Arkeolog Mesut Alp ile arkeolojik alanlardaki yıkımların tarihini ve güncel örneklerini soL okurları için konuştuk.
Ortadoğu haritası bizlere sadece savaşların ya da enerji kaynaklarının değil aynı zamanda insanlık tarihinin kültürel sürekliliğinin izlerini de sunar. Arkeolojide "Bereketli Hilal" olarak tarif edilen ve Akdeniz'in doğusundan Basra Körfezi'ne kadar uzanan bu alanda tarihimizin ilksel tüm örneklerine rast gelebiliriz.
İlk buluşma mekanlarından toplu yerleşim alanlarına, yazının icadından astronomi çalışmalarına, edebiyattan sanata kadar pek çok şeyin ilk adımları bu topraklarda tarihlenir. Dolayısıyla arkeolojik olarak Mezopotamya'ya odaklanmak, insanlığın ortak hafızasına da odaklanmak manasını taşıyor.
Bu coğrafya aynı zamanda soylularla kölelerin, ezenle ezilenin, yukarı şehirde yaşayanla aşağıdaki şehirde yaşayanın, suyun başında olanla kurak toprakların, aydınlıkla karanlığın da savaşına şahit olmuştur.
IŞİD'in Suriye ve Irak topraklarında sebep olduğu yıkım hala hafızalarda. Tahrip edilen müzeler, yıkılan antik kentler, aydınlanma mücadelesiyle karanlığın savaşında yaşananlar arkeolojinin sahnesindeki vakalara şahit oldu.
Dünden bugüne arkeolojik alanların yıkımına şahit olunan, IŞİD gibi barbarlıkları yaşamış bu coğrafyadaki devinimi arkeolog Mesut Alp ile soL okurları için konuştuk.
Dilerseniz önce Bereketli Hilal'den başlayalım. Neresidir burası?
Bereketli Hilal, Yakın Doğu'da özellikle büyük bir kısmı Mezopotamya'da kalan coğrafi bir isimlendirmedir. Yani belli bir alana, 200, 250 mm'den daha fazla yağış düşüyorsa bu buğday, arpa, mercimek gibi ot bitkilerinin doğal yaşam alanının da oluşmasına neden oluyor. Bu da insanların sulama yapmaksızın tarım yapabilecekleri güce sahip olmaları demektir. Ve bitkiler ilk olarak burada kültüre edilmeye başlanıyor.
Nil Deltası'nın kuzey doğusunda başlayan, Levant, İsrail, Filistin topraklarını, Antakya ile birlikte Kuzey Mezopotamya ya da Güneydoğu Anadolu dediğimiz alanı içine alır, döner, Musul'dan aşağı kadar Zağros Dağları'nın eteklerini yalayarak aşağı inerek bir hilal oluşturur.
İşte bu alan içerisinde, Göbeklitepe'sinden tutun da Ürdün'deki birçok arkeolojik yerleşime kadar ilkler bulunur. Bundan dolayı dediğin gibi insanlık tarihinin kendisiyle beraber savaşın da tarihini bize anlatıyor burası.
Peki burada savaşların bu kadar yoğun olmasının sebebi nedir?
Zaten yazının icadından bugüne 5000-5500 yıllık bir tarih olduğunu varsayarsak, kabaca bir hesapta uzmanlar, 14 bin 500 civarında savaş çıktığını söylüyor. Bu da her sene en az iki savaşa tanık olmuşuz demektir insan evlatları olarak.
Bu neyi beraberinde getiriyor? Aslında arkeolojik alanların tahribatında önce, yarattığımız kültürü yok etmek üzerine bir tarihimizin olduğunu da ortaya çıkarıyor. Ekolojiyle, iklimle, coğrafyayla olan ilişkimiz bir yıkımlar tarihi üzerinden şekilleniyor. Siz her sene iki savaş gerçekleştiriyorsanız eğer bir probleminiz var demektir. Yani yaşadığınız alanla bir probleminiz var demektir, yaşadığınız kültürle ilgili bir probleminiz var demektir, kendinizle ilgili bir probleminiz var demektir.
Bu olguları bir çifte benzetecek olursak, iki bireyin, iki insanın her gün aralarında çok şiddetli bir tartışmanın, kavganın yaşandığını hayal edin. Sağlıklı bir ilişkiden söz etmek mümkün mü sizce? Değil. Galiba insanoğlunun doğayla, çevreyle, kendisiyle olan ilişkisinde bir bozukluk olduğu ayan beyan ortada. Bu doğadan kopuşumuzla mı gerçekleşiyor, kültürel süreci başlatmamızla mı gerçekleşiyor bilmiyorum ama yaklaşık 2,5 milyon yıldır yok ediciler olarak tarih sahnesinde varlık gösteriyoruz. Üzülerek söylüyorum bunu.
2 milyon yıldır doğanın predatorleri, yok edicileri olarak kabul ediliyoruz. Çünkü ürettiklerimize karşın yok ettiklerimizi kıyasladığımızda yok edici bir yerde yer alıyoruz.
Arkeolog Mesut AlpBurada mülkiyet ile savaşlar arasındaki ilişkiye nasıl bakmalı?
Bu Bereketli Hilal içerisinde ilk yerleşim yerleri, ilk sınırlar, ilk kültüre edilen bitkiler ortaya çıktığında ilk aidiyetler de ortaya çıkacaktır. Bu beraberinde çatışma kültürünü doğuracaktır. Çünkü bende eksik olan şey sende fazlaysa ve sen bunu bana vermiyorsan beraberinde beni kendinle bir çatışmaya sürüklemek zorundasın. Ya da benimle çatışmalısın ki eksik olan fazla olan taraftan alsın.
Sahip olmanın kültürel evrimi, beraberinde bir çatışmayı da getiriyor. Ama bu çatışmayla beraber bireyler olarak birbirimizi yok etmenin yanı sıra bireylerin yaşadıkları coğrafya ve barınma alanlarını da yok ediyoruz. Çünkü bir bireyin üç temel ihtiyacı vardır: Beslenme, barınma ve üreme. Tabii buna temel ihtiyaçlar demenin dışında fizyololojik güdüler demek daha doğru olacaktır aynı zamanda.
Karnınızı doyurma, yaşamınızı devam ettirecek bir alana sahip olmak ve soyunuzu sürdürmek... Bu her canlı organizmanın ilk dürtüsüdür. Kültürle bunları farklı alanlara çekebilirsiniz. Daha kaliteli yaşayabilirsiniz, daha keyifli yemek yiyebilirsiniz, üreyip ürememeye karar verip tercih edebilirsiniz. Bunlar kültürle birlikte hayatımıza girip tercihen değişen unsurlardır.
Biz beslenmek için üretim alanlarından yoksun isek, üretim alanı fazla olup, bizimle yeteri kadar beslenmemizi paylaşmayan bireye savaş açarak onu elde etmeye çalışırız. Ona şiddet kullanır, şiddete yöneliriz.
Bu savaşlarda tarihi kentlerin yok edilmesi yaygın bir örneği oluşturuyor diyebilir miyiz?
Evet. Bu şiddet yönelimine açın bakın. Anadolu'nun ve Mezopotamya'nın üç beş bin yıllık yazılı tarihinde, savaştan sonra kentlerin nasıl yok edildiğini, oralarda yaşayan insanların tarlalarına nasıl tuzların ekildiğini, orada hayatın bir daha yeşermemesi için bireylerin neler yaptığını görüyorsunuz.
Bu aynı zamanda bize şunu gösteriyor. Acaba savaşlar neticesinde bireyler, yaşam alanlarını yok ederek, bir hafıza ya da bir belleği mi ortadan kaldırmaya çalışıyorlar, hafıza alanlarını silmek ve ortadan kaldırmak için mi çabalıyorlar diye düşünmüyor değil insan.
Çünkü siz bireylerin bir alanla olan kolektif hafızasını yok ederseniz, o bireyin ya da toplumun o alana dair hak iddiasını ortadan kaldırırsınız. O bireyin o toplumun o alanla olan ilişkisini yok edersiniz. Geçmişteki savaşların bir çoğunda bu gerçekleşmiş.
Yıkılmayan şehirler de var değil mi?
Bazı şehirlerin çıkar amacıyla fethedildikten sonra, toplu göç aktarımlarıyla oraya yeni nüfus unsurları veya topluluklar yerleştirilmiş olabilir. Ama örneklerin çoğunda şehirlerin yok edilmesine şahit oluyoruz. Siz şehirleri yok edip toplumu o bellekten koparırsanız kimliksizleştirip kendinize bağlayabilirsiniz.
Bereketli Hilal'de yok edilen arkeolojik alanların modern çağlara özgü bir şey olduğunu düşünmeyin lütfen. Bundan binlerce yıl önce de vuku buluyordu. Ama tabi Bereketli Hilal'de daha fazla savaşın olacağını söyledik çünkü aidiyetin, sahip olmanın, sınır çizmenin, iktidarın ilk kendisini var ettiği alanlardır buralar.
Bir Göbeklitepe'ye bile bakıyorsunuz alandaki 2 taş, çevresindeki 12 taştan daha yüksek, daha uzun, daha büyük. Bu bile toplumun sınıflaştığına, tabakalaştığına delalettir. Bu taşların büyüklük ölçümlerinde eşitsizlik varsa bu toplumun içindeki bir eşitsizliğin emaresi olarak okunmalıdır. Bazı taşların diğerlerine göre biraz daha büyük olmasının mimari bazı gereksinimlerle ilişkisi vardır illaki. Ama bunun başka yöntemlerle çözülmemiş olması bir veridir. Eğer birbirinden farklı ölçüde taşlar varsa toplumun içinde de farklılıklar meydana gelmeye başlamıştır diyebiliriz. Tabii bu sadece o toplumun içinde de değil farklı topluluklarla olan ilişkilerde de kendini gösterebilir.
IŞİD 2015 yılını Ağustos ayında Suriye'deki Palmira Antik Kenti'ni ele geçirerek buradaki tarihi dokuya ve yapılara büyük ölçülerde zarar verdi ve ortadan kaldırdıDolayısıyla IŞİD gibi örneklerin yarattığı yıkımdaki sonuç insanları tarihsiz ve belleksiz bırakmaktır diyebilir miyiz?
Toplumlar arasındaki bu eşitsizlik, birisinin çok üretip birisinin az üretmesi, birisinin yeterli üretim araçlarına ve alanlarına sahip olmaması şiddeti, şiddet de beraberinde hafıza ve belleğin silinmesini getiriyor. Yani IŞİD'in Mezopotamya'da gerçekleştirdiği barbarlık esasında din ile kurduğu ilişkinin somut karşılığı değil. Mezopotamya coğrafyasında son zamanlarda yaşanan savaşlarda dikkatimizi çeken vandalizm aslında bilinçli veya bilinçsiz bir şekilde oradaki topluluğun binlerce yıllık bağlamını koparmak, hafızasını silmekle ilişkili.
Ben arkeolojik alanlar ve arkeolojik eserler üzerinden gerçekleştirilen tahribatın temelinde bunun yattığına inanıyorum. Aynı şey 90'lı yıllarda Afganistan'da da gerçekleşti. Afganistan'daki devasa Buda heykellerinin patlatılarak yok edilmesi, silinmesi bence insanlık tarihinin alnına çalınmış en büyük kara lekelerden biridir. Bir toplumu tonlarca kilo dinamit kalıplarıyla hafızasından kopararak, patlatarak kendi ideolojinize yakınlaştırmaya çalışıyorlar. Buna da putperestlikten uzaklaşma adını koyuyorlar. Sadece bu açıyı daha açacak olsak çok farklı şeyleri konuşmamız gerekecektir. Büyük çelişkiler mevcut çünkü.
ÖZKAN ÖZTAŞ / SOL - Özel
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder