6 Kasım 2021 Cumartesi

Eleman’ın anlattığı - Orhan Gökdemir / SOL

'Yalnız Ahmet-Mehmet meselesi değil bu, bir sınıfın ve düzeninin bütün gövdesiyle çürümesi meselesi. Devletin işkenceye ve cinayete ihtiyacı ondan var. Demek ki devrimin nesnelliğindeyiz.'


Talat Turhan ile 1990’lı yıllarda tanıştım. 12 Eylül’ün halesindeki Türkiye, ikinci on yılda adeta bir sıcak savaş yaşamaktaydı. Faili meçhul cinayetler, gözaltında kayıplar, gün ortasında sokak ortasında işlenen cinayetler, muhalif gazetelerde patlayan bombalar, gözaltılar, işkenceler… Kürt Sorunu en sert zamanlarındaydı. Kürt diyenin içeri tıkıldığı, gazetelerin dergilerin kapatıldığı, sansür sürgün kararnamelerinin çıkarıldığı dönemlerdi. Talat Turhan 1970’li yıllarda yüz yüze geldiği devletin o karanlık yüzünün peşindeydi. Israr ediyor, her gün yeni bilgi ve belgelerle ortaya çıkıyor, anlatıyor, bu nedenle hakkında açılan davalarla boğuşuyordu.

Sanırım ilk görüşmemiz Toplumsal Kurtuluş dergisi için oldu. Yazı istedim veya röportaj yaptım. Sonra görüşmelerimiz devam etti. Evine konuk oldum, uzun sohbetlerine katıldım. 1990’lı yıllar kapanmak üzereydi, ortalık biraz durulmuş görünüyordu ama dönemin aktörleri hala etkin görevlerdeydi. Ortak bir tanıdığımızın cenazesinde karşılaştık, “Orhan birlikte kitap yazalım” dedi. “Onur duyarım Ağabey” dedim. “Ben Kemalist’im senin için sakınca olur mu?” dedi. “Ağabey ben de Marksist’im senin için sakıncası yoksa benim için hiç yok” dedim.

Mehmet Eymür üzerine çalışmaya bu konuşmadan sonra başladık. Arşivlerini açtı. İnanılmaz bir titizlikle oluşturulmuştu o arşivler; kupürler tarih sırasına göre dizilmiş, arkalarına önlerine notlar alınmış, dosyalanmıştı. Doğrusu, geriye pek az şey bırakıyordu o dosyalar. 1999’da “Eymür” kitabı öyle ortaya çıktı. Arkasından Mehmet Ağar’ı yazmayı planlamıştık. Ancak araya uzun mesafeler ve benim ekmek kavgalarım girdi. “Orhan sen yaz” dedi, arşivinin bir bölümünü evime taşımama izin verdi. “Pike” de böyle ortaya çıktı. Bu iki kitap uzun yıllar boyunca davalarla boğuşmama neden oldu. Talat Turhan’la birlikte mahkeme kapılarında uzun zamanlar geçirdik. Talat Ağabey için bunlar adeta yaşamının doğal bir parçası gibiydi, sonra ben de alıştım.

O davalardan ikisi “Eymür” kitabıyla ilgiliydi. İlki “MİT Raporu’nun ekleri”nde adı geçen mafyozlardan birinin

şikâyeti ile açılmıştı. Yani dava konusu olan belge polis raporuydu, devletin resmî belgesiydi. Ünlü MİT Raporu’ndan dolayı ceza alma onuru bizimdir. İkincisini Eymür bizzat açtı. Kendisine “CIA ajanı” dediğimizi iddia ediyordu. Oysa bir gazeteye verdiği demeçte “CIA için çalışırım” anlamına gelen laflar etmişti, oradan alıntı yapmıştık. Hem CIA ile çalışsa ne çalışmasa ne? CIA zaten MİT’in içindeydi. Teşkilatın merkezinde ofis açmıştı, para yardımı yapıyor, alet edevat sağlıyor, yönlendiriyordu. Tabii bu da mahkûm edilmemize engel olmadı. Devletin yargısı, “Eymür söylemiş olsa bile siz alıntı yapamazsınız” diyordu bize. Talat Turhan onda da ısrar etti, davayı Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’ne taşıdı, kazandı. 

Talat Ağabey 12 Mart’ta, Ziverbey İşkencehanesinde o karanlıkla yüzleşmişti. İşkence merkezinde, karanlıkta saklananlardan biri de Mehmet Eymür’dü. Uzun yıllar inkâr etti işkence yaptığını. Birkaç gün önce bir gazeteciye döküldü, “yaptım, devletin çıkarınaysa yine yaparım” dedi. Bizim “Eymür”de yazdıklarımız böylece birinci ağızdan doğrulanmış oldu. Devletin ve elemanlarının işkence yaptığı, işkencenin bir devlet politikası olduğu delilleriyle ortadadır artık.

                                                                            ***

Ne demişlerdi 12 Mart’ta; Burada anayasa yok, yasa yok! Tek yasa vardır biliyoruz; devlet sebeb-i hikmeti olan egemenlerin çıkarını korumak. O nedenle 12 Mart’ın tezgâhlarında yarım bırakılan iş, 12 Eylül’de tamamına erdirildi. Halkın çocukları bir kez daha işkencelerden geçirildi, kaybedildi, öldürüldü. Tarikatlar el altından desteklendi, topluma din enjekte edildi. TİB (Toplumla İlişkiler Başkanlığı) devreye sokuldu, ölüm timleri oluşturuldu, yargısız infazlar yapıldı, Hizbullah gibi ne idiğü belirsiz örgütler peyda oldu. Sonra bir de baktılar ki kontrol ellerinden kayıp gitmiş! 12 Eylül’ün kucağında büyüttüğü gayrı meşru çocuklar onları tasfiye edip yerine yenilerini koymaya başladığında cumhuriyet de son nefesini vermişti. Kontrgerilla, kendi halkına karşı örgütlenmiş cumhuriyetin intiharıydı, o kitaplarda dediğimiz budur.

İmamlar geldi, karanlığı devraldı. Güya “derin devlet”i de ortadan kaldıracaklardı. Oysa devletin çürümesine neden olan bütün ilişkiler yerli yerinde. Devlet halkına düşman, ordu halkın ordusu değil, kolluk kuvvetleri Ortaçağ bakiyesi yapılanmaların elinde. Yani kontrgerilla artık devletin ta kendisidir.

                                                                             ***

İki Mehmetler, Mehmet Eymür ve Mehmet Ağar bu çürümenin birer temsilcisi. Önde giden birer devlet elemanı olarak bu tarihi temsil etme kabiliyetleri var. Devleti birlikte çürüttüler, bütün gövdesiyle yasa dışına itilmesine yardımcı oldular, tetikçiliğini yaptılar. İkisi de devletin kendi halkına karşı yaptığı operasyonların bilgisine sahiptir. Devlet kimi neden öldürmeye karar vermişse, hangi kirli işin arkasında kim varsa bilirler. Mehmet Ağar poliste, Mehmet Eymür MİT'te halka karşı örtülü bir iç savaş yürüttüler. Bütün kariyerlerini bu iç savaş sırasında önce sola, ardından da Kürtlere karşı yaptılar. Ziverbey’de, DAL’da onlar vardır. Kızıldere’de solculara kurşun sıkan onlardır, Ulaş Bardakçı’yı vuran mermi onların tabancasından çıkmıştır. Mafyayı, uyuşturucu tacirlerini, silah kaçakçılarını koruyup kollayanlar onlardır. Malumunuz, aynı zamanda birbiriyle mücadele ederler. Sebebi devletin yönetim biçimi üzerindeki görüş ayrılığı değil, karanlıkta oluşan pastanın paylaşılması mücadelesidir. Talat Turhan’ın deyişiyle işkenceciler aynı zamanda işkembecidir!

Eymür, 1996'da MİT'ten atıldı. Ardından “Kontrterör Dairesi” lağvedildi. MİT'ten ayrıldıktan sonra ABD'ye yerleşip, internet sitesi üzerinden yayın yapmaya başladı. Orada sanıyorum, kendine yaslanacak yeni güç odakları aradı. Fethullahçı çetenin yayını Zaman Gazetesi'nin eski özel haber müdürü Faruk Mercan’ın Eymür'ün sekreterliğini yapmaya başlaması o tarihlerdedir. Faruk Mercan, patronu Eymür hakkında sınırsız övgülerden ibaret bir iki kitap hazırlayıp yayımladı hatta. Bir ara kanal kanal dolaşıp ahkam kesiyordu, 15 Temmuz şeyinden bu yana kaçaktır. 

Doğu Perinçek’in üzerine atıp kurtulmaya çalışıyor ama Ergenekon soruşturmasına dayanak yapılan “Ergenekon lobi” belgesi de ilk kez 2002 yılında Eymür’ün “atin.org” adlı sitesinde yayımlandı. Firari Fethullahçı Savcı Zekariya Öz'le pek sıkı fıkıydı, ihtiyaç oldukça kapısını aşındırıyor, dava hakkında bilgilerini aktarıyordu. Her şeyi bilirler, bir tek devlet içindeki çeteleri bilmezler, gelenekleridir.

                                                                            ***

Diyor ki şimdi; Kızıldere'de roketatar ve havan mermileriyle katliam yaptık ama yargısız infaz sayılmaz. Maraş, Çorum, Sivas katliamlarını Ordu yaptı, haberimiz vardı. İşkence yaptım, pişmanlık duymuyorum. Ulaş Bardakçı’yı, Mahir Çayan’ı biz öldürdük. Ziverbey’de işkence yaptık çünkü inatçı tipler vardı. İnsanları alıp kaybettik, hepsi istihbarat operasyonuydu. Mafyayı kullandık, yine kullanırız... “Eymür”de not edilenler de zaten bunlardan ibarettir.  

Anlattıklarında fazlası ve yeni olan şu; “Yaptığınız işkencelerden pişmanlık duyuyor musunuz?” diye soruyor gazeteci. “Duymam, çünkü aşırı bir şey yapmadık. Daha çok taktikleri kullanmak istedim. Bizim hanım arkadaşları bağırtırdık. ‘Kızını aldık’ derdik sonra suçluya. Bağıran bizim arkadaşımız. ‘Konuşacaksan konuş sıkıntıya girecekler yoksa’ derdik mesela. Tiyatro yapardık biraz.” Cevabı budur. Biliyoruz, “sıkıntıya girecek” lafı mizansendir, aslı “kızın elimizde, konuşmazsan tecavüz edeceğiz”dir, tanıkların anlatımlarından biliyoruz. 

                                                                      ***

Bu karanlığın ortasında gazetecilik yapmaya, halka karşı işlenen suçları takip etmeye, tarihe not düşmeye çalışıyorduk. Kendi adıma bu not düşme işini daha çok önemsiyordum. Kitaplar yayımlanınca “Neden Eymür’le konuşmadın, Ağar’ı neden aramadın” diyen gazeteci dostlarım oldu. “Benim hakkımda rapor hazırlarken beni aramadıkları için” diye geçiştirdim. “Nesnellik” bu tür durumlarda bir gazeteci hastalığıdır, insan işkenceciye karşı nesnel olur mu?

Paranoyak olduğumuz sanılmasın diye not ediyorum, delilleri var. “Emniyet Genel Müdürlüğü İstihbarat Daire Başkanlığı tarafından 2008-2009 tarihleri arasında, Genelkurmay Başkanlığı santralı ve TBMM ile iş adamları, gazeteciler ve polislerin de arasında bulunduğu 1000 kişinin sahte isimlerle dinlendiği ortaya çıktı.” Bu “VIP Dinleme Skandalı” haberinin girişidir. Adı geçen tarihlerde işsiz bir gazeteciydim, devletimiz sağ olsun buna rağmen “VIP muamele”yi esirgememişti bizdin. Dinlerler, not düşerler, açılan davalarda dosyanın arasına koyarlar, hakimleri ve savcıları böyle yönlendirirler.  

Bizim de buna karşı kitaplarımız vardır, araştırırız, buluruz, halkımız için not ederiz. Çoğu hakkımızda rapor tutanlar hakkında tutulmuş uzun raporlardır, nesnel değillerdir, sınırsız bir öfkeyle yazılmışlardır. Başlangıçta hepsi uydurma sanılsa da zamanla doğrulanırlar. Çünkü bizde halka yalan söylemek en büyük suçtur. 

İşte “Eleman” anlatıyor bir bir, ne yazdıysak doğruluyor. Vurmuşlar arkadaşlarımızı, öldürmüşler, işkence yapmışlar yoldaşlarımıza. Yalnız Ahmet-Mehmet meselesi değil bu, bir sınıfın ve düzeninin bütün gövdesiyle çürümesi meselesi. Devletin işkenceye ve cinayete ihtiyacı ondan var. Demek ki devrimin nesnelliğindeyiz. 

Hic Rhodus, hic salta!

Orhan Gökdemir / SOL

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder