24 Aralık 2021 Cuma

Mortem (I-II) - Serdal Bahçe / SOL

(I)

Türkiye kapitalizminin sermayenin programının o ya da bu enstrümanıyla yönetilmesi artık mümkün değildir.


Hazine ve Maliye Bakanı Nebati ben batarsam 1000 kişilik iş batar, siz batarsanız sadece bir maaştan ya da ücretten olursunuz demiş. Batarsak biz zenginler, siz fukaralardan daha kötü batarız demiş. Hatta biz batarsak sizi de götürürüz, öte yandan siz batarsanız kişisel trajediden öte bir şey olmaz demiş. Kısacası bir demiş, bin gizliyi açık etmiş. Dolayısıyla uygulanan ekonomik deneyin başarılı olması için hepimiz duacı olmalıyız diye niyaz etmiş. Yağmur duası gibi ekonomik program duası; 6 ayda olur inşallah. İlginç ve ötesi. Bugüne kadar burjuva hükümetlerinde pek çok ekonomiden sorumlu bakan geldi geçti, bu yorgun gözler pek çoğunu görme bahtsızlığına uğradı. Ancak böylesini hiç görmemişti. Genelde sermayenin ekonomi bakanları sanki kerametlerinden sual olunmaz bir şekilde her zaman doğruyu yapmış gibi ve kesinlikle geleceği görür gibi konuşurlardı. Nebati’nin tarzı sıra dışı ve anlamsız. Aslında anlamsızlık ona değil, uygulanıyormuş gibi yapılan programa has bir durum.

Uygulanıyormuş gibi diyorum çünkü uygulanan bir şey yok. Bazı sol çevrelerde bile uygulanıyormuş gibi görünen çaresizliğin bilinçli bir program olduğuna dair bir kanı hakim. Yanlış; ortadaki bir çaresizliktir. Türkiye kapitalizminin sermayenin programının o ya da bu enstrümanıyla yönetilmesi artık mümkün değildir. Sergilenen belirli amaçlara yönelik olarak kurgulanmış uygun makroekonomik araçlarla donatılmış bir program değildir. Bir ekonomik program şu silsileyle tanımlanırdı: makro ekonomik hedefler – araç seçimi – uygulamaya başlangıç – ara sonuçların gözlemlenmesi – hedef ve araç setinde ortaya çıkan kısıtlar ölçüsünde kısmi değişiklikler….Erdoğan ve ekibinin uyguluyorlarmış gibi yaptıkları dağınık ve içeriksiz çırpınışa biraz önce verilen silsile bağlamında program demek uygunsuz kaçacaktır. Bu anlamda sözde programı çok uzun zamandır uygulamayı düşündüklerini iddia ettiklerinde aslında çaresizliklerini gizliyorlar. 

Ulusal paranın değer kaybına bilerek, bir deneyin gereklilikleri için müdahale etmedikleri iddiası saçmadır. Bilerek müdahale etmedikleri varsayımıyla eleştirmenin kendisi de saçmadır. Müdahale edecek mecalleri yok. Döviz kaynaklarını çok uzunca bir süre, hem de düşük kurdan, ve hem de yasal sınırların ötesinde bir şekilde piyasaya saçtıkları için bir şey kalmadı. Şimdi en ufak müdahale için bile kaynak bulamaz haldeler. 

Üstelik burjuva iktisadının en temel günahlarından birini işlediler bu süreçte. O da şudur; Türkiye gibi müzmin açık veren ekonomilerde rezervler varlık değil, yükümlülüktür. Sokak diliyle rezerv birikimi yabancı sermaye girişine karşı daha büyük bir hassasiyet ve daha yüksek borçlanma anlamına gelmektedir. Kısacası ulusal ekonomik yapıyı yabancı sermaye girişine bağımlı hale getirdiğiniz bir ortamda rezervler zorunlu olarak biriktirmek zorunda kalığınız meblağ ve aslında başkalarının sizin ekonomik birikiminiz üzerindeki talepleri anlamına gelmektedir.  

AKP rezervleri bol keseden dağıtarak zinhar büyük bir günaha imza atmıştır. Dışarlıklı başkalarına ait bir meblağı içerideki başkalarına dağıtarak yükümlülüğü daha da ağırlaştırmıştır. Aynı zamanda şımarıklığının ve gözü dönmüşlüğünün sınırı olmayan sermaye sınıfının dışarıya karşı yükümlülüklerini kamusallaştırmıştır. İlginç değil mi, kamunun üretken varlıklarını özel sektöre ve yabancılara peşkeş çeken iktidar, tersinden özel sektörün dış borçlarını kamusallaştırmıştır. Böylece Türkiye’nin emekçilerinin sırtındaki yükü katmerli hale getirmiştir. Ancak denizin suyu bitmiştir. Bu nedenle kuru serbest düşüşe bırakmak bilinçli bir politikanın sonucu değil, yapısal bir çaresizliğin sonucudur. 

Merkez Bankası’nın ikide bir düşürdüğü politika faizi yok hükmündedir. Türkiye’de kamunun borçlanma faizi bunun çok üstündedir. Özel bankaların kredi faizi bunun çok üstündedir ve inatla yükseklerde tutulmaktadır. Kısacası faizi düşürerek kamunun borç yükünü bir milim bile oynatmak mümkün değildir. Eğer kredi kanalıyla harcamaları tetiklemek ise amaç yine nafile bir sonuç çıkacaktır ortaya. Çünkü enflasyonist süreç bu türden bir tetiklemeyi engelleyecektir. Açıkçası Merkez Bankası’nın para politikası aracı kalmamıştır.   

Gelelim yüksek kur – düşük faiz sarmalını bir tür ithal ikamecilik gibi gösterme aymazlığına. Ne demek gerekir bilemedim. Dunning –Kruger sendromu olarak teşhis edilen bir rahatsızlık vardır; bilen bilir. Avam diliyle cahil cesareti olarak adlandırılabilir. Daha doğrusu az bilmenin veya hiç bilememenin yarattığı sığ fakat tehlikeli bir cesaret anlamına gelir. Şimdi gerçekten uyguladıklarını düşündükleri modeli savunurken kullandıkları kavramları pervasızca hem de tarihsel bağlamından koparılmış bir şekilde telaffuz etmelerini izlerken aklıma bu sendrom geldi. 

İthal ikamecilik bir dönem azgelişmiş kapitalist ekonomilerin hayata geçirdikleri kapsamlı bir sanayileşme stratejisiydi. Öyle günü birlik veya kısa süreli bir adım da değildi; planlı ve uzun vadeli bir kalkınma stratejisiydi. Kapitalist devlete dış ticaret rejimi üstünde etkili bir kısıtlama ve yönlendirme yetkisi veren bu strateji aynı zamanda devletin planlama örgütlerinin kamu kaynaklarını doğrudan, özel sermayeye ait kaynakları ise dolaylı olarak sektörel önceliklere göre yatırıma yönlendirmesini de zorunlu kılmaktaydı. Özellikle başlarda temel girdi sağlayan, ikinci adımda temel ara malları üreten, ve eğer başarılabilir ise son adımda da yatırım malları arz eden sektörlerin yüksek koruma duvarları arkasında yeşertilmesini amaçlayan uzun erimli bir stratejiydi bu. Kısacası yüksek kur ve düşük faiz ile zerre kadar alakası yoktu; var zannediyorlar. 

Yazık. 

Son olarak Çin Modeli masalına bakalım. Çin’in bir tür ilkel birikime ve modern serfliğe dayalı ekonomik büyümesi aslında Deng ile başlatılan reformlarla geliştirilen ve 40 yıllık bir zaman dilimi içinde olgunlaştırılan uzun vadeli bir kapitalist restorasyondur. Adındaki Komünist sıfatına aldırmamamız gereken ÇKP önce tarımsal komünleri yerle bir ederek nerdeyse sınırsız bir yedek işgücü ordusunu ortaya çıkardı. Ayrıca özellikle doğu kıyısındaki bazı küçük yerleşim birimlerini bir tür açık ve sınırsız sömürü alanı haline getirecek adımları attı, buraların altyapılarını zaman içinde olgunlaştırdı. Bu gelişime eşlik edecek geniş bir nitelikli işgücü ordusunu da hazırda tuttu. Ücreti düşük nitelikli işgücü ordusu, köylerinden kopup gelen ve sayıları yüz milyonlarla ölçülen vasıfsız emekçi kitlesiyle birleşince ortaya yabancı sermayenin ağzını sulandıracak bir amalgam çıktı. Giderek faşizanlaşan parti örgütü aynı zamanda devletin devasa işletmelerini açık sömürü ve serflik alanlarına hücum edecek yabancı sermayeye payanda haline getirdi. Kapitalizmin en has şeklini ironik bir şekilde adında hala Komünist sıfatını taşına bir parti inşa etti. Bu süreçte faşizan devlet her türden toplumsal muhalefeti de mahir bir şekilde bastırdı. Yüz milyonlarca insan Marx’ın Kapital’i yazarken kullandığı İngiliz çalışma raporlarından fışkıran görüntülerden daha vahim görüntüler arz eden bir çalışma yaşamı içinde apaçık ve pervasız bir sömürüye tabi tutuldu. Ayrıca yaratılan serbest sömürü bölgeleri “yasasızlaştırıldı”, böylece çıplak ekonomik sömürü, sermayenin hukuksuz tahakkümüyle birleşti. Bu süreçte çevre fütursuzca yağmalandı. Velhasıl kelam ortaya Çin Mucizesi formunda kapitalizmin özü çıktı. 

Anlatıldığı gibi bu uzun soluklu bir restorasyondu ve önemli bir belirleyeni olsa da sadece ucuz emek gücüyle açıklanması mümkün olmayan bileşik bir dönüşüm programıydı. Çok bileşenli ve uzun erimli bir program olduğunun altını bir kere daha çizelim. Kısacası emek gücünün değerini yabancı para cinsinden düşürerek Çin Modeli uygulanamaz. Hele hele bu akıl dışı tezi ortaya atanların beklentilerinde vurguladıkları 5-6 ay gibi bir sürede değil Çin Modeli, Çin portakalı bile yetişmez. 

Peki sosyalist olmayan muhalefetin çözümü nedir? 

Ekserisi bu akıl dışı çaresizlikten önce uygulanan sermayenin has programına geri dönülmesinin sorunu çözeceğini iddia etmektedir. Merkez Bankası bağımsızlığı, onlara göre akılcı bir kur politikası, israfın önlenmesi ve fiyat istikrarı, diğer bir adıyla dezenflasyon programı; vaat ettikleri budur. Oysa bugün artık kendisi bir varoluşsal krize dönüşen Türkiye kapitalizmini yaratan da tam olarak bu programdır. Hatta AKP’nin 2002’den sonra daha büyük bir iştahla uyguladığı program da budur. 

Açıkçası yangına benzin dökersek söner demektedirler. 

Ne demeli? 

Not: Bu yazı Çin Modeli yerine “Türkiye Ekonomi Modeli” ibaresi kullanılmadan önce kaleme alınmıştır. 

(II)

Gözlerimin İçine Bak

Kur veya faiz; bir gün inerler, iki gün çıkarlar. Yapısal sorunlar ise bakidir. Kriz mutlak ve süreklidir.

Kur garantili TL mevduatı açıklamasının ardından iki gündür ulusal para değer kazanıyor. AKP cenahından pervasız bir sevinç narası yükseliyor. Öte yandan sosyalist olmayan muhalefet ise sanki bir süredir elinde tuttuğu inisiyatifi yitirmiş gibi, uygulananın başka bir tür çöküşe yol açacağını sadece ima eden kısık bir ses tonuyla konuşuyor. Yeni bakan Nebati ise gülücükler dağıtıyor ve gelen soru üzerine “gözlerimin içine bak, orada sevinci göreceksin” diyor. Gözlerinin içinde ne olduğunu bilemeyiz ancak eğer sevinç ise boş bir sevinçtir. Neden mi? Bir kere daha vurgulayalım; Türkiye kapitalizmi uzunca bir süredir varoluşu itibariyle bir krizden ibarettir; çıkışı yoktur, umarı yoktur ve nefesi yoktur. Kendisi bir krizdir, atılan tüm adımlar kısa vadeli bir nefese, ve takiben uzun vadeli başka bir tıkanmaya yol açmaktadır. Buna yol açan da ne merkez bankasının bağımsız olamaması, ne de küresel kapitalist rasyonaliteye uygun adımların atılmamasıdır. Sorun bizatihi Türkiye’de sermaye birikiminin dinamiklerinden kaynaklanmaktadır.  Şimdi biraz göstergelere dönelim. 

Burada yapacağımız sunum aslında temel bölüşüm göstergelerinin sermaye lehine seyretmesine rağmen sermayenin yapısal krizinin derinleştiğini gösterecektir. Önce en temel bölüşüm göstergelerine bakalım.

Malum TÜİK ulusal geliri, GSYİH’i, gelir yöntemiyle de hesaplamaktadır. Bu yöntemle kabaca ulusal gelirin emek ile sermaye arasında nasıl bölüşüldüğünü görebiliriz. Ancak TÜİK’in hesaplamalarında ciddi bir eksiklik var. TÜİK hesaplama yönteminde kendi hesabına çalışanların üretimlerinden gelen tüm geliri “işletme artığı/karma gelir” başlığı altında toplamaktadır. Böylece devasa kapitalist işletmelerin kârlarıyla küçük köylünün tarımsal geliri, ve hatta kentlerdeki mahalle berberlerinin ya da terzilerinin gelirleri aynı başlık altında toplanmış olmaktadır. Oysa sayıları 4 milyonun üstünde olan bu kendi hesabına çalışanların gelirlerinin bir bölümü bu kişiler aynı zamanda doğrudan kendi emek güçlerini kullandıkları için ücret geliridir. 

Başka bir ifadeyle kendi hesabına çalışanların gelirlerinin hem bir ücret hem de bir kâr bileşeni vardır. Hatta Türkiye’de çoğu kendi hesabına çalışanın geliri asgari ücretin bile altındadır, diğer bir ifadeyle kendi hesaplarına çalışarak emek harcayan bu geniş kitle aslında kâr geliri elde etmemektedir. Ancak biz artık (kâr, faiz ve rant) ile ücret arasındaki paylaşıma bakarken kendi hesaplarına çalışan kitlenin ücret gelirlerini net artık/karma gelir kategorisinden çıkardık ve bunu ücret kategorisine ekledik. Burada her bir kendi hesabına çalışanın gelirinin asgari ücrete kadar olan bölümünü ücret, kalanını ise kâr olarak kabul ettik.  Kendi hesabına çalışan sayısını aylık asgari ücret ve üç ile çarparak (her yıl için sadece III. Çeyrek değerlerini karşılaştıracağımız için) bu meblağı ücret ödemelerine ekleyerek net artıktan düştük. Aşağıdaki grafikte 2014’ün III. çeyreği ile 2021’in III. çeyreği arasında hem TÜİK’in hesaplamasına göre, hem de bizim düzeltilmiş hesaplamamıza göre ücret ve artık (sermaye ve servet gelirleri) paylarının gelişimini vermektedir. 

Görüldüğü gibi ele alınan dönem içinde emekçilerin ve çalışanların payı özellikle 2019’dan sonra hızla aşınmıştır. Aslında daha uzun zaman boyutuna bakıldığında dalgalanma gösterse de emeğin payının eğilim olarak giderek azaldığı görülecektir. 

Dolayısıyla temel bölüşüm göstergelerinde her şey sermayenin lehine işlemiş gibi görünmektedir.  

Ancak bu sadece ilk izlenimdir ve ilk izlenimler genelde yanıltıcıdır. Şimdi de daha belirleyici göstergelere bakmak gerekiyor. Aslında kapitalist devletin ürettiği istatistiklerden emek sömürüsünü hesaplamak zahmetli bir iştir (malum istatistikler kaba burjuva iktisadının kategorilerine göre derlenir ve sunulur). Bazı varsayımlar yapmak zorundayız. Örneğin Türkiye’de kendi hesabına çalışanların çok büyük bir bölümü emekçileşmiş ya da emekçileşmenin eşiğindedirler. Bu kitlenin önemli bir bölümü (yarısı kadarı) köylüdür, ve bu köylülerin çok ama çok küçük bir bölümü (70 -80 bin civarı) sürekli bir şekilde emekçi çalıştıran tarımsal kapitalisttir. Geri kalanı çok da büyük olmayan toprak parçalarında aile tarımı yapan (ya da çok kısa bir süreliğine, örneğin yazları, mevsimlik tarım işçisi kiralayan) çalışanlardır. Kentli kendi hesabına çalışanların da çok büyük bir bölümü yine ücretli emek kullanmayan kitledir. Çok küçük bir bölümü (örneğin serbest çalışan doktorlar, avukatlar, muhasebeciler…) kentli profesyonel olarak çalışan ayrıcalıklı bir kitledir. Dolayısıyla bu küçük azınlıkları yok sayarak kendi hesabına çalışanlar sayısını ücretli istihdama katmalıyız. 

Bunun yanında bir de özellikle köylü hanelerde sayısı bol bir şekilde bulunan (kentli hanelerde de bir miktar mevcuttur) ücretsiz aile emekçileri vardır. Bu kitle çift katmanlı sömürülmektedir. Önce kendi haneleri onların ürettiği artığa el koymaktadır, ikinci katmanda ise bu artığın çok önemli bir bölümü genelleşmiş sermaye birikimi döngüsüne aktarılmaktadır. Bu kitle böylece önce hane, sonra da sermaye tarafından sömürülmektedir. Bu kitle de (sayıları uzunca bir süredir azalış göstermektedir) genel emekçi kitlesine katılmaktadır. Bu iki eklemeyle birlikte Türkiye’de en geniş anlamıyla emekçi kitlesinin büyüklüğüne ulaşmış bulunmaktayız. 2021’in üçüncü çeyreği için emekçiler toplamı yaklaşık 27 milyon kişidir.  

Şimdi yukarıdaki analizde kullandığımız düzeltilmiş ücret ve artık toplamını toplam emekçi kitlesine bölerek her yılın III. çeyreği için emekçi başına ücret ödemesini ve emekçi başına artığı bulalım. Bulduklarımız nominal değerler olduğu için bu değerleri fiyatların etkisinden arındırmak ve reel değerlere ulaşmak için bir fiyat endeksiyle bölmemiz gerekiyor. Biz burada önemli olanın sermaye birikimi açısından emekçi maliyeti ve emekçinin ürettiği artık olduğu varsayımıyla Yurtiçi Üretici Fiyatları endeksini (ÜFE) tercih ettik. Reel hale getirdikten sonra her bir değişkenin belirli bir yılda aldığı değeri analizimizin ilk yılı olan 2014 için o değişkenin değerine bölerek, kısacası 2014’ü 100 kabul ederek bir endekse dönüştürdük. Ayrıca emekçi başına artığı emekçi başına ücrete bölerek kabaca sömürü oranını da bulduk. Bu bize her bir emekçinin ürettiğinin ne kadarına kendisinin, ne kadarına ise sermayenin el koyduğunu gösteren bir orandır.  Kabaca sömürü oranını göstermektedir. Grafik 2 bu endeks değerlerini göstermektedir. 

Özellikle 2021’de hem çalışan başına reel ücrette, hem de çalışan başına reel artıktaki çöküş çok çarpıcıdır. Örneğin reel ücrette çöküş % 25 dolayındadır. Reel ücretteki erime reel artıktaki erimeden daha yüksek bir oranda gerçekleşmiştir. Sömürü oranı ise 2016’nın III. çeyreğinden 2021’in aynı çeyreğine kadar, 2019’daki düşüş hariç, artış göstermektedir. Emekçiler giderek daha fazla sömürülmektedirler. Emek verimliliği ise 2021’in III. çeyreğinde bir önceki yılın aynı çeyreğine göre % 10’dan fazla bir düşüş göstermiştir. Peki öyleyse Türkiye kapitalizmi bu dönem içinde nasıl dolu da % 7,4 büyüdü? Onu da devletin resmi istatistiklerini yayınlayan kuruma sormak gerekir. 

Gelelim daha uzun bir vadede Türkiye’de sermaye birikiminin izlediği yola. Grafik 3 TCMB verilerinden hesaplanan reel sektör kârlılığını göstermektedir. Görünen o ki sermaye birikimin kâr oranlarında düşüş eğilimini uzunca bir süredir yaşamaktadır. Sırf bu birikim krizi nedeniyle sermaye bulabildiği tüm yabancı ve yerli kaynağın üstüne çökmektedir. AKP ise politikalarıyla buna aracılık etmektedir. Ancak vurgulandığı gibi kendisi krize dönüşen yapıda her kısa soluklanma uzun süreli boğulma anlamına gelmektedir. Kur veya faiz; bir gün inerler, iki gün çıkarlar. Yapısal sorunlar ise bakidir. Kriz mutlak ve süreklidir. 

Gerçekten sunucu bakanın gözlerinde ne gördü ki acep?

Serdal Bahçe / SOL


Hiç yorum yok:

Yorum Gönder