Güçlenen kapitalist ülkelerin dünyanın yeniden güce göre dağılımını talep etmesine dayalı emperyalist rekabet toplumun her hücresine sirayet etmiş durumda. Ancak bu rekabetin askeri boyut kazandığı ilk ülke Ukrayna’dan önce Suriye oldu.
2011’de Türkiye’yi de kapsayacak şekilde Batı emperyalizminin komplosu ile başlayan bu acı ve ibret verici hikâyeyi burada tekrarlamaya gerek yok.
2019’da “Barış Pınarı” adı altında Türkiye’nin Fırat’ın doğusuna yaptığı müdahale ve Rusya ile yapılan anlaşma sonrası Suriye’de az çok bir denge durumu oluştu. Aşağıdaki harita üç yıldır korunan ama herkesin geçici olduğunu bildiği denge durumunu özetliyor:
Dengenin çok boyutlu yüzeyleri bulunuyor, Rusya-Suriye Devleti, ABD-Kürt siyaseti, Türkiye-Rusya, Türkiye-ABD, Rusya-Kürt Siyaseti, ayrıca İran var bir siyasi aktör olarak.
Bu üç yıl boyunca dengenin korunmasının nedeni göreceli olarak yüksek eşikli olmasıydı, siyaseten aşılması zor engeller oluşmuştu. Ancak Ukrayna’daki paylaşım savaşı ve onun dünyaya yayılan etkileri, sermaye sınıflarının bölgesel gereksinimleri dengeleri zorlamaya başladı.
Eşiği geçmeyi sağlayacak bir olaya ihtiyaç vardı, o da kimin yaptığından bağımsız olarak İstiklal bombalı saldırısından geldi. Saldırıdan 6 gün kadar sonra muhtemelen ABD ve Rusya’dan kısmi izin alınarak ve Suriye ile zımni olarak anlaşılarak Türk Hava Kuvvetleri yasaklandığı Suriye hava sahasına girdi ve Fırat’ın batısındaki SDG kuvvetlerini ve ikmal istasyonları vurdu. Şimdi ise kapsamlı bir kara harekâtından bahsediliyor.
Ayrıntılarda boğulmadan bu çok yüzeyli prizmayı elimize alıp dengeleri nelerin değiştirdiğine bakmaya çalışalım.
Yeni-Osmanlıcılık oldukça tuttu ve Türkiye’nin son dönemde belirginleşen yayılmacılığını tanımlamak için çok kullanıldı. Öte yandan günümüzde olay Osmanlıdaki gibi salt fetihe, ganimete ve ranta el koymaya değil, emperyalist ilişkiler içinde sermaye ihracatına ve emek gücünün sömürüsüne dayanıyor.
İstiklal saldırısından sonra Devlet yetkilileri aslında hiçbir şey açıklamayan “terör”den bahsedip durdular, aslında ne olduğunu belki henüz devlet olmadığı için Kılıçdaroğlu açık etti. “Suriyeli göçmenler Suriye’deki fabrikalarımızda çalışacaklar” demeye getirdi.
Toprak ilhakı hala bir sermaye devleti için önemli, ama esas olanın sermaye ihracatı ile sağlanan ekonomik-siyasi hegemonya olduğunu aklımızda tutmalıyız.
Denge durumunu zorlayan esas unsurun bu olduğunu söyleyebiliriz. Suriye’de tekrar güçler ölçüsünde istikrar sağlanmalı, Türkiye sermayesine bağlı fabrikaların kapısına Kürt, Arap, Türkmen olduğuna bakmaksızın ucuz emek gücü çalışmak için yığılmalı, bütün Suriye, hatta Ortadoğu burada üretilen malların pazarı haline gelmeli.
Ekonomik açıdan köşeye sıkışmış olan Suriye sermayesi de Kürt sermaye sınıfı da bu konuda uzlaşabilir. Suriye ve Türkiye arasındaki henüz nasıl şekilleneceği belli olamayan ve büyük güçlükler barındıran uzlaşma eğilimini burada aramak gerekiyor.
Türkiye sermayesinin her grubun kendi rantını oluşturduğu ÖSO’yu düzenli ordu, yani bir devletçik haline getirme girişimini de böyle okumak gerekiyor. Her eli silah tutan çeteciğin kendi pazarı, kendi hapishanesi, kendi polisi, kendi eğitim kurumu olduğu bir yer daha çok feodal bir düzene benziyor çünkü.
İdlip’teki şeriatçıların da bir yerden sonra ipliği pazara çıkacaktır, sermaye araçsallaştırdığı bu çapulculardan bir yerden sonra kurtulmak isteyecektir.
Öte yandan süreci boyutlandıran önemli bir olay Ukrayna Savaşı etrafında Türkiye’nin ABD ve Rusya ile kurduğu pazarlık masaları. Her iki taraf da Türkiye sermayesini kendi yanına çekmeyi taktiksel olarak başa yazıyor. Burada pazarlık masası o kadar karmaşık ki bu yazının kapsamına girmesi mümkün değil. Doğu Akdeniz kaynaklarının paylaşımından F-16 satışına, Karadeniz’in askerileşmesinden Rusya gazı için Türkiye’nin ana istasyon olmasına kadar sayısız madde var. Kürtlerin Suriye’de ne kadar veya nerede özerk olabileceği bu yüzlerce başlıktan bir tanesi.
Birçok yazar haklı olarak Suriye’ye askerî harekâtın iç politikaya olan etkisini tartıştı. Olaylar iç içe, bu da önemli bir başlık, ama bağımsız ve tek başına değil. Eğer sermaye sınıfı bir milli mesele yakalamış ve bunu kanırtıyorsa bu başlı başına bir baskı konusu olur. Örneğin, İstiklal bombalamasının kaynağını tartışmak fiili olarak yasaklanmış oldu. Muhalefetin ise aynı sermaye sınıfının aparatçığı olduğu bir kez daha beyinlere sirayet etti.
Türkiye işçi sınıfı siyaseti ise olayı olduğu gibi anlamaya çalışıyor, hiçbir olayı sınıflar üstü görmüyor.
Ve her çürümenin, her kan dökücülüğün esas kaynağına yürüyor:
İnsanın insanı sömürüsüne son vermeye.
Erhan Nalçacı / SOL
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder