(I)Sinema ve Faşizm
1980’lerde başlayan “Yenidünya Düzeni”nin sonuna geldiğimiz şu günlerde, küresel ilişkiler, varoluşlar yeniden yapılanıp, ‘yeni bir “yenidünya düzeni” kurulurken yakın geçmişte hayal bile edemeyeceğimiz değişimler, oluşumlar yaşanıyor. Bir insan ömrü diyeceğimiz 100 yıllık süreçte çok şey yaşandı ve bugünün genç kuşağı hariç çoğumuz bu yaşananlara tanıklık ettik.
Gerçeğin yerine ‘sanal’ın olgunun yerine algının geçtiği geldiğimiz noktada izler birbirine karıştı, netlikler flulaştırıldı. Örneğin daha önce de başka bir yazıda söylediğim gibi, tanım kullanıma sürüldüğünden bu yana en çok “Beyaz Türk” eleştirisine Beyaz Türk’ler yaptı tanımını onlar kullandı kendileri dışındakileri küçümsemek için.
Bugün da “faşist” sözcüğünü en çok on yıllardır bu ülkede faşist olarak tanımlanan bilinen çevreler kullanıyor, kendilerini antifaşist olarak tanımlıyor. Bugünün iktidarını elinde tutan ana güç ve yavru güç, iktidar ittifakı buna örnektir. 50 yıldır faşist olarak tanımlanan MHP ve ülkücü kesim bugün kendileri dışında herkesi faşist olmakla suçluyor.
Devletin bütün kurumlarını ele geçirerek devletin kendisi olan ve iktidarını baskı, zulüm, yasak, sansür, işkence dikta vb. faşist uygulamalarıyla sürdüren iktidar partisi de kendisi dışındaki (MHP hariç) tüm muhalefeti, tüm kurumları, STK’leri, muhalif medyayı faşistlikle suçluyor. Peki, nedir bu faşizm, kimdir faşist?
Asıl konuma ‘Sinema ve Faşizm’ üzerine yazmadan önce bazı bilgi ve notlar paylaşmak isterim.
FAŞİZM ÜZERİNE KISA NOTLAR
Bilinen bir söylemdir; Nazilerden daha tehlikeli olanı, onları alkışlayan kalabalıklar, sıradan insanların faşizme katılması ve onay vermesidir.
Şiddet ve kaba kuvvet kullanan insanları, toplulukları alkışlayan, destek veren, destek verir hale getirilen insan ve insan topluluklarının sessizliğiyle, sessizleştiği noktada başlıyor belki de faşizmin hayat bulması.
Geçtiğimiz yüzyılın en önemli Avusturyalı kadın yazarlarından bizim de Malina adlı romanıyla tanıdığımız Ingeborg Bachmann faşizm üzerine şunları söyler: “Faşizm, atılan ilk bombalarla başlamaz. Her gazetede üzerine bir şeyler yazılabilecek olan terörle de başlamaz. Faşizm, insanlar arasındaki ilişkilerde baslar, iki insan arasındaki ilişkide başlar... Ve ben anlatmak istedim ki, savaş ve barış yoktur, hep savaş vardır.”
Çok doğru olan bu tanımlamayı şöyle açabiliriz; “iktidar” olan, iktidar ilişkilerinin olduğu her yerde faşizm vardır.
Bu şiddet çelişkinin, çatışmanın dozuna göre çeşitlenir. Zengin’in yoksul, üzerinde,
Patronların işçiler üzerinde, erkeklerin kadınlar üzerinde, beyazların beyaz olmayanlar, heteroseksüellerin LGBT bireyler üzerinde uyguladığı baskı ve şiddete tanığız. Bu örneklemeyi aile, okul, güzel-çirkin, zayıf-şişman vb. örneklerle çoğaltabilir, çeşitlendirebiliriz.
Ingeborg Bachmann gibi söylersek faşizm önce, iki insan arasındaki ilişkide başlar...
Bir inanç-ideoloji olarak var olan faşizm ve tarihsel süreci üzerine de şunlar söylenebilir:
Faşizm 23 Mart 1919 tarihinde, Benito Mussolini önderliğindeki bir grup İtalyan’ın Sosyalizme-komünizme karşı savaş açarak başlattıkları hareket ile başlar, 1920’li yılların başında İtalya’da güç kazanır. Faşist hareketin başında yer alan Mussolini’nin İtalya’da etkili bir politikacı olması, mevcut iktidara duyulan tepki, ülkede etkisini derinden hissettiren işsizlik, faşizm ideolojisinin geniş kitleler tarafından benimsenmesine ve İtalya’da iktidar olmasına kadar gidecek olan sürece yol açar.
Genellikle Nazizm ideolojisi Almanya ve dönemin Alman Devlet Başkanı Adolf Hitler ile iç içe geçmiş kavramlar olarak kabul edilmekle birlikte faşizm denilince ilk akla gelen kavramlar da İtalya ve dönemin İtalyan Devlet Başkanı Benito Mussolini olmaktadır. Bu açıdan, faşizm tanımı yapılırken, faşist hareketin 1919 -1945 yılları arasında Benito Mussolini’nin başını çektiği ve 1925-1945 yılları arasında İtalya’nın resmi devlet ideolojisi haline gelen politik güç olduğu söylenebilir.
Adolf Hitler’in 1919 yılında, Almanya’da başlattığı nasyonal sosyalist hareket İtalyan faşizminin bir uzantısı olarak görülebilir. “Hitler’in Almanya’daki iktidarının, Mussolini’den tam 11 yıl sonra gerçekleşmesi, Nazizmin faşizmin farklı bir versiyonu olduğu yorumunun doğmasına da neden olmuştur. Bunun altında yatan temel neden, Nazizm ve faşizmin çoğu öğretisinin birbirine çok benzer olmasıdır. Bu yüzden, nasyonal sosyalizm ve faşizm kimi zaman aynı kavram olarak görülebilmektedir. Hatta Adolf Hitler önderliğinde nasyonal sosyalist hareket kimi zaman Alman faşizmi olarak adlandırılmaktadır.”
Faşizmin bugünkü uygulamalarında da gördüğümüz temel özelliklerinden söz edersek, Nazizm ideolojisi de İtalyan faşizmi de kahramanlara büyük önem vermektedir. İtalyan tarihindeki büyük devlet adamları ve komutanlar faşizm ideolojisi içinde yüceltilir. Alman ve İtalyan faşizminde bize çok da yabancı olmayan bu uygulamalarından söz etmeyi sürdürelim: İtalya’nın geçmişteki büyük zaferleri, modern dönemde faşizm olgusu içinde tekrar yeşerebilecek olan büyük umutları da beraberinde getirmekteydi. Bu açıdan, faşizmin ideolojik amacı derin ulusal kökler temelli “yeni bir adamın” (Kadınlara ideolojik olarak daha az yer verilmekteydi) oluşturulmasıydı. Bu “yeni adam” faşizmin önderi Benito Mussolini’den başkası olamazdı. Bu yüzden Mussolini, kayıtsız şartsız tek önder ve tüm yetkilere sahip olan İtalyanca “il duce” (lider, önder) unvanını alır. Böylece faşizm çatısı altında her şey Mussolini’nin de facto liderliği üzerine belirlenmekteydi.
Alman faşizminde, Nazizm’de de führer (önder) olarak Adolf Hitler kayıtsız, şartsız tek önder ve tüm yetkilere sahipti. Adolf Hitler, Nasyonal Sosyalist Alman İşçi Partisinin ve Üçüncü Alman İmparatorluğu’nun yöneticisi olduğu dönemde hep ‘führer’dir.
Son olarak yaşanan onca deneyimden sonra üzücü bir gelişme olarak şunu da söyleyip konumuza geçebiliriz; faşizm ideolojisi, günümüzde neofaşizm adı altında farklı ülkelerde ortaya çıkmakta, milliyetçilik, ırkçılık, ırkçı-milliyetçilik artmakta, yaygınlaşmakladır.
(*) “Sinema ve Faşizm” başlıklı yazımın uzun versiyonu Klaros Dergi’nin Sanat ve Faşizm temalı sayısında yer almıştır. (2021, Yıl: 2, Sayı: 4 Sf. 13)
(II) Faşizm ve devrim sineması
“Faşizmin, karşı devrimci niteliği ona, bilmece gibi bir başka özellik daha kazandırmıştır. Karşı-devrimci olmayı başarması için kitle seferberliği konusunda becerikli olması gerekir. Sokaklarda sükunet arayan burjuva demokratlarının aksine faşistler, sokaklarda devlet-polis-ordu destekli güç gösterilerinden, kavgalardan, kalabalık kabadayılıklardan güç alır. Fakat bunu her zaman karşı-devrimci söylemleri en önde tutarak yapmaz. Faşizm, kitleleri seferber etmek üzere eylemli bir örgütlülük önerir ve bu pratiğini devrimci bazı görüşleri aşırıp aşındırarak yapar.”(*)
DİMİTROV’UN FAŞİZM TANIMI
Komünist Enternasyonalin VII. Kongresine sunduğu raporda Dimitrov’un faşizm ve emperyalizm arasındaki bağa dair yazdıkları sonraki yıllarda da kabul görür. Dimitrov, tekelci sermayenin en gerici emperyalist kesimlerinin, bunalımın bütün yükünü emekçilerin omuzlarına yüklemek ve dünyanın yeniden paylaşımıyla pazarlar sorununu savaş yoluyla çözmek amacına sahip olduklarını ve bu yüzden faşizme gereksinme duyduklarını belirtmiştir. Dimitrov’a göre, onlar, aynı zamanda, ‘İşçilerin ve köylülerin devrimci hareketini dağıtarak ve dünya proletaryasının kalesi Sovyetler Birliği’ne askeri baskın yaparak devrimci güçlerin gelişmesinin önüne geçmek’ girişimindeydiler. Dimitrov böylece faşizmin işlevini belirliyor ve Yeni Çağın sınıf çatışmalarında, özellikle kapitalizmin genel bir bunalıma düştüğü koşullarda nasıl bir rol oynadığını tanıtlıyordu. (...) Ve uluslararası güçler dengesi izin verdiği sürece, sosyalizmi dünyadan silmeye ya da son derece zayıflatmaya çalışır. Bu durumda, faşizm mali sermayenin en gerici güçlerini emperyalizmi tarihsel savunma durumundan kurtarmak tarihin çarkını geri döndürmek üzere başvurdukları saldırgan bir girişimdir. Faşizm her şeyden önce doruk noktasına varmış bir milliyetçiliktir. Kutsallaştırılmış millet, en yüce değerdir.
Faşizm, emperyalizm çağında, kapitalizmin derinleşen bir yapısal bunalımı sürecinde, proleter bir devrimin burjuva demokratik yollardan engellenemediği koşullarda egemen güçlerin ve aygıtlarının yetersiz kaldığı bir politik zemininde ortaya çıkar.
SİNEMA VE İDEOLOJİK KULLANIM
Bütün dallarıyla sanat, insan kalabilmenin biricik aracı olarak sürdürür varlığını. Sanat hayattır ve insanları buluşturur, birleştirir, bilinçlendirir, farkındalıkları çoğaltır. Hayatı halkların, insanların kardeşlik bahçesine dönüştürür. Sanat, hayatın gerçekliğinden etkilendiği gibi onu etkileyerek sürdürür varlığını ve toplumsal dönüşüme katkısını. Bu nedenle de iktidarların, devletlerin hedefindedir.
Başlangıcında bilimsel bir buluş olarak icat edilen sinema sanat olduğu kadar en yaygın, geniş yığınları sarmalayıp etkileyebilen, sosyalleştiren bir kitle iletişim aracıdır da aynı zamanda.
En yaygın ve etkili kitle iletişim aracı olarak sinema, yayılmacı devletlerin de ülke iktidarlarının da kitleleri doğrudan ya da dolaylı olarak etkilemek, yönlendirmek için kullandıkları bir araç da olabilmektedir. Bu açıktan olabildiği gibi dolaylı ve izleyicinin bilinçaltını hedefleyerek mesajların iletilmesiyle de olabilmektedir.
Yaşanan toplumsal süreçleri ve sinemaya yansımasını:
- Ekonomik Değişimler,
- Siyasal Değişimler,
- Toplumsal Değişimler,
- Bireysel Değişimler başlıkları altında tanımlayabiliriz.
Sinemanın bu özellikleri iktidarlar, egemen ideolojiler tarafından kendi iktidarlarını yeniden üretmede ve sürdürmede bir araç olarak kullanılmıştır. Örneğin, II. Dünya Savaşı sırasında İtalya’nın ve Almanya’nın faşist hükümetleri de faşizm propagandasını yapmak ve halkı faşizmin amaçları doğrultusunda yönlendirebilmek için sinemayı kullanmışlardır. Yine Ekim Devrimi’nden sonra Sovyetler Birliği’nde sinema devletleştirilmiş ve devrimi geniş halk yığınlarına yaymada yararlanılmıştır. Günümüzde de Hollywood’un sinemasında Amerikan siyasal yaşamının, egemen ideolojisinin etkisini, etkilemesini görürüz. Sinemanın önemini, gücünü ilk fark eden ülke-devlet devrim sonrası Sovyetler Birliği’dir.
DEVRİM SİNEMASI
Dünyanın o günkü koşullarında yaşanan sınıfsal çatışmaların derinleşmesi ve yükselen güçlü bir dalgayla Avrupa’da olması öngörülen uzak bir düş, bir ütopya gibi görülen ‘sosyalist devrim’ Ekim Ayaklanması sonrası Rusya’da gerçekleşir. “Büyük Ekim Sosyalist Devrimi” olarak tarihe geçen devrimle Petrograd’daki geçici hükümet devrilir, iktidar Lenin önderliğindeki Bolşeviklere geçer ve Sovyetler Birliği kurulur.
Ekim Devrimi, yalnızca insanlığın “başka ve daha güzel bir dünya” düşünün ve yeni devrimlerin yolunu açmakla kalmaz, kültür-sanat alanında da büyük atılımların, yeniliklerin önünü açar.
Sanat alanında büyük bir birikime, önemli bir kültürel mirasa sahip olan Rusya’da devrim sonrası sinema alanında büyük bir atılım yaşanır. Devrim sinema tarihinin akışını değiştiren, sinema tarihine görkemli filmler ve kuramlar ekleyen Eisenstein, Pudovkin, Dovjenko, Kuleşov, Vertov, Yutkoviç gibi ustalar kazandırmıştır.
Devrimin Önderi Lenin sinemanın halk kitleleri üzerindeki etkisinin, öneminin farkındadır. Lenin, 27 Ağustos 1919’da özel film ve fotoğrafçılık girişimlerini ulusallaştıran/devletleştiren “Fotografik Ticaret ve Sanayinin Halk Eğitim Komiserliğine Devri Hakkında” Halk Komiserleri Konseyi Kararnamesini imzalayarak Sovyet sinemasının doğumunu da sağlar.
1919’da Vladimir Gardin tarafından dünyanın ilk sinema okulu olarak kabul edilen Sovyetler Birliği Devlet Sinematografi Enstitüsü (VGIK) kurulur. Devrimin yarattığı yeni bir dünya ve yeni insan oluşturma coşkusu ve devrimin sunduğu olanaklar çok sayıda genç insanın sinema yapmasını sağlar.
Devrimin ilk günlerinde sinema etkinlikleri “gerçekliğe bağlılık eğilimi” ve ham film kıtlığının da etkisiyle montaj çalışmaları yoluyla sürdürülüyordu. Moskova Film Komitesinde “Yeniden Kurgulama Bölümü” de kurulur. Sovyet sinemasının ilk montaj teorisyenlerinden kabul edilen Vladimir Gardin’in bu bölümde verdiği konferansın Lev Kuleşov üzerinde de büyük etkisi olur, sonrasında Gardin’in düşüncelerini geliştirdiği söylenir.(sürecek)
(*) Sinema ve Faşizm başlıklı dizi yazıların kaynakçasını yazıların bitiminde vereceğim
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder