın akropolisi. Agoranın yakınında, Basmane’nin yukarısında, Pagos Dağı denen tepede, MÖ IV. yüzyılın sonunda inşa edilmiş. Tüm şehre hâkim, hâlâ heybetli. 1990’larda özellikle Mardin’den yüklü göç alan semte, kimileri alayla, kimileri gururla Mardin Dağı da demeye başlamış. Köyleri yakılan, işkence görmüş, göçe zorlanmış insanların yeni yurdu haline gelivermiş bir gecekondu semti artık. Rahşan’ın ve dizlerine oturtup saçlarını taradığı Deniz’in semti.[2]
Aynı sokaklarda büyüyen iki kadın ve Kadifekale ayrılmaz halde yerleşti zihnimize. Deniz’i İzmir duydu, Rahşan’ın kaderini yaşamadı. İzmirli kadınlar hemşerilerine koştu. Cenazesine binlerce kişi katıldı. Şehre bakan surlara gülen yüzü asıldı. Taksi şoförü gözlerini kaçırsın bakalım, bunlar da oldu.
Kültürpark’a ölüm fermanı
Güzergâhını durağa bildirirken ona dönüyorum. “Kültürpark tarafındayım.” Hangi ara böyle anılmaya başlandı Fuar? Gülüyor, “ağzımdan öyle çıkıverdi”. Artan kent protestoları nedeniyle Kültürpark’a da kulaklar aşina. STK’lar ve meslek odaları, Şubat 2021’de Kültürpark Koruma Amaçlı İmar Planı Taslağı’nı Kültür Varlıklarını Koruma Kurulu’na sunmaya karar veren Büyükşehir Belediye Meclisi’ne tepkili.
Taslağı “ölüm fermanı” olarak niteleyen Kültürpark Platformu bileşenleri şeffaflıktan uzak, yoğun yapılaşmaya kapı aralayan meclisi hukuka ve bilime aykırı davranmakla suçluyor. Betona boğulmuş kente nefes aldıran bu 420 bin metrekarelik parkı korumak için pandemi günlerinde bile canla başla çalışıp ağaçlarımıza, anılarımıza, 90 yıllık kentsel tarihe sahip çıkalım diyerek kendilerini sürekli hatırlatıyorlar.
Haynots öyle silindi ki hafızalardan, Aras Yayınları’nın İzmir kitapları İzmirlileri şaşırttı. “Koskoca mahalleleri varmış! O kadar çok muymuş nüfusları?” “Rumları, Yahudileri, Levantenleri biliyorduk ama, Ermeni mahallesi…” “Neredeymiş bu Haynots? Nasıl hiç iz kalmaz…”
Taksi şoförü de buradan yakalıyor meseleyi. Çocukluğunun Fuar günlerinden bahsediyor, anne-babasının orada evlendiğinden, dedesinin ve ninesinin tertemiz giyinerek ziyaret ettiğinden… Öyle ki, Fuar’ın kapılarından birinin önüne gelince ceketinin düğmelerini ilikleyen dedesi hep gururla bahsedermiş bundan. İlk yıllarında “Halk Okulu” diye boşuna anılmamış desenize, öğretmenimiz Kültürpark! “E tabii, bir sürü şeyi ondan öğrenmiş bütün İzmir. Düşünsenize gariban, yıkık dökük zamanları…”
Haynots, Yangınlık ve “halk üniversitesi”
Montrö Kapısı’nda iniyorum. Gökyüzü hâlâ kızıl-gri. Gelen geçen havayı yokluyor. Fuar’ın duvarı boyunca Basmane Garı’na doğru yol alırken, demir parmaklıklardan içeriye, parka bakıyorum. Eski ismini bilenlerin çoğu hayatta değil. Yangınlık. Ondan önceki ismini kimse bilmedi. Haynots. Smyrna’nın güzel Ermeni mahallesi. 1922 Eylül’ünde yanıp kül olunca adı Yangınlık oluverdi.
Haynots öyle unutuldu, öyle silindi ki hafızalardan, Aras Yayınları’nın İzmir kitapları serisi[3] bazı İzmirlileri hayli şaşırttı. Belleğimizin boşluklarıyla yüzleşirken, yalnız olmadığımızı arkadaş sofralarında hüzünle fark ettik. “Koskoca mahalleleri varmış! O kadar çok muymuş nüfusları?” “Rumları, Yahudileri, Levantenleri biliyorduk tabii ama, Ermeni mahallesi…” “Neredeymiş peki bu Haynots? Nasıl hiç iz kalmaz…”
Atatürk 1930’larda yaptığı bir İzmir ziyaretinde, zamanın belediye başkanı Behçet Uz’a “Yabancılardan utanıyorum, şu yangın yerlerini kaldıramadık” diyerek dert yanar. Uz buna çok üzülür ve görev bilir bir “gurur bölgesi” inşa etmeyi. Okullarıyla birlikte ziyarete gelen çocuklara Fuar’ın tarihine giriş anlatısı böyle başlar. Mars gezegeni gibi çorak bir moloz alanı şehrin göbeğinde peydahlanmış ve biz onu çölün ortasında vaha yapmışız…
Gelin görün ki, bu hafızasız bembeyaz sayfa her yerinden kararır kolayca. İzmir yanmış yıkılmış günlerce, yok olmuş, düşman denize dökülmüş, düşman yakmış, asker yakmış, cahil Anadolulu başıbozuklar yakmış, Türk askeri üniforması giyen hain Rumlar yakmış, Yunan askeri yakmış, aslında eski insanlarımız kendileri gitmek istemiş, belki de giderken onlar yakmış… Bu marazi haller, tertemiz açılan beyaz sayfada ara ara belirir.
420 bin metrekarelik bu moloz alanı çölde vaha gibi olmuş, yalan değil. Sergi ve konferans salonları, açıkhava tiyatrosu, sanat merkezi, spor salonları, müzeler, havuzlar, binlerce ağaç, palmiye korusu, gül bahçeleri, modern mimarinin en güzel örneklerinden ülke pavyonları… Yangından 14 yıl sonra, 1936’da yine bir eylül günü açılışı yapılmış. “Burası bir halk üniversitesidir” diye tanımlamış Behçet Uz Kültürpark’ı.
Öyle de olmuş. Kültürpark serbestlik ruhuyla toplumsal cinsiyet rollerini rahatlatan, şehirliliği, cumhuriyet değerlerini sürekli hatırlatan, kültür kelimesinin kökenine yaraşır biçimde yetiştiren, terbiye eden bir üniversiteye dönüşürken, “geçmişin gerçek yüzü hızla kayıp gitmiş”.[4]
Sınırlar ve birbirini görmeyenler
Basmane Garı, arkasında Kadifekale’yle beliriyor. Fuar’ın büyük çemberinden ayrılıp Gar’ın önünde bekleyen kalabalığa karışırken, görünmez sınır kendini belli ediyor. Sakin şehir bitiyor, göçmenler, emekçiler sıcağın alnında sokakları dolduruyor. Altınordu taksi durağının şoförleri gölgelikte çaylarını yudumluyor. Önlerinden Anafartalar Caddesi’ne çıkmaya başlıyorum. Bakışlar yolumu kaybedip kaybetmediğimi sorguluyor. Sadece üç dakika önce olduğum yerle arasında dünyalar kadar mesafe var şimdi yürüdüğüm yerlerin. İzmir sıkı sıkı uyardı, “cadde üzerinden sakın ayrılma.”
Tilkilik yolu boyunca yürürken, büyük yangının başladığı mahalle olan Basmane, İzmir’in en az değişen yeri olduğunu yine hatırlatıyor. Yanan evlerine, kiliselerine, hamamlarına rağmen yüzyıl öncesine en yakın yer. Tarihi boyunca hep göçmenlere yuva olmuş, tam anlamıyla göçlerin şehri İzmir’i sokaklarında sessizce saklıyor. Ucuz otellerin önünde Afrikalılar, Suriyeliler gelen geçeni izliyor. Mahalle dışından gelen ziyaretçiler mi tedirgin, onlar mı, belli değil. Birbirlerinin farkında olmaları bile sert bir durum olarak ortada duruyor.
İzmir hafızasını biraz yoklasa, Bedreddin’in ve Börklüce’nin yanında, Osmanlı’ya karşı özerkliği için direnen, halkının desteğini almış İzmir Beyi Cüneyd’i bulacak. Kale’de Bedreddin’i ağırladığını, Sisam’dan Sakız’dan komşuların, Ege’nin içlerinden, kıyılarından temsilcilerin o sofrada olduğunu görecek.
Marksist yazar China Miéville, polisiye bilimkurgu romanı Şehir ve Şehir’de,[5] bölünmüş mekân ve algısal sınır meselesini deşifre etmeye çalışır. Romanda hayali iki şehir devletinin, Beszel ve Ul Qoma’nın sakinleri, “hayatları boyunca, görmemeyi öğrenirler”. Bir parkı, caddenin sağını solunu paylaşmışlardır örneğin, ama birbirlerini görmezler, işitmezler, hissetmezler. Çocukluk yılları bu yeteneği kazanmaları için verilen katı eğitimle geçmiştir. İki şehir arasında, tarihsel düşmanlık, sert sınır kuralları, vize zorunluluğu vardır. İhlâller cezalandırılır.
Göçmenlerin ucuz yuvası, iki yüz yıllık tarihi Paşa Konağı Oteli’ne yaklaşırken sardunyalı çay ocağını tanıyorum. Kaleli Ahmet yüzünden eksik olmayan gülümsemesiyle çayları getirip yanıma oturuyor. Hoşbeşten sonra ona kitaptan bahsediyorum. “Abartma abla.” Az değil ama iki sokak ötesiyle fark. “Değil tabii. Çoğu İzmirli bilmez içerileri…” Kitaba benziyor o zaman. “Ama burada çok insan var gelen giden, soran eden. Bakma, çok da çalışan var insanlar için…” Kitapta da var. Birleşmeciler deniyor onlara. Gözlerinin içi gülerek, “o zaman olur bak”.
İzmir’in hafıza kutusu
Tilkilik, Anafartalar Caddesi –Basmane içlerinin “en güvenli” bölgesi. Ara sokaklar, “yukarılar” konusunda Ahmet de uyarıyor. “Dümdüz çık git işte buradan İkiçeşmelik’e, oyalanıp ne yapacaksın?” “Abartma” diyen halinden eser yok şimdi. Cadde üzerinden Agora antik kentine doğru adımlarken, Suriyeli esnafın Türkçe tabelaları göze ilişiyor. Mithatpaşa taksicisi boşuna üzülürmüş, valilik kararıyla iki yıl önce Arapça tabelalara operasyon düzenlenmiş.[6] Türkiye’deki Yabancılar ve Alınacak Tedbirler başlıklı İçişleri Bakanlığı yazısı üzerine İzmir zabıtası hiç vakit kaybetmemiş.
Fotoğraf: Eren Aytuğ“Güvenli” ara sokaklar da var. Güzel Arap çocukları kapı önlerinde, sokakları serinleten asmalıkların altında oyun oynuyor. İkiçeşmelik’e doğru zikzaklar çizerek ilerliyorum. Eski Yahudi mahallesi Birinci Juderia, Suriyeli göçmenlerin yeni yuvası olmuş. Kazı çalışmaları, hamam restorasyonları çocukların oyunlarıyla, evlerden gelen yemek kokularıyla çeşnileniyor.
MS II. yüzyıla tarihlenen antik Smyrna şehrinin Agora örenyerinden çıkan bir ziyaretçi grubuna, rehberleri hararetle Basmane bölgesinin katman katman soyulası olduğunu anlatıyor. Antik şehir, Rum mimarisi, geleneksel Türk evleri, Yahudi mahallesi, erken dönem cumhuriyet yapıları… “Birçok evde ya da dükkânda bir antik mezarın, kilisenin, hamamın, havranın taşını bulabilirsiniz” diyor. “Onlarla birlikte inşa edilmişler yüzlerce yıldır.” İzmir’in hafıza kutusu Basmane’yi şiir gibi anlatıyor…
İzmir Beyi Cüneyd ve La Jétee
Çirkinlik abidesi katlı otoparkın önünden iki şehri birleştiren ortak mekân İkiçeşmelik’e çıkıyorum. Tramvay durağına meylederken, Agora’ya doğru gelen başka bir yerli turist grubu rehberlerine devasa Atatürk Maskı’nı soruyor. “O diğer tarafta, Kadifekale’ye bakan yol üzerinde.” Dev Atatürk Kadifekale’yi izliyor.
Genç Türkiye Cumhuriyeti’nin modernlik özlemini en çok aynalayan şehri İzmir, rengârenk Egeli hali yanıp kül olurken, gidenlerin yanlarında götürdüğü “gâvurluğa” tutunmayı hep sevdi. Kültürpark, nam-ı diğer İzmir Enternasyonal Fuarı, ona modernliğini ve enternasyonalliğini hatırlatıp durdu, ama hafıza kazısına soyunduğunda yoluna çıkan boşlukları ne yapacağını bilemedi. Dev Atatürk Maskı son gözcüsü. Kültürpark’ın önünde düğme ilikleyenler yok çünkü artık.
Boşluklarla dolu hafızası onu bazen kibre, çoğu zaman korkuya itiyor durmadan. Kentli olamamaktan, doğulu olmaktan, dışarıdan gelenlerden bu yüzden ürküyor belki de. Öğretmenlerine çok saygılı bu çocuk, ezelden beri kendine has olmak istiyor oysa. Boşuna değil İzmir’in ülkeden farklı olduğunu düşünmek istemesi…
Hafızasını biraz yoklasa, Bedreddin’in ve Börklüce’nin yanında, Osmanlı’ya karşı özerkliği için direnen, halkının desteğini almış İzmir Beyi Cüneyd’i bulacak. Kale’de Bedreddin’i ağırladığını, Sisam’dan Sakız’dan komşuların, Ege’nin içlerinden, kıyılarından temsilcilerin o sofrada olduğunu görecek.
Göztepe tramvayı kızıllığı hafiflemiş havanın içinden geliyor. Kıyamet olmuş da bitmiş sanki… Küllerin dolduğu gökyüzü bu sefer akla başka bir bilimkurgu hikâyesini, Chris Marker’ın La Jétee (Dalgakıran, 1962) filmini getiriyor. Üçüncü Dünya Savaşı sonrası gezegen yaşanmaz haldedir. Yeni bir hayatı başlatmanın yollarını arayan bilim insanları, zamanın farklı dilimlerine yolculuk yapmak zorunda olduklarını fark eder. Denekler haliyle korku içindedir. Tramvay sahil yoluna girdiğinde apokaliptik manzarayla yeniden karşılaşınca, sırası gelen denek adamın tedirgin hali gözümün önünde canlanıyor:
“O öyküsünü anlattığımız adamdı. Korkuyordu… Kurtulma umudu zamanda yatıyordu… Deneylerin amacı şuydu: Zamanın içine gizli ajanlar göndermek. Geçmiş ve geleceği şimdinin yardımına çağırmak. Ne var ki insan aklı bu fikre yanaşmıyordu. Başka bir zamanda uyanmak, yetişkin olarak yeniden doğmak demekti.”[7]
ŞEYDA AYAN / 1+1 Express - Express, sayı 177, Güz 2021
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder