11 Ekim 2022 Salı

İstanbul Devlet Opera ve Balesi’nde 'aksak' sezon açılışı - MELİS GÖNENÇ / SOL-Özel

 İstanbul Devlet Opera ve Balesi’nde 2022-2023 sezonu kurumsal yapıya yönelik iki önemli darbe ile açıldı.

İDOB tarihinde iki ilk bir arada:

1) Kurumsal sezon açılışı yaptırılmadı. Onun yerine, Kültür Yolu adlı bir torba festivalin açılış etkinlikleri içinde bir yere sıkıştırılmış temsil yaptırıldı.

2) Kuruma yaklaşık beş aydır müdür atanmadı.

Her ikisi de, islamcıların yıllardır uyguladıkları, DOB’un kurumsal kimliğini rendelemeye dönük girişimlerin parçasıdır. Tesadüfen örtüşmüş değillerdir.

Sezon açılışının Kültür Yolu’nda boğulması konusunu ve bunun ne anlama geldiğini önceki yazımızda ele almıştık. Burada, müdürlük konusuna eğilelim.

Müdürlük halleri

İDOB Müdürü Suat Arıkan 25 Mayıs’ta emekli oldu. Bürokrasinin işleyiş kurallarındandır; kurumu temsil eden kişi, herhangi bir nedenle, temsil yetkisini doğrudan kullanma olanağına sahip olmadığı durumlarda, yerine, geçici süre ile bir vekil atar. Bu vekil, vekâletini rutin bir takım işlerin aksamaması için kullanır. Örneğin, müdür yurt dışına, ya da, şehir dışına iki haftalık bir iş ya da tatil için çıktı. Yerine, ekip arkadaşlarından birini vekil olarak bırakır. O da, kurumun günlük, sıradan gereksinimleri için atılması gereken imza ve adımları atar. Bu durum, vekile, hiçbir biçimde, önemli kararlar alma ve uygulama kapısını açmaz. “Hazır müdür yok, filancanın şu makama atamasını yapayım” demez. Kâğıt üzerinde, biçimsel hukuk açısından müdür yetkisi taşıyor olsa da, uygulamada rutin işlerin dışına çıkılmaması yönetsel/bürokratik etik, teamül gereğidir.

Emeklilik durumunda, tablo biraz daha farklıdır. Kurumsal gelenek ve işleyişi kökleşmiş her yapıda, ilgili müdürün emekliliği yaklaşırken, yerine kimin geçeceği belirlenir. Böylece, emeklilik, yönetim boşluğuna yol açmaz. İstisnai durumlarda, yeni müdürün atanması en fazla birkaç hafta gecikir, bu sırada, emekli olacak müdürün önereceği kişi, üst makamın onayı dahilinde, eğer kimseyi önermediyse, konum olarak kendisinden sonra gelen en yüksek yönetici, vekil sayılır ve rutin işleri yürütür. Onun da, aynı yönetsel/bürokratik etik ve teamül gereği, rutin işlerin dışına çıkıp, önemli kararlar alması beklenmez. Bunlar, yeni atanacak müdüre bırakılır.

İDOB’da yaşanana gelince; Suat Arıkan’ın emekliliği öncesinde, atanacak yeni müdür ile ilgili, Oğlan’ın hiç de acelesi olmadığı ortaya çıkınca, Arıkan, yerine başkoreograf Ayşem Sunal’ı, yukarıda anlatılan çerçevede, Oğlan’ın oluru ile, vekil olarak bıraktı. O günden bu yana neredeyse beş ay geçti ve hala müdür atanmadı. Ne Ayşem Sunal’ın müdürlüğe atanma yazısı geldi, ne de başka birininki. Ama, kurumsal/bürokratik işleyiş ve etik kuralların üzerinden atlanarak, bırakın asaleti falan, vekil müdür olarak bile atanmamış birine son derece önemli kararlar aldırıldı, aldırılıyor. Söz konusu kişinin uluslararası kariyeri olan önemli bir sanatçı, Ayşem Sunal oluşu, konuya ayrı bir boyut kattığı gibi, olayı farklı bir noktaya da taşıyor.

                Ayşem Sunal, müdür koltuğunda sekreter olmayı kabul etmemelidir.

Müdürden sekreter kırpmak

İslamcıların DOB’a yönelik kurumsal yıkım projesinin uygulayıcısı genel müdür Oğlan, AKM açıldıktan sonra gözünü İDOB’a dikti. Burayı doğrudan yönetmek, bu yolla da, ülkenin tek gerçek opera salonunun bulunduğu AKM’yi kendi PR’ı için kullanmak başlıca amacıydı. Bunun da yolu, İDOB repertuarında ve etkinlik takviminde kendisine söz sahibi olma olanağı tanıyacak bir yönetim kompozisyonunun oluşmasından geçiyordu. Nitekim, hemen, kendisinin baş rolde olacağı bir Othello dayattı. Cast’ı, rejisörü, falan her şeyi kendi seçti.

Yanı sıra, diğer beş müdürlük tamamıyla dize getirilmiş olmasına karşın, İstanbul, Suat Arıkan’ın asaleten atanmış müdür oluşu ve İzmir’in asil müdürü Aytül Büyüksaraç’ın tersine, “git” denildiğinde gitmeme inadı dolayısıyla, bir anlamda, merkezi sistem dışında kalan dükalık konumundaydı. Tek adam rejimi/mutlak merkezilik açısından, bunun da bittabi halli yoluna gidilmeliydi.

Tamam da, aynı taş iki kuşu nasıl indirecekti?

Oğlan’ın önünde üç seçenek vardı:

1) Her dediğini yapacak, çok güvendiği birini müdür olarak atamak. Yani, emanetçi müdür. Oğlan, megalomaniye bağlı ağır iletişim sorunundan muzdarip olduğu için, kurumda hem az kişiyi tanıyor, hem de sevilmiyordu. İDOB bünyesinde “emanetçi” olacak bir iki kişi yok değildi, ancak, onların da kurumdaki ağırlık ve saygınlıklarının oldukça düşük olması, müdür olmalarına engel teşkil ediyordu.

2) Saygınlık ve ağırlığı yerinde olup, iletişimi düzgün, sevilen ama nazının da geçeceği birini müdür yapmak. Bu isim Efe Kışlalı idi. Sanatsal kapasitesi belirli bir kalibrenin üzerinde, kariyer çizgisinde özellikle orta Avrupa’nın yer aldığı ciddi bir isimdi. Oğlan ile “üç tenor” formatındaki birliktelikleri, burada alaturka da söylemesi, yumuşak başlı oluşu ve yöneticilik deneyiminin bulunmayışı Oğlan için onu epey cazip bir aday kılıyordu ancak, Kışlalı öteden beri o koltuk konusunda çok iştahlı olmayan biriydi ve bu yönü de hiç kimse için sır değildi. Özellikle, DOB’un yerlerde süründürüldüğü böyle bir dönemde, olası bir İDOB müdürlüğü ile isminin yıpranmasını ve artık sonuna gelinen lanetli bir zaman diliminin baş aktörlerinden biri olmayı kabul etmeyeceği kesindi.

3) Müdür ataması yapmadan, Suat Arıkan’ın, kendi “olur”u ile vekil olarak bıraktığı kişi ile devam etmek. Arıkan’ın Sunal’ı seçmesindeki en önemli neden, onun üzerinden, İDOB’un denetimini mümkün olduğunca elde tutabilme kaygısıydı. Nitekim, Sunal yedi yıl boyunca Arıkan’ın yönetim ekibinde başkoreograf olarak yer almış, İDOB’da Arıkan’ın kurduğu ağalık rejimi ile, ilkesel ve etik düzlemde sorunlar yaşadığına dair, hakkında herhangi bir bulguya rastlanmamış biridir.

Oğlan’ın hesabı ise şuydu: Genel Müdürlük tarafından atanmamış, sıradan bir görevlendirme “olur”u ile o koltukta oturan kişi, vekâleten atanmış olanın bile ağırlığına sahip olamayacağı için, müdürden çok, sekreter konumunda bulunacak, doğal olarak da, genel müdür/patronun her dediğini yapacaktı; esas amaç da zaten bu değil miydi? Bürokrasinin ve yönetimin kuralları değişmezdi.

Hesap doğruydu da, kişi doğru muydu? Ayşem Sunal bu rolü kabul eder miydi? Sanatsal kariyerine ve devlet balesindeki ağırlık ve saygınlığına bakılırsa, asla.

Oğlan yine de denemeye karar verdi. Sunal dişli çıkar da, “Ben sekreter miyim, bu ne biçim davranış?!” derse, o zaman atamasını yapar, sonrasında “kurum, kurul, kural” falan diye kıllık yapmaya  kalkarsa da, nasıl olsa vekâleten atamış olacağı için, koltuktan kaldırır, başkasını oturturdu.

Ayşem Sunal bataklığa çekiliyor

Ayşem Sunal bugüne kadar, içine düşürüldüğü bu tuhaf ve küçültücü duruma, herkesin şaşkınlığına karşın, hiç ses çıkarmadı. Sekreterlik konumunu benimsemekte zorluk çekmediği anlaşılıyor. Oğlan da atamasını salladıkça sallıyor. Ayşem Sunal çapında bir sanatçının, makul süreli bir vekâlet döneminin ardından asaleten atanmaması durumunda bile tepki gösterip, müdürlüğü bırakacağı beklenirken, vekâleten bile atanmadan, aylardır o koltukta oturtulup, üstelik de, İDOB yönetimini oluşturacak kararlara imza attırılması türünden, kallavi taşların altına elini koyması nasıl açıklanabilir?

Önce, bu durumun kuruma ve baleye vereceği zararlara değinelim:

1) İslamcıların amacı, Oğlan eliyle, DOB’un kurumsal yapısına sürekli kısa devre yaptırmaktır. Bunun en kestirme yolu, yönetim yapısını dağıtmaktan geçer. Şeyh Rengim Gökmen ile uygulamaya konmuş “merkezileşme” sürecinin özü budur. Her şey genel müdürün, tek kişinin iki dudağı arasından çıkacak olana bağlıdır. İl müdürlüklerinde ne oynanacak, kimler oynayacak, kimler hangi görevlere gelecek, gişe gelirleri ne yapılacak vb. onun kararlarıyla şekillenir. Sanat kurulları, teknik kurullar tamamen göstermelik halde, genel müdürün direktiflerini tasdik eden noterler konumuna indirgenir. Bildiğiniz Saray rejimi.

Peki, bu çarkın dönebilmesi için ilk koşul nedir?

Asaleten atanmış güçlü müdür yerine, vekâleten dikilen zayıf yönetici tipinin yerleştirilmesi. Sanatsal saygınlıkları ve kişilikleri sağlam olanlar bu konuma düşürülmeyi zaten kabul etmeyeceklerdir. Buna bir kez baş eğdiğinizde ise, gelecek adım, kurumsal olanın arkasından dolanan alengirli formüller ile, vekâleten atamayla bile doldurulmasına gerek görülmeyen, “geçici”lik statüsü sonsuza uzatılmış “ara” görevlendirmelerin dayatılması olacaktır. Öyle ki, bu insanlar günü geldiğinde, göreve atanmadıkları için,  görevden alınmalarına bile gerek kalmadan, üzerlerine doğrudan müdür atanacaktır. Arada geçecek zaman zarfında ise, en cılız resmi muhataplık ve saygınlık ile, en riskli işlere imza attırılacak, ardından da çöpü boylayacaklardır. Bunun fiili karşılığı, müdür koltuğunda oturan sekreter üzerinden, merkezden verilen emirler ile yönetilmektir. O merkeze de, daha yukarıdaki merkezden emir verilir.

Bürokraside, “güvenilirlik” ile “saygınlık” kardeş kavramlardır. Bir makama, makul bir süre vekâlet ettikten sonra, asaleten atanmıyorsanız, size güvenilmiyor demektir. Bu da, saygınlık eşiğinizin epey düşük olduğunu gösterir. Kurumu temsil eden bir makamda, bu şekilde oturtuluyorsanız, o kuruma olan saygının aşınmasına destek oluyorsunuzdur. Yani, yalnız kendinize değil, kuruma da zarar veriyorsunuzdur. Tabii, kurum bilincine sahipseniz.

Ayşem Sunal “müdür koltuğunda sekreter” konumunu kabul ederek, yalnız kendi kişiliğine değil, İDOB üzerinden, DOB’un kurumsallığına, istemeyerek de olsa zarar veriyor. İslamcıların ve Oğlan’ın işbirlikçisi durumuna düşüyor.

2) Ayşem Sunal, Türk balesinin son 30 yıldaki önemli dansçılarından biridir. Uluslararası kariyeri naylon değildir. Bu ölçekteki bir isme, böyle bir konumlandırmanın müstehak görülmesinin tek bir gerekçesi olabilir: İslamcıların hedefinde bulunan Laik Cumhuriyet’in yüksek sanat kurumlarından DOB’a verilen şu mesaj: “İçinizdeki en parlak olanlardan birine verdiğimiz değer bu iken, kalanını siz düşünün; gözümüzde öneminiz, değeriniz ve saygınlığınız bu kadar.

3) Bale, islamcılar için bütünüyle cehennemlik bir sanattır. Bunu defalarca dile getirdiler. Baleyi şeytani görmeleri başlı başına bir olumsuzlukken, DOB içinde yaşanan yönetsel dengesizlik de ayrı bir sorundur:

Bugüne kadar DOB bünyesinde, atanmış 101 adet genel müdür ve kurum müdüründen yalnızca 1 genel müdür ve 7 kurum müdürü bale sanatçısıdır. (Erhan Güzel, Arşivlere, İlgili Kurumlara ve Anlatılara Göre Türkiye’nin Modernleşmesi Sürecinde Bir Sanat Dalı Olarak Bale Eğitimi, Y. Lisans Tezi, MSÜ-GSE, 2022, s.36-37)

Böyle bir tabloda, İDOB’un başına baleden birinin gelmesi, bale için büyük bir şanstır. Ancak, sekreter konumunda tutulduğu sürece de, tam tersine, büyük bir talihsizliktir; baleye verilen değer ve önemi göstermektedir. Öte yandan, balenin kurumsal işleyişi açısından da sakınca yaratmaktadır; Ayşem Sunal’ın müdür olarak ataması yapılmadığı için, halen  başkoreograf sıfatı taşımakta, bu makamın bir an önce doldurulup, kurumsal işleyişin gereği yerine getirilememektedir.

Ayşem Sunal illüzyon dünyasına itiliyor

Bu ülkede, başta DOB, CSO/senfoniler ve Çoksesli Koro’yu içerecek şekilde, yüksek sanat kurumlarının son 20 yılda yaşadıkları en büyük bahtsızlıklardan biri, basında türemiş tüccar müzik yazarları, simsarların varlığıdır. Bunların rol modeli Damacana Serhan ve kılıcı Andante’dir. Genelinde, nadiren reklam kuşağı içeriğini aşabilen, AKP ve iktidarı ile yaşıt olan bu yayın sayesinde, Damacana’nın neler elde ettiğini gören diğerleri de, birer “Damacana bis” olmaya yeltenmişlerdir. Liberal Damacana’nın, içinde yetiştiği o bildik kültür oldukça basit birkaç önermeden oluşur:

1) Para getirmeyen hiçbir şeyle uğraşmaya değmez.

2) Para getirmeyen hiçbir etkinlik sanat değeri taşımaz. Yüksek sanat ile yüksek para arasında aşk ilişkisi vardır.

3) İdeolojik, etik ilke ve angajmanlar, para kazandırdıkları sürece anlamlıdırlar. İlkeler, değerler değişken, para sabit olandır.

4) Yayın, para kazanmak içindir. Dergi sahibi, önce dergisine aldığı reklamlardan yolunu bulmalı, ardından, emprezaryoluk, devlet ve özel sektör kurumları ile iş ilişkileri bağlamında, dergisini baskı ve tanıtım unsuru olarak kullanmayı bilip, kendine geniş hareket ve kazanç alanları yaratabilmelidir.

5) Bir müzik yazısının değeri, sağlayacağı maddi çıkar ile doğru orantılıdır.

Kabul etmek gerekir ki, Damacana, entelektüel ve kültürel tıknazlığına karşın, o bildik lobinin desteği ile, yukarıdaki ilkeler kapsamında, kendine hareket alanları yaratabilmiştir. Bunda, islamcı iktidar ile kurduğu kârlı, organik ilişkilerin payı büyüktür. Gerçi, sonunda ipin ucunu iyice kaçırıp, işi o derece vodvil boyutuna ulaştırmıştır ki, kendine “sanatçı” demeye bile başlamıştır. Anlayacağınız, hareket alanının görünen bir sınırı yoktur. Hepsinin arkasında bulunan “paraya tahvil edilebilir ilişki” biçimlerini yeri geldikçe örnekleyeceğiz. Ama, konumuz Damacana değil. Ona öykünenlerden birinin, Ayşem Sunal için nasıl çırpındığı.

Osman Enfiyecizade adlı bir eleman var. Emprezaryo. KAM Management adlı bir de şirketi var. Sanatçı pazarlıyor, etkinlik ayarlıyor. Nerelere? AKM, CSO Ada, CRR vb. Yakaladığı her yere. Damacana’nın yolundan gidip, Konser Arkası adlı dijital bir dergi çıkarıyor. Nereyle, kiminle iş yapmak istiyorsa, orayı, onu parlatıyor. Bazen o kadar fütursuzca sallıyor ki, acaba, yazım hatası mı var, demekten kendinizi alamıyorsunuz. Örneğin, yazın, Haliç Kongre Merkezi’nde yapılan İstanbul Opera Festivali bağlamında, islamcılara sırnaşmak için, tuttu, Haliç Kongre Merkezi’ni İBB’nin işlettiği izlenimi doğuracak bir yazı kaleme alıp, dünya eleştiri döşedi (Konser Arkası, sayı: 11, s.18-19). Oysa, birkaç dakikalık internet taraması, mekânın açılışından beri, Saray’a yakın islamcı müteahhitlerden biri tarafından işletildiğinin öğrenilmesi için yeterli. Bunu bilmemesi olanaklı mı? Ama, eleman etik fukarası. Daha neler neler… Ozan Binici CSO Ada’nın sanat yönetmeni olunca, bizimki dergisinin Temmuz 2022 sayısında, Binici’yi kapağa taşıdı: “CSO Ada Ankara Emin Ellerde”. Malum, CSO Ada’da iş yapmak için, Binici’den vize almak gerekiyor. Şimdi de, çıkardığı derginin Ekim sayısında, Kültür Yolu’nu kutsayıp, Bakanlık’tan iş kapma peşinde. Neyse, mide bulandıran işler…

Bu eleman, Ayşem Sunal’ın İDOB’un kumanda koltuğuna oturtulduğunu öğrenince, hemen kapıları yağlamaya başlar:

Gündemi uzun süredir meşgul eden İDOB’un başına kim gelecek sorusu da kısmen bu toplantıda [Oğlan’ın, 25 Haziran 2022’de AKM’de düzenlediği, Opera Festivali konulu basın toplantısı] cevap buldu. İDOB’un başına vekaleten Ayşem Sunal Şavaşkurt’un getirilmiş olması camia ve basın tarafından memnuniyetle karşılandı. Kuruma yıllarca emek vermiş ve kurumun içinden yetişmiş bir sanatçı olarak kuruma kalıcı olarak atanmasının IDOB’a her anlamda katkısının büyük olacağı yönünde bir görüş hakimdi.” (sanattanyansimalar.com, 25 Haziran 2022)

Oysa, o toplantıda ne böyle bir konu dile getirilmiştir, ne de “camia ve basın”ın  memnuniyeti ya da memnuniyetsizliği söz konusudur. Her zamanki gibi, fikirler muhteliftir. Ayrıca, Sunal “kurumun içinden yetişmiş” bir sanatçı değildir. Yurtdışında yetişmiş, önemli sahnelerde dans etmiş biridir. Kurum emektarı olmadığı izlenimini silmek için midir nedir bilinmez, Sunal’ın yurtdışı kariyerinden hiç söz etmiyor. O sırada, herkesin kendine ve başkasına sorduğu soru ise şudur: “Acaba müdürlüğü becerebilir mi?” Eleman, Ayşem Sunal’ın atanması için açık lobi çalışmasını damacana usulü yaptığını gizleme becerisine bile sahip değil.

Bununla yetinmez; bir hafta sonra çıkan dergisinde, aynı yazıyı, vitesi daha da büyüterek yine servis eder:

“Bu toplantı haricinde gündemi uzun süredir meşgul eden İDOB’un başına kim gelecek sorusu da kısmen bu toplantıda cevap buldu. İDOB’un başına vekâleten ilk defa bale kökenli Ayşem Sunal Şavaşkurt’un getirilmiş olması camia ve basın tarafından memnuniyetle karşılandı. Kendisi kuruma yıllarca emek vermiş ve kurumun içinden yetişmiş bir sanatçı olarak İDOB’a kalıcı olarak atanmasının her anlamda katkısının büyük olacağı yönünde bir görüş hakimdi.

Şavaşkurt kariyeri boyunca Ankara ve İstanbul Devlet Opera ve Balesi’nde baş dansçı olarak görev almasının yanı sıra Ankara, İstanbul, Samsun ve Antalya Devlet Opera ve Bale’lerinde bale eğitmenliği ve repetitörü olarak görev yapmış ve hala İDOB’da başarılı prodüksiyonlarda “Bale Başkoreografı” olarak görevini sürdürmektedir.” (Konser Arkası, Sayı: 10, Temmuz 2022, s.15)

Bu sefer, dosyayı parlatıp, daha çarpıcı görünmesini sağlamak için, hem Sunal’ın DOB’daki görevleri, hem de, “İDOB’un başına ilk defa bale kökenli” birinin geldiği bilgisini ekler. Söylediği doğru bile değildir; İDOB’un başına gelen ilk bale kökenli isim, kısa süreli de olsa, Meriç Sümen’dir. Ne gam! Eleman’ı, kurumsal ve etik titizliğin gerektirdiği bu türden ayrıntılar değil, Ayşem Sunal’ın atanması için uğraştığını gösterip, müdür olunca, onun aracılığı ile iş almak ilgilendiriyor. Nitekim, Sunal’ın eşi Burçak Savaşkurt’un da, derginin yazarları arasında olduğunu belirtelim.

Daha kötüsü var: Eleman, AKM’den iş alabilmenin koşullarından birinin, AKM’ye sanat yönetmeni olarak atanan Pansuman Remzi’nin “olur”una bağlı olduğunu bildiğinden, ona da dergisinde “Eleştrio” adlı bir köşe ayırmış. Oysa, Pansuman Remzi aç tavuğa, beleş bulduğu bir avuç darıyı çok görüp, “ileride işime yarar” diye cebine atanlardandır… Hiçbir şeyi bedava yapmaz.

Anladınız, değil mi?

İşte, bu Pansuman, Eleman’ın dergisindeki köşesinde, atanması dahi yapılmamış Ayşem Sunal’ın müdürlüğünü kutlar:

“…şimdinin çiçeği burnunda İstanbul Devlet Opera ve Balesi Müdürü Ayşem Sunal Savaşkurt…” (Konser Arkası, sayı: 11, Ağustos 2022, s.12)

Pansuman Remzi herkesin örnek alması gereken bir etik abide; düşünseniz ya, işi veren, işi isteyenin dergisinde köşe sahibi.

Ne karşılığında mı?

Elbette, müzik aşkı… Yeni Türkiye’de sanat aşkı farklı yaşanır.

Bu etik kusmuk ve tezgâhın ayrıntılarını AKM yazımıza bırakarak, Ayşem Sunal’ın,  çok bilinen bu illüzyon ve çıkar beşiğinin konforu ve gerçekliğine kanmaması gerektiğini belirtelim. Unutmamalı ki, gecenin sonunda, hesap kendi önüne gelecektir.

Ayşem Sunal o trende mi?

Oğlan, Pansuman, Damacana, Eleman… Hepsi aynı islamcı trenin yolcuları. Yalnızca anne-babalarının isimleri farklı. Bunlar için, etik ile keklik aynı şeydir; karın doyurur. Ne Laik Cumhuriyet, ne kurum, ne ilke, ne yüksek sanat…

Peki, Ayşem Sunal onlardan biri mi?

Bu soruya kesin bir yanıt için henüz erken. Evet’i de, hayır’ı da içerecek  bazı verileri sıralamakla yetinelim:

1) Aile etmeni: Sunal ailesi Türk balesinde yeri olan bir ailedir. Hüsnü ve Evinç Sunal çifti, balenin ilk kuşağındandır. Sanatçılıklarının yanı sıra, bale yöneticiliği de yapmışlardır. Büyük kızları Zeynep Sunal’ın Ankara’daki dansçılığı yanında, görece kısa süreli de olsa, bale yöneticilik deneyimi olmuştur. 2010’dan bu yana da Uluslararası Bodrum Bale Festivali’nin başındadır. Küçük kızları Ayşem Sunal ise, dansçılık kariyerini esas olarak yurtdışında, Belçika’da yapmıştır. Onun da İstanbul’da, yedi yıllık bale yöneticiliği söz konusudur. Aileden biri ilk kez, DOB’un il müdürlüklerinden birinin, İstanbul’un başına getirilmiş oluyor.

Ancak, Sunal soyadı bale dünyasında tartışmalı bir soyadıdır. Bunun nedeni tarihsel bir kırılma anında, Hüsnü ve Evinç Sunal’ın takındıkları tutum ile ilgilidir. Bilindiği üzere, 1936’da devlet konservatuarı kurulurken, alınan siyasal bir karar ile, çoksesli müzik ve opera, Sovyetler yerine, Almanlara kurdurulmuştur. Arka planında önemli tarihsel nedenleri var. Balede ise durum farklıdır. O yıllarda, Almanya’da klasik balenin göreli zayıflığı, balenin kuruluşunda tek gerçekçi seçeneğin Sovyetler Birliği olduğunu ortaya çıkarınca, konunun ertelenmesi siyaseten gerekli görülmüştür. Sonra, II. Dünya Savaşı başlamış, konu gündemden düşmüştür. Savaşın ardından, Türk dış politikasında önemli bir kırılma yaşanacak, Sovyet düşmanlığı üzerine kurulu Batı bloğu politikası benimsenince, balenin kuruluşu da, yine bir siyasal karar ile, o sırada Batı’nın siyasal beyni olan İngiltere’ye verilecektir.

1947’de başlayan çalışmaların ardındaki isim, bale dünyasında “Madam” olarak anılan Ninette de Valois’dır. Çeyrek yüzyıla yaklaşan bir süre, bale eğitimi, devlet balesinin kuruluşu, yapıtların sahnelenmesi, bale eğitmeni yetiştirilmesi, bale malzemelerinin temini gibi bütün alanlarda, Madam’ın kendi ve Türkiye’ye gönderdiği İngilizler tek hakim konumda olacaklardır.

         Madam, birinci kuşak dansçıların kolektif belleğinde özel bir yere sahiptir.

Madam birinci kuşak dansçılar ile çok yakın ilişkiler kurmuş, birçoğunu bursla İngiltere’ye göndermiş, bazılarını evinde bile konuk etmiştir. Hüsnü ve Evinç Sunal, Madam’ın özel yakınlık gösterdiği, olanaklar sağladığı isimlerin başında gelir. Hüsnü Sunal’ı o kadar sever ki, ona “Madam’ın gülü” derler. Evinç Sunal’ın sakatlığı sonrasında, tedavisini Londra’da yaptırır. Sahne yaşamının bittiği anlaşılınca da, sağladığı olanakla, onu Londra’da bale eğitmenliği formasyonuna yönlendirir.

Kısacası, Sunal çifti ile Madam çok yakındır, adeta anne ve çocukları gibidirler.

1973 yılına gelindiğinde, yeni bir siyasal karar ile, baleden İngilizlerin tasfiyesi, yerlerine Sovyet koreograf, eğitmen ve sanatçıların getirilmesi benimsenir. Elbette, önemli bir tarihsel arka planı vardır.

Karar alınmasına alınmıştır ama, bunu kim uygulayacaktır? Yani, birileri Madam’a, “Senin işin bitti; artık Sovyetler ile çalışacağız” diyecek ve ödül olarak da, balenin yöneticiliğini üstlenecek, Sovyetler’e gidip, orada görüşmeler yapıp, Sovyet uzmanları getirecektir. Sovyetler’in ise Madam’ın kâbusu olduğu sır değildir. Defalarca, fobi düzeyindeki antipatisini dile getirmiştir. Bunun güçlü siyasal nedenleri vardır.

Türk balesine Sovyet aşısı hem sanatsal, hem de siyasal açıdan doğru bir karardır. Fakat, insani açıdan, hatırı sayılır bir etik sorun ortaya çıkmıştır. Hani, 15 yıldır sizinle olan köpeğiniz, tedavisi mümkün olmayan bir hastalığa yakalanıp, acı çekiyor olsa, tek kurtuluş yolu da bir an önce ölmesinden geçse, gözlerinin içine baka baka onu öldürebilir misiniz? Ya da, “Ben yapamam, veteriner yapsın” mı dersiniz?

Sunal çifti ilk seçeneği işaretlemekte hiç çekince göstermemiştir. “Bu ülkeye kasap lazımsa, onu da biz oluruz” anlayışı, onlara itici gelmeyecektir. Madam’ın çocukları sayılan birinci kuşak dansçıların hiçbiri, insani etik açısından “pis” olarak değerlendirdikleri bu işi üstlenmek istememiş, Madam’ın en sevdiği, en çok yardım ettiği Sunal’lar ise, gönüllü olarak ve iştiyakla kabul etmişlerdir.

Bunun, elbette, kişilikleri ile yakın ilişkisi var. Oraya girmeden, balede yarattığı sonuçlara değinelim:

a) Hüsnü Sunal başkoreograf yapılarak, balenin yöneticiliğine getirilmiş, Evinç Sunal ise başöğretmen olmuştur. Birinci kuşak dansçıların birçoğu hâlâ sahnededir ve bu olayı büyük bir etik kırılma olarak algılamışlardır. Hazımsızlık ve huzursuzluk giderek artar. Sunal çifti durumun farkındadır.

b) Sunal’lar tavırlarını meşru göstermek için, Madam’ın onayı ile davrandıklarını ileri sürerek kendilerini savunmaya çalışsalar da, bu söylemin kimse için inandırıcı bir yönü yoktur. Sunal çiftinin zaaflarını herkes bilmektedir; birinci kuşaktakiler birlikte büyümüşlerdir. Bunun üzerine, Sunal’ların yönetim anlayışı, balenin kurumsallaşmasına ket vurma riski taşıyan bir yöne doğru evrilmeye başlar: Ayrımcılık/gruplaşma. Yıllar sonra Şeyh Rengim Gökmen’in resmileştireceği yöntem: Kendine yakın bir grup oluşturarak, onları kayırmak suretiyle, ayrımcılık temelinde kuruma hakim olmak. Siyaset bilimindeki adıyla klientalizm (clientelism). Balede bu modelin tohumunu, 1974-1978 arasında yönetimde bulunan Sunal çifti atacaktır.

Kuşku yok ki, bu tarz yönetim anlayışı, kurumsal bilinç ve refleksler üzerinde son derece olumsuz etkide bulunacağından, içerideki huzursuzluğu kamçılayıcı yönde rol oynayacaktır. Nitekim, 1978’e gelindiğinde balede gerginlik ve kaynama doruğa ulaşacak, bu da Sunal’ların yönetimden tasfiye edilmeleri ile sonuçlanacaktır. O tarihten sonra, dönemin esas yöneticisi Hüsnü Sunal, emekli olana kadar, bir daha asla yönetici koltuğuna oturtulmaz. Evinç Sunal’a gelince; baskın kişiliği ile yönlendirici rolüne karşın, başöğretmen gibi ikinci derece yöneticilik konumu nedeniyle, iki yıl kadar İzmir balesinde yöneticilik yapacak, Şeyh Rengim Gökmen’in 1992’de DOB Genel Müdürü olmasından sonra, Ankara’ya dönüp, balenin başına getirilecektir. Şeyh’in ilk dönemi olmasına, dolayısıyla da, daha çekingen tutumuna karşın, yönetim anlayışlarındaki benzerlik uyumlu çalışmalarını sağlamış, ancak, Evinç Sunal’ın klientalizm hastalığı balede yeniden huzursuzluğa yol açınca, Şeyh’ten sonra gelen genel müdür, Sunal ile devam etmeyi uygun bulmamıştır. Ondan sonra, ona da, emekli olana kadar, bir daha yöneticilik yaptırılmayacaktır.

Büyük kızları Zeynep Sunal, aile şemsiyesi altında bulunmayı kariyer teminatı olarak değerlendirdiğinden, ne yazık ki, ailenin taşıdığı bu sorunlu yönetim anlayışını, bale kültürünün doğal bir parçası saymış, 2006-2009 yılları arasında iki buçuk yıl kadar süren bale yöneticiliği zamanında benzer yönde sıkıntılar artınca, kendisine Bodrum Bale Festivali yöneticiliği verilerek, balenin başından uzaklaştırılmıştır.

Balede yaşanan bu etik kırılma ve Sunal’lara olan tepkinin boyutunu anlatan bir başka örnek ise kurum dışındandır: Madam’a yakın olan ve düzenli bale değerlendirme/eleştiri yazıları kaleme alan Metin And ve etkisindeki Jak Deleon, Sunal ailesine adeta basın ambargosu koyacak, Zeynep Sunal’ın dansçılığını dikkate almayıp, yok sayacaklardır.

Bu arada, annesinin baleyi yönettiği bir sırada (1992-1996), kızı Zeynep Sunal’ın baş balerin olarak sahnede yer alışı, konuya bir de nepotizm gölgesi düşürünce, durum daha da sıkıntılı hale gelir.

Bunları niçin anlattık?

Eğer Ayşem Sunal, ablası gibi, yukarıda sözü edilen Sunal kültürünün taşıyıcısı ise, İDOB müdürlüğü için son derece yanlış bir isimdir.

Ancak, onun tersine, bale kariyerini Batı’da yapmış olması, kariyerini aile şemsiyesi dışında gerçekleştirmek durumunda kalışı, kurumsallık algı, etik ve refleksinin çok daha gelişkin olacağı yönünde bir beklenti ve umuda kapı aralamaktadır. Nitekim, İstanbul balesindeki yöneticiliğinin, bu çerçevede, anlamlı ve dolgun veriler sağladığını belirtmeli.

b) Ağalık rejimi etmeni: Ayşem Sunal 2006’da Türkiye’ye döndükten sonra, DOB’da değişik görevler üstlendi. Son yedi yıldır da, İstanbul balesini yönetiyor. Bu yılların neredeyse tamamı, Suat Arıkan’ın iyice ağırlaşan ağalık dönemine denk geliyor. Sunal’ın, Arıkan’ın ağalık rejiminden rahatsızlık duyup, bunu açıkça dile getirdiği oldu mu, yoksa, “Burası Türkiye, demek ki bu işler böyle yürüyor. Önemli olan koltukta kalabilmek, kalanı teferruat”  biçimindeki şark kafasını mı benimsedi?

Beş aydır düşürüldüğü sekreter konumundan rahatsızlık duymamasını, koltuk düşkünlüğü ile mi, bürokratik dil ve deneyim şifrelerine henüz hakim olamaması ile mi açıklamalı?

Bu soruya kesin bir yanıt için, biraz daha beklemek gerek.

            Ayşem Sunal, Suat Ağa’nın yedi yıl başkoreografı oldu.

Ayşem Sunal İDOB’u yönetebilir mi?

Operacılar arasında, baleden birinin operayı yönetemeyeceğine dair kemikleşmiş bir düşünce vardır. Birçok açıdan haksız da sayılmazlar. Sistemin başarı anahtarı, baleden gelen müdürün yanına, liyakat sahibi bir operacının yerleştirilmesinden geçiyor. Bu model, daha önce, genel müdürlük düzeyinde de denendi. Meriç Sümen-Gürçil Çeliktaş ikilisi 2005-2007 arasında DOB’u yönettiler. Bugün de il müdürlüğü düzeyinde örneği var.

Sorun şu ki, içinden geçtiğimiz dönem, DOB’un kurumsal, kültürel, etik düzlemlerde, tarihi boyunca hiç tanık olmadığı ölçekte büyük bir saldırıya maruz kaldığı zaman dilimine denk düşüyor. Bunun İDOB’a, Oğlan eliyle nasıl yansıtıldığını yukarıda açıkladık. Buna bir de, “Arıkan Ağalığı”ndan kalan hafriyatı eklerseniz, oldukça dirayetli bir müdür gereksiniminin ortaya çıktığını göreceksiniz.

Yani?

1) Oğlan’ın İDOB’a, DOB adlı özel şirketinin acentesi muamelesi yapmasına izin vermeyecek, kurumsal kimlik ve işleyiş duyarlılığını her şeyin üzerinde tutacak bir müdür.

2) Oğlan ve Arıkan’ın kökleştirdiği kötü huylu tümör, “tek adam” anlayışını, kurumsal çarkları işleterek aşabilecek bir müdür.

3) Pansuman Remzi üzerinden gelecek, “kâr ortaklığı”na dayalı her tür kurum dışı piyasa unsuru talebine karşı, kurumsal kültür ve saygınlık süzgecini kullanabilecek bir müdür.

Ayşem Sunal bu perspektif ve kişiliğin gerektirdiği özelliklere sahip biri mi?

Sağlıklı bir değerlendirme için, sezon sonunu beklemek gerekiyor. Ancak, iyi başlamadığı kesin; Oğlan’ın da, Arıkan’ın da, Pansuman’ın da, deneyimsizliği ve fazla içsel koordinatlarda yaşaması nedeniyle, onu kolayca kullanabilmek için desteklediklerini anlamak zorunda. Bu çemberi kırabilmesinin ilk adımı, sekreterlik konumuna derhal son verilmesini sağlamak. Ardından da, Oğlan’ın emirlerini, filancaların taleplerini ince süzgeçten geçirme pratiğine kendini alıştırmak.

Sonuç

Ayşem Sunal ve oluşturulan yeni İDOB yönetimi çok zor bir dönemde elini taşın altına koyan insanlardan oluşuyor. İslamcıların ve Oğlan’ın kuklaları mı, İDOB’u kurtarmaya çalışan fedailer mi?

İkincilerden olmaları arzusu, hepimizin yürek sesi…

Her iki durumda da, İstanbul’u islamcı dönem sonrasına taşıyacak ekiptir. Bu işten alınlarının akıyla çıkmaları, bir bütün olarak, DOB’un onuru ve saygınlığını çok yakından ilgilendiriyor.

DOB üzerindeki islamcı karanlığın dağılmakta olduğunu müjdeleyen şafak olmaları o kadar çok insanın umudu ki…

Hepsine, tek tek, çokça cesaret ve başarı dilekleriyle…

MELİS GÖNENÇ / SOL-Özel




Hiç yorum yok:

Yorum Gönder