28 Ocak 2022 Cuma

Gregor Strasser – Faşizm faşistleri de vurur (IV-V) - SERDAL BAHÇE/SOL

 (IV)

Siyaseten yenilen Gregor ideolojik olarak da yenilmişti. Nazi Partisi’nin sermaye ve mülk sahipleri lehine uluması gerekecekti.


Tarihin gördüğü en komik darbe girişimiydi Birahane Darbesi. Sokağın faşistleri çıktılar, yürüdüler, iki kurşun sıkılınca tabanları yağladılar. Bir şeyi iyi öğrendiler; faşizm sokaktan gelmeyecekti. Kapitalist devlet onları davet etmedikçe iktidara gelemezlerdi. 

Faşizm ve kapitalist devlet arasındaki ilişkiyi bir kere daha vurgulayalım. Faşizm kapitalist devletin bir momentidir; onun dışında değildir. Sadece Almanya’nın Nazizm deneyimi değil, kapitalizmin ondan sonraki tarihi de bunu kanıtlayacaktır. Bu anlamda Marksist solda bile oldukça destek gören bir tezi şimdi eleştirmek gerekiyor. Faşizmi sadece sokaklardan gelen sergerde bir güruhun bünyesine ait, ırkçı, gerici, antikomünist ve histerik bir siyasi program olarak görmek ne yazık ki bedeli ağır bir hata olmuştur. Faşizm sermayenin sadece tekelci fraksiyonun, ya da küçük burjuvazinin, ya da servet ve mülk sahibi başka bir sınıf koalisyonun dünya görüşü de değildir. Dahası güdük burjuva demokrasisinin anti-tezi hiç değildir. Faşizmi burjuva demokrasisiyle yıkamaya çalışmak kurdu sürüyü gizliden ele geçirmiş başka bir kurtla öldürmeye çalışmak gibidir. 

Adolf iyi anlamıştı bunu. Beş yıla hüküm giydi, Landsberg hapishanesine atıldı. Gerçi resmen faaliyetleri yasaklanmıştı ancak Nazi partisi el altından hala çalışıyordu. Adolf stratejiyi toptan değiştirme kararını aldı. Darbe veya isyan gibi yollardan tamamen vazgeçilecekti; iktidara Weimar demokrasisinin sağladığı yollar ile gidilecekti. Weimar, Weimar’ın araçları kullanılarak yok edilecekti. Adolf faşizmin sokaktan gelmeyeceğini anlamıştı. 

Gregor ise mahpusluktan yırttı, hatta Nazi Partisi’nin siyaseten yasaklanması ona yeni kapılar açtı. Aslında Nazi Partisi’ne getirilen yasaklar da göz boyamadan ibaret idi. Komik darbe girişimine doğrudan katılanlar dışında partinin hücreleri ve kadrolarına dokunulmamıştı bile. Bu hem yerel hem de federal bürokrasinin Nazi Partisi’ne karşı ılımlı ve hoşgörülü tavrının açık kanıtıydı. Bavyera’da Nazi Partisi üyeleri bazı diğer aşırı sağcı gruplarla bir blok oluşturarak yerel ve genel seçimlere girdiler. Strasser 1924’de bu blokun adayı olarak Bavyera Landtag’ına (eyalet meclisi) seçildi. Hemen ardından da Alman aşırı sağının yeni bir zaferiyle federal seçimlerde Reichstag’a seçildi. Gregor olağanüstü bir hatip değildi gerçi ama meclis kürsüsünde yaptığı konuşmalarda sırdan faşizmin demagojilerini cesaretle haykırıyordu. Örneğin Landtag’da yaptığı bir konuşmasında Marksizmi şöyle tanımlıyordu:

“Marksizm anti-Alman, kültür karşıtı yıkıcı bir doktrin olduğunu kanıtlamıştır; büyük toplumsal amaçlar için değil, Yahudi kışkırtıcılar tarafından yönlendirilen, uluslararası yüksek finans tarafından bütün ulusların ulusal ve ekonomik bağımsızlıklarına karşı sürdürülen açık bir güç mücadelesidir”1

“Yahudi”, “Marksizm”, “Uluslararası finans”; alın size faşizmin (ve hatta bilcümle sağcıların) sürekli olarak kullanacağı söylem düzeyindeki çorbanın asli unsurları. Bu paçavra söylem o zaman ve sonrasında sağın daimi jargonunun bayağılığının göstergesiydi.  Gregor ise sıradan faşizmin sıradan bir temsilcisiydi işte. 

Güdük Weimar Cumhuriyeti, başına aynı anda gelen iki felaket karşısında çapsız ve hazırlıksız olduğunu göstermişti. Birincisi Almanya savaş tazminatlarını ödemekte güçlük çekince 1923’ün sonlarında Fransa ve Belçika’nın Ruhr’u işgaliydi (ki hem ABD hem de İngiltere buna karşıydılar). Bu içinde Versay’a karşı bitmeyen bir kin olan Alman sağını daha da kışkırtmaktan başka bir işe yaramadı. Dahası Alman aşırı sağına karşı toplumsal destek giderek güçlendi. İkincisi ise daha önce de bahsedildiği gibi hiperenflasyondu. 

Strasser sokak faşizminden kürsü faşizmine doğru kaysa da hapisteki Führer’i kurtarmak için diğer Naziler kadar çabalıyordu. Bu arada siyasi birliği dağıtılmış Nazi Partisi’nin aktif üyeleri siyasi haytalarını diğer aşırı sağ örgütlerin çatısı altında sürdürürken etki alanlarını giderek Bavyrea’nın ötesine taşıdılar. Örneğin Strasser Westphalia bölgesi milletvekili olarak girdi Reichstag’a.  

Gregor, bu dönemde dağılmış ve başsız durumda kalan Nazi Partisi’ni bir arada tutan temel figür olarak ortaya çıkıyordu. Adolf hapisteydi, Göring ve diğerleri hapisteydi ve onların yokluğunda Strasser hem dağılmayı engelliyor hem de Nazi partisi’nin Adolf’ün yeniden partinin başına geçmesinden sonra izleyeceği yolu döşüyordu. 

Yeniden bir vurgu yapalım Faşizmin tarihindeki iki öncü deneyimin her ikisinde de – hem İtalya’da hem de Almanya’da – faşizm anayasal ve legal yollardan iktidara geldi. Sırf bu olgu bile faşizmi açıklarken sürekli sokağı ve sokak şiddetini referans alan sağcı ve solcu yorumların oldukça hatalı olduklarını göstermektedir. İki nedenle. Birincisi bu yorumlar kapitalist devletin organizasyonel işlevi ve kapasitesiyle, siyasi görünümünü birbirine karıştırmaktadırlar. Açıklayalım; kapitalist devlet organizasyonel işlevi ve kapasitesine halel gelmedikçe vitrindeki herhangi bir siyasi rejim türüyle idare edebilecek esnek bir yapıdır. İkincisi ise, burjuva demokrasisinde, çok sıra dışı ve işçi sınıfının çokça eylemli olduğu ve sistemi zorladığı dönemler dışında, iktidar olmak sadece meşruiyete ve temsiliyete dayanmaz; aynı zamanda teslimiyete de dayanır. Kapitalist bir devlette iktidar olabilme yetisi kesinlikle sermaye ve mülk sahiplerinin uzun erimli çıkarlarına ne kadar teslim olabileceğinizle ilgilidir. Sırf ama sırf bu nedenle özü itibariyle kapitalist bir devlete iktidar olan sosyalistler başarısızlığa mahkum iken, kapitalist bir devleti en küçük hücresine kadar parçalayabilen sosyalizm tek alternatiftir. 

Geri dönelim; Gregor, Adolf’ün hapisten çıktığı 1925 yılında kadar siyasette pek aktif bir hayat yaşadı. Örgütlenme kapasitesini geliştirerek gerçekten Nazi Partisi’ni o zamanlarda emsalleri çokça görülen ve hızla yok olup giden diğer aşırı sağcı örgütlerden farklı bir örgütsel düzeye getirdi. Bu iş yoğunluğu içinde Bavyera’daki işlerini yürütebilsin diye bir de sekreter buldu.  O zaman için önemsiz ve silik bir karakter olan Heinrich Himmler Nazizm stajına Gregor’un kanatları altında başlayacaktı; hikayenin sonunda ise Gregor’un katillerinden biri olacaktı. 

Adolf Bavyera adalet mekanizmasını elinde bulunduran sağcıların büyük bir teveccühüyle 1925’de hapisten çıktığında, örgütsel olarak dağınık bir görüntü sergilese de, artık ülke çapına yayılmış bir Nazi Partisi’ni hazır buldu. Ancak bir gariplik vardı, Hitler başta pek bir şeye karışmak istemedi, hapislikten pek ürkmüştü. Geleceğin gözü pek Führeri kendi gölgesinden bile korkar bir haldeydi; tıpkı mahpusluğu bitince her şeye tövbe eden kabadayılar gibiydi.  Artık her şey yasal olacaktı.  Sonunda parti resmen yeniden hayata geçirildiğinde Adolf önce mutlak itaat istedi. Artık başka mahallelere mesken tutmuş bir kaçı dışında hemen herkes biat etti. Ya Gregor?  O Adolf yok iken sadece nazilerin değil diğer aşırı sağcıların da yükselen yıldızı haline gelmişti. Özellikle Bavyera’nın tutucu ve küçük burjuva havasından kurtulunca Kuzey ve Batı Almanya’da, yani işçi sınıfının daha baskın olduğu yerlerde örgütlü Nasyonal Sosyalistler içinde etkisi giderek artmıştı. Bu yeni Nazi öbekleri tıpkı Strasser gibi “Nasyonal Sosyalizm”deki güdük ve pespaye “Sosyalizm”i pek önemsiyorlardı. Gerçi onların “Sosyalizm”lerinin Marksist sosyalizme karşıt olduğunu her defasında vurgulasalar da işçi sınıfı katkısının partileri için elzem olduğunu düşünüyorlardı. Bu çevreler nezdinde Gregor’un yıldızı Adolf’unkinden daha bir parlaktı. Dolayısıyla onun biat etmesi tüm bu çevrenin Hitler’in parti yeninden açıldıktan sonra tesis etmeye çalıştığı Führerprinzip, Führer’in emrine kati biat ilkesine teslim olması anlamına gelecekti. Gregor’un Adolf ile açık olmasa da ilk defa karşı karşıya geldiği bir andı bu. Gregor ikircikli davrandı. Resmen biat eder gibi görünse de ona daha yakın bölgesel parti yöneticileriyle kendi güdük sosyalizmlerine uygun hareket etmeye çalıştı. Ancak yenildi. O yenlince ona sadık olanların bir bölümü de ne idüğü belirsiz Avusturyalı onbaşının peşine takıldılar. Bunlardan biri de yine Gregor’un devşirdiği Joseph Goebbels idi. 

Gregor’unki garip bir kaderdi vesselam; ileride katili olacak iki Brütüs’ü – Himmler ve Goebbels –  kanatları altına alarak yükselten oydu; katil ruhlu, liyakati ve sadakati olmayan, ve tarihin normal işlediği başka herhangi bir anda toplumun lağım çukuruna atılabilecek bu iki adam ise onun katili olacaklardı. 

Nazi Partisi’nin yeniden açıldığı bu dönemde Almanya’da yeni bir döneme giriyordu. Öncelikle savaş tazminatlarının yarattığı ekonomik sıkıntılarla ve Fransa- Belçika blokunun askeri ve ekonomik baskısıyla yılan Almanya’nın yardımına iki büyük emperyalist güç – ABD ve İngiltere – koştular. Amerikalı bir banker, Charles Dawes Almanya için avantajlı bir savaş tazminatı ödeme planı önerdi ve plan kabul edildi. İkincisi ise Almanya’nın da dahil olduğu ülkeler grubu Almanya’nın Batı ve Doğu sınırlarını, Versay’ın şartlarını esneterek, yeniden şekillendiren Lokarno Anlaşmalarını imzaladılar. Almanya ekonomisi giderek normalleşme eğilimleri vermeye başladı. Siyasi arena da ise ülkeyi 1920’lerin ikinci yarsında idare edecek merkez sağ koalisyonlar egemen oldular. Federal seçimlerden her defasında birinci parti olarak çıkan SDP’ye artık kimsenin ihtiyacı kalmamış gibi görünüyordu. SDP kendi tarihsel rolünü oynamış ve bir kenara atılmıştı. İleride Troçki SDP’nin kaderi için şöyle diyecekti: “Sosyal demokrasinin burjuvaziyi proletarya devriminden kurtarması gibi, sırası geldiğinde, faşizm de burjuvaziyi sosyal demokrasiden kurtardı”.

Adına “Roaring Twenties” (Kükreyen 20ler) denilecekti. 1920’ler ekonomik ve sosyal sıkıntılara rağmen yine de ekonomik, teknolojik ve kültürel büyük bir dönüşümün olduğu yıllardı. Bundan Almanya da, en azından 1920’lerin ikinci yarısında nasiplendi. İlk otomobilizasyon akını, sinemanın giderek kitleselleşmesi, cazın vahşi cazibesi ve bir dans salonu çılgınlığı. Sanki kapitalizm bir sonraki on yıldaki büyük çöküşünden önce son bir ölümcül öfori (euphoria) yaşıyordu. Almanya’da da işler normale dönmüş gibi görünüyordu; Almanya batı kapitalizminin elit cemiyetine kabul edilmiş ve yalnızlığı bitmiş gibi görünüyordu. Oysa 20lerdeki kükreme gerçekten fos ve boş bir kükremeydi. 1929 Çöküşü adım adım yaklaşmaktaydı. Kapitalizmin kaçınılmaz kriz dinamikleri sinsice işlemekte ve hüküm günü gelmekteydi. Ölüme yürüyenlerin tatlı tatlı esrimesiydi görünen.  

Kükreyen 20lerde Nazi Partisi de yeni bir ideolojik ve stratejik hat tutturmak zorundaydı; siyasi ve ideolojik vizyonu sınırlı Adolf fark edemese de diğerleri fark ediyordu. Gregor bu nedenle Adolf’e boyun eğse de bu arayışın önemli olduğunu anlıyordu galiba. Nazi Partisi’nin önünde ona göre iki yol vardı; ya küçük burjuvaziye, sermaye ve mülk sahiplerine yakın Bavyrealı ve tutucu bir yol seçilecekti ya da onun ve ona yakın parti yöneticilerinin savunduğu işçici bir yol. Zavallı Strasser savunduğu paçavra sosyalizmin işçi sınıfını cezbedeceğini gerçekten düşünmüştü herhalde. Bu noktada bir denge ortaya çıktı; siyaseten liderliği ilk yolun bendelerine ve Adolf’e kaptıran Strasser ve ekibi en azından 1928 federal seçimlerine kadar söylemde ikinci yolun baskın olmasını sağladılar. Ancak nafile bir çabaydı çünkü işçi sınıfının çok büyük bir bölümü SDP’ye ve yine çok önemli bir bölümü ise Alman Komünist Partisi’ne (KPD) oy verdiler. SDP’nin birinci parti, KPD’nin ise  %10’luk oyla dördüncü parti olarak çıktığı seçimlerde Naziler sadece % 2,6 oy aldılar. Siyaseten yenilen Gregor ideolojik olarak da yenilmişti. Nazi Partisi’nin sermaye ve mülk sahipleri lehine uluması gerekecekti. 



Not: Görsel, Ludwig Kirchner’in Berlin Sokak Manzarası isimli tablosudur.  

  • 1.P. Statchura, Gregor Strasser …, ss. 33-34.
                                                                                                    ***
(V)

Röhm de yanılıyordu çünkü Alman devleti iktidarı vereceği Nazilerden “halk ordusu” türünden münafık ve zararlı düşüncelerden kurtulmasını isteyecekti. Röhm ve Gregor için son perde aralanıyordu.

“Kendimi mahvolmuş hissediyorum. Hitler nasıl biri? Bir reaksiyoner mi? Şaşırtıcı derecede hantal ve netlikten uzak…[Goebbels’in Hitler’in konuşmasından aktarması] Özel mülkiyet meselesini kurcalamayın! (“aynen böyle!”, Goebbels’in notu). Dehşet verici! Program yeterlidir. Onunla yetinin. Feder kafa sallıyor. Ley kafa sallıyor. Streicher kafa sallıyor. Esser kafa sallıyor. Seni (Hitler’i) bu ilişkilerin ortasında gördüğümde midem bulanıyor!!! Tartışma kısa sürüyor.  Strasser konuşuyor. Tereddütlü, titreyen, hantal, iyi ve dürüst Strasser. Tanrım bu domuzlar arasında ne zavallı bir karşılaşma! …Belki de hayatımın en büyük hayal kırıklıklarından biri. Artık Hitler’e inanmıyorum.”1

Goebbels 1925 yılında Hitler’in kuzeyli Nazi liderlerini yola getirmek için düzenlediği toplantıda yaptığı konuşma ile ilgili izlenimlerini böyle aktarmıştı. Nazi Partisi içindeki tutuculardan (Feder, Leys ve anti-semitik ve dengesiz Julius Streicher) nefret eden Goebbels Kuzey Almanyalı Nazi liderlerin eski rejimin prenslerinin mülklerine el konulması önerisini ve diğer önerilerini reddeden Hitler’i böyle tiksintiyle resmederken Starsser’i Golyat’a karşı savaşan Davut gibi betimlemişti. Goebbels o zamanlar radikallerden biriydi, sonra Hitler’e iltihak edecek ve Strasser’i de imha edecek Uzun Bıçaklar Gecesi’nin mimarlarından olacaktı. “Tereddütlü, titreyen” ama “iyi ve dürüst” Strasser’i satacak, “reaksiyoner” Hitler’e kapılanacaktı. Aslında Goebbels’i tiksindiği tutucu Nazilerin safına geçirecek süreç 1928’deki Reichstag seçimleriyle başlayacaktı. Bahsedildiği gibi bu seçimlere Strasser ve ekibinin işçileri öne çıkaran söylemiyle giren Naziler sadece % 2,6 oy aldılar. Ertesinde rotayı sermaye ve mülk sahiplerine, ve devleti kontrol eden tutuculara doğru kırdılar. 

Almanya Kükreyen 20’ler’in ikinci yarısında toparlanma emareleri gösterdi ve iç siyasetin merkez sağın komutasına geçtiği bir dönem yaşadı. Bu dönemde merkez sağ koalisyon İngiliz ve Amerikan emperyalizmleriyle iyi geçinmeyi tercih ederek Almanya’nın sırtındaki savaş tazminatı yükünün hafifletilmesini sağladı. Bu da ekonomik performansın en azından 1920’lerin ikinci yarsında iyi gitmesine yol açtı. Üstelik Alman merkez sağı ve aşırı sağı bu dönemde bir de emniyet supabıyla girdi. Rosa Luxemburg ve Karl Liebknecht’in katiline tetiği çektiren sosyal demokrat devlet başkanı Friedrich Ebert’in görev süresi 1925’de doldu. Yerine seçimle I. Dünya Savaşı’nın meşhur Tanenberg kahramanı, sağın ve aşırı sağın koruyucusu bunak Hindenburg başkan olarak seçildi. 

Ancak bu dönem bahsedildiği gibi seçmen kazanımı ve seçim başarısı açısından Naziler için kısır bir dönemi ifade ediyordu. Üye sayısı artıyordu ancak kitle tabanı çok zayıftı. Örgütsel gelişimin mimarı Gregor NSDAP’ı (Nazi Partisi’ni) aşırı sağdaki tüm rakiplerinin önünde lider parti haline getirdi. Bu dönemin Naziler açısından en önemli kazanımı buydu kuşkusuz. Ancak 1928 seçimleri büyük bir hayal kırıklığıydı. Sanki ilelebet küçük ve marjinal bir parti olarak kalacakmış gibi bir görüntüsü vardı Nazi Partisi’nin. Umutların solmaya yüz tuttuğu bu anda 1929 Büyük Bunalımı patladı. 

1929 Bunalımı Almanya’nın üstünden silindir gibi geçti; halihazırda savaş tazminatları ve borçlar yüzünden ciddi bir yük altında bulunan Almanya ekonomisi deyim yerindeyse iflas etti. İşsiz sayısı 1928’in Eylül ayında 650 bin kişi idi. Eylül 1929’da bir milyonun, Eylül 1930’da üç milyonun, Eylül 1931’de dört milyonun üstüne çıktı. Ocak 1933’de Almanya’da altı milyondan fazla işsiz vardı. Gıda fiyatları deflasyonundan dolayı sattığı ürünlerin fiyatları 1928’den beri düşen Alman köylüsü 1929 Bunalımı’na büyük bir borç yüküyle yakalandı ve yok olmanın eşiğine geldi. İşsizliğin yanında reel ücretler de yüksek bir oranda gerilediler. Ayrıca özellikle kentli küçük üreticiler kitlesel iflaslarla karşılaştılar. Alman ekonomisi bunalımın etkisinden yıllarca çıkamadı. 

Burada bir ara verelim. Kapitalizmde kriz dinamikleri içseldir, bundan dolayı işler iyi gider gibi görünürken bile derinden derine işlerler. Bir yerde onları derinde tutan karşı eğilimler güçsüzleşince su yüzüne çıkarlar ve tüm heybetleriyle kendilerini dışa vururlar. Dışavurum aslında kapitalizmin özünü ifşa etmek anlamına gelir aynı zamanda. Kapitalizmin krizi kapitalizmin tüm yapısal eğilimlerini kristalize hale getirir; daha kolay fark edilirler ve daha kolay teşhis edilirler. İşte bu anlarda emekçisinden burjuvasına tüm bireyler ve tüm toplumsal sınıflar halihazırda onları krizden koruyamayan çerçeveden çıkmak isterler. Dolayısıyla ekonomik kriz toplumsal krize dönüşür. Krizin yarattığı sınıfsal arayışlar ve bunlardan doğan merkezkaç eğilimler zımni olarak süren sınıf savaşımlarının şiddetini arttırır. 

1929 Büyük Bunalımı’nı yaratan ve Ekim ayında Wall Street’i çökerten dinamikler çöküntüden üç beş gün önce ortaya çıkan dinamikler değildiler. Milatları savaşın hemen ertesine, hatta bazılarına göre savaştan öncesinde tarihlendirilebilecek sistemik eğilimlerdi. Söz konusu bunalımı kendisinden öncekilerden ve daha sonra patlayacaklardan daha ağır ve travmatik kılan iki unsur vardı. Birincisi genel olarak sermayenin uzun erimli çıkarlarını gözeten kapitalist devlet henüz krizlerle baş edebilme konusunda çok hazırlıksızdı. Bu türden bir yeteneği kazanması için II. Dünya Savaşı’nın bitimini beklemek gerekecekti (hoş, yetenek kazandığı durumda bile krizi engellemek yerine sadece şiddetini düşürebilme kapasitesine sahip olacaktı). İkincisi ise emperyalist sistemin lidersizliğiydi. İki savaş arası dönem İngiliz emperyalizminin liderlik kapasitesinin yok olduğu ancak onun yerini alacak Amerikan emperyalizminin ise henüz bu görevi gönülden üstlenmek istemediği bir dönem olacaktı. Bu çerçeve içinde Wall Street’de başlayan yangın neredeyse ışık hızıyla küreselleşirken onun yayılmasını ve bulaşmasını engelleyecek emperyalist bir acil çıkış mekanizması yoktu henüz. Bu ortamda Büyük Bunalım kapitalizmin bekasını sorgulanır hale getirdi. 

Bekanın sorgulanmasının tek sebebi krizle baş edilememesi değildi. Stalin önderliğinde Sovyetler Birliği, 1920’lerin sonundan itibaren içine girdiği ve kollektivizasyon aracılığıyla da ivmelendirilen bir sürecin sonucu olarak hem nitel hem de nicel bir dönüşüm yaşamaya başlamıştı. Bu patlama kitlelerin, özellikle de emekçilerin dimağında sosyalizmi daha da çekici hale getirmekteydi. Kapitalizm çözülürken sosyalizm parlıyordu. Sosyalizmin bu moral ve ideolojik üstünlüğü tüm kapitalist toplumlar kadar Alman toplumunu da baskı altına alıyordu. 

Büyük Bunalım’ın tarumar ettiği Almanya’da yaklaşık 10 yıldır ülkeyi yöneten merkez sağ blok çatırdamaya başlamıştı. Burjuvazi, küçük burjuvazi, askeri ve sivil bürokrasi, ekonomik krizin yönetsel bir krize dönüşmesiyle birlikte, merkez sağdan aşırı sağa doğru kaymaya başlamıştı. Bu durum 1928 seçimlerinden sonra stratejisini değiştiren Nazi Partisi için yeni bir yaşam alanı yarattı. Büyük sermayeyle ilk temas daha Wall Street çökmeden ortaya çıktı. Amerikalı Owen D. Young’ın Dawes Planı’nı modifiye eden planı kabul edilince Alman burjuvazisi ve ordusu plana karşı açıktan harekete geçtiler. Geçtiler çünkü Almanya’nın yükünü hafifleten yeni planın en önemli şartı Almanya’nın Ren Bölgesi’nden çekilmesiydi. Hemen plan karşıtı bir platform kuruldu. Bu platformda Fritz Thyssen gibi büyük burjuvaların yanında Alman sağı ve aşırı sağının da temsilcileri bulunuyordu. Adolf de onlardan biriydi. Bu büyük burjuvaziyle ilk temastı, son da olmayacaktı. 

Büyük Bunalım’ın etkisiyle Nazi Partisi için yeni olanaklar ortaya çıkmıştı. Üye sayısı giderek artmaya başladı. Ancak üye sayısındaki artış bir yandan iyi bir yandan ise kötü sonuçlara gebeydi. İyi tarafı; Nazi Partisi marjinal bir parti olmaktan çıkmış ve bir tür kitle partisine dönüşmeye başlamıştı. Dalga yükselirken binenlerin genellikle kariyerist ve disiplinsiz olmaları ise kötü tarafıydı. Parti kitleselleştikçe tesis edilmeye çalışılan Führer’e mutlak sadakat, Führerprinzip, nasıl tesis edilecekti? 

Burada devreye yine zavallı Gregor girdi. Parti çizgisi üzerindeki mücadeleyi kaybetmişti ancak parti içindeki otoritesine dokunmaya henüz kimse cesaret edemiyordu. Parti kitleselleştikçe organizasyonda değişikliğe gitmek ve parti yönetiminin (aslen Hitler’in) otoritesini mutlak hale getirmek gerekiyordu. Kitleselleşmeyi örgütsel disiplin altına almak yine Gregor’a düştü. Almanya’nın dört bir yanını gezdi. Özellikle bunalımın feci şekilde vurduğu Alman köylüleri kitlesel olarak Nazi Partisi’ne akıyorlardı. Gregor, ileride onu yok edecek mekanizmayı, ilmek ilmek dokuyordu.

Parti açısından Strasser ailesinin yarattığı ilk önemli sorun Gregor’dan değil, kardeşi Otto’dan gelecekti. Gregor’un teşvikiyle partiye giren Otto, onun kurduğu Kampfverlag   yayınevini, abisinin örgütsel sorumluluklarından dolayı devralmıştı ve abisinin 1928 öncesinde savunduğu “sosyalist” çizgiye sadık bir yayın politikası sürdürüyordu. 1928 seçimlerinden sonra partinin sermayeye ve tutuculara doğru savrulmasıyla birlikte Hitler ve parti yönetimine yönelik eleştirel tonu yüksek bir dil tutturmuştu. Bu çatlak pratik mevzularda bile kendini gösteriyordu. Örneğin Otto ve ekibi Nisan 1930’da greve giden Saksonyalı maden işçilerini, Hitler’in yasağına rağmen, desteklemişti. Parti yönetimi içinde en büyük hasmı ise artık Hitler ve onun yeni politikasına iltihak etmiş olan Goebbels idi. Goebbels’in baskısıyla Hitler Otto ve ekibine önce gizliden, sonra açık bir şekilde cephe aldı. Sonunda Almanya seçime giderken 1930 Temmuz’unda Otto ve küçük ekibi partiden ayrılmak zorunda bırkaıldılar. Gregor, kardeşi bir şekilde zorla partiden istifa ettirilirken sesini çıkarmamıştı. Otto en azından canlı bir şekilde terk etmişti partiyi, Gregor’un ise ölü bedeni çıkacaktı. 

Gregor’un örgütsel atılımı 1930 Eylül’ünde yapılan seçimlerde semeresini verdi. Aslında Nazi Partisi’nin seçim başarısında pek tabi ki esas katkı Büyük Bunalım’ın yarattığı ekonomik ve sosyal çöküntüydü. Seçimlerde Naziler % 18,25’lik bir oy oranına ulaşarak Alman SDP’nin (Almanca kısaltmasıyla SPD) ardından ikinci parti oldular. Komünistler, KPD, ise % 13’lük bir oy oranına ulaşarak üçüncü sıraya çıktılar. Naziler ikinci, komünistler ise üçüncü sıradaydı. Merkez sağ burjuva partileri ise erimişlerdi. Yükselen sınıf savaşının dışa vurumuydu bu sonuçlar. Seçim sonuçlarından Alman burjuvazisi ve tutucu devleti gerekli dersi çıkarttılar; işçi sınıfını temsil eden partilerin iktidarını engellemek için Nazi Partisi artık elzemdi.  Üstelik sonuçlar Hitler’in komik Birahane Darbesi’nden çıkardığı temel dersi de doğrular nitelikteydi. Anayasal ve yasal yollarla iktidara gelmek dışında bir seçenek yoktu. Kapitalist devlet bir yerde iktidarı verecekti. 

Seçimin hemen ardından partide keyifleri kaçıran bir başka gelişme daha ortaya çıktı. SA iç savaş sırasında sokakları komünistlere ve işçilere dar etsin diye kurulmuş paramiliter bir sokak gücüydü. Adolf yasallığı bir yol olarak tutturunca ve Almanya’da siyaset görece şiddetten arınmış bir rotaya girince SA ile ne yapılacağı ciddi bir tartışma konusu olmuştu. Sonunda SA ayakta kaldı ancak bir tür koruma gücüne dönüştü. Parti toplantılarını koruyor, yerelde parti lehine üye kaydediyor ve propaganda yapıyordu. Özellikle bunalımla birlikte Alman gençliğinin bir bölümü Komünistlerin paramiliter örgütlerine yönelirken bir bölümü de SA’yı tercih ediyordu. SA yöneticileri SA’nın partinin genel yapısı içinde tam olarak nereye oturduğu konusunda aydınlatılmayı bekliyorlardı. Bunun bir kriz yaratacağı açıktı. Nitekim Nazilerin Reichstag’da 107 sandalye kazandıkları seçimlerden önce en azından bazı bölgelerde SAların da aday olarak gösterilmesi parti yönetiminden talep edildi, ancak Adolf ve parti kodamanları bu talebi yok saydılar. Seçimlerden sonra ise söz konusu talebin karşılanmamasının yarattığı hayal kırıklığı bir krize dönüştü. Adı Walter Stennes idi. Doğu Almanya’da örgütlü SAların lideriydi. O da aday olmak istedi galiba. Aday gösterilmeyince açık siyasi ve parlamenter çalışmaya karşı hıncı (siz bunu Adolf’e ve şürekasına karşı hıncı diye okuyun) arttı. Berlin’e geldi ve Adolf ile görüşmek istedi; kabul edilmedi. Cevaben emrindeki adamlara parti toplantılarını koruma işine boş vermelerini emretti. Örneğin Goebbels Berlin’de düzenleyeceği toplantıya gittiğinde ortalarda bir tane bile SA göremeyince küplere bindi. Dahası Berlin’deki SAlar parti yönetim ofislerini basıp işgal ettiler. Apaçık bir isyan idi ve Führerprinzip’e cepheden karşıydı. Partinin kuruluş dönemindeki radikalizme sadık gibi görünen SA güruhuyla partiyi giderek kurulu düzene biat etmeye yönelten Adolf ve ekibi arasındaki mücadelenin ilk raunduydu bu. Adolf hemen işe el attı. İkna kabiliyeti hala işliyordu, Stennes ve 500 SA partiden ve SA’dan atıldılar.  

Ancak SA’daki başıbozukluk sürüp gidiyordu. Adolf sorunu çözsün diye eski dostunu, SA’yı yaratan Ernst Röhm’ü göreve çağırdı. Birahane Darbesi’nin hemen sonrasında tutuklanmamak için Güney Amerika’ya kaçan Röhm SA’nın tepesine getirildi. Adolf eski bodyguardı, eski yoldaşı Röhm’ün Alman devleti ve burjuvazisi nezdinde SA’yı hoş olmayan bir pozisyona sürükleyen başıbozukluğu gidereceğini sanmıştı. Yanılmıştı. Röhm, Stennes’in SA’nın tutucu ve parazitik Alman ordusunun yerini alacak bir “halk ordusu” olduğu inancını paylaşıyordu. Üstelik Stennes gibi küçük bir balık da değildi. Diğer taraftan Röhm de yanılıyordu çünkü Alman devleti iktidarı vereceği Nazilerden “halk ordusu” türünden münafık ve zararlı düşüncelerden kurtulmasını isteyecekti. Röhm ve Gregor için son perde aralanıyordu. 

Devamı haftaya….

  • 1.Goebbels’in günlüğünden aktaran Ian Kershaw (2007) Hitler: Hubris 1889-1936, ss. 297-298. Not: Weimar ve Nazi Almanya’sındaki toplumsal ve bireysel bunalımın yerinde tasvirleri için iki detektif romanı serisini tavsiye ederim: Volker Kutscher’in dedektif Gereon Rath serisi (İletişim Yayınları) ve Philip Kerr’in dedektif Bernie Günther serisi (Alfa yayınları). Ayrıca girişteki fotoğrafta işsiz Almanlar, 1929 krizi patladıktan sonra, yanmış kömür artıkları içinde yanmamış kömür arıyorlar.




Hiç yorum yok:

Yorum Gönder