(*) dönüm noktası: Vladimir Putin’in Ukrayna’yı işgali dünya siyasetini, en çok da Almanya’da altüst etti. Alman Federal Meclisi’nin 27 Şubat’taki olağanüstü oturumunda konuşan Alman şansölyesi Olaf Scholz bir Zeitenwende, yani tarihte bir dönüm noktası ilan etti. Rusya’nın Ukrayna saldırısı, Avrupa’nın ve Almanya’nın yeni bir çağa girdiği anlamına geliyordu.
Rusya-Ukrayna savaşı ile ortaya atılan 'Zeitwende' kavramı geçerliliğini korumakla beraber, Alman emperyalizminin yaşadığı sıkışma yeni rotaya ilişkin belirsizliği de beraberinde getiriyor.
Demokrat Partili Joe Biden, Donald Trump karşısında seçimleri kazanıp başkanlık koltuğuna oturduğunda, liberal pazarlamacılar bunu ‘liberal dünya düzeni’nin kendi evinde kazandığı büyük bir galibiyet olarak muştuladı. “Trump’ın içeride ve dışarıda uyguladığı popülist politikalar terk edilecek, kurumların yıpranmasına son verilecek, ticaret savaşlarına neden olan korumacı politikalar terk edilecekti. ABD, demokratik siyaset ve serbest piyasa ekonomisinin sağlıklı işleyişinde dünyaya örnek olmaya devam edecekti...”
Her masal gibi bu da uzun sürmedi. Emperyalist soğuk savaş makinasının halis mamullerinden Joe Biden, Trump’ın uygulamaya koyduğu ve kamu ihalelerinde ABD’de üretilen malların alımını önceliklendiren ‘Buy American’ Yasası’nı güçlendirirken, Çin’e yönelik ticari kısıtlamalar bırakın terk edilmeyi daha da tahkim edildi. Dış politikada da saldırganlığın dozajı belirgin şekilde artırıldı: Tayvan başlığında Çin’e yönelik provokatif girişimler hayata geçirilirken, Rusya üzerindeki abluka daha da artırıldı ve nihayetinde Ukrayna’daki kukla iktidar üzerinden Rusya sıcak çatışmaya zorlandı…
Rusya-Ukrayna Savaşı ve Almanya’da Zeitenwende
Alman Şansölyesi Olaf Scholz, Rusya’nın, 24 Şubat 2022’de Ukrayna’ya yönelik başlattığı ‘Özel Operasyon’un hemen ardından, 27 Şubat’ta yaptığı konuşmada, Rusya’nın adımını Almanya açısından tarihi bir dönüm noktası (Zeitenwende) olarak niteledi ve bunun Almanya’nın Rusya politikası ile savunma politikalarında radikal değişiklikleri beraberinde getireceğini ilan etti.
Almanya’nın savunma harcamalarını agresif şekilde artıracağını da söyleyen Scholz’ün ardından, Almanya’nın sosyal demokrat Savunma Bakanı Christine Lambrecht de Alman ordusu Bundeswehr’in güçlendirileceğini ve Avrupa’da merkezi otorite rolünü üstleneceğini ‘müjdeleyecekti. Lambrecht, Almanya’nın artık Nazi dönemi ‘handikaplarından’ sıyrılması gerektiğini de ekliyordu…
Almanya’nın biraz da beklenmedik bu yaklaşımı ABD ve genel olarak NATO mahfillerinde büyük bir memnuniyetle karşılandı. Zira sanayi devi Almanya’nın doğalgaz tüketiminde Rusya’ya bağımlılığı yüzde 40 düzeylerindeydi ve Alman sanayi tekelleri Rus doğalgazı sayesinde önemli bir rekabet avantajı ve yüksek kârlılık elde ediyordu. Buna bağlı olarak da Almanya’nın görece ayrıksı Rusya politikası başta ABD olmak üzere NATO’da belirli bir düzeyde rahatsızlık konusuydu…
Özetle Alman sosyal demokrasisi bir kez daha tarihsel bir dönemeçte emperyalizm için kritik bir role soyunduğu izlenimi veriyordu.
Süreçte önemli dönüm noktalarından birisi Rusya’dan Avrupa’ya doğalgaz akışının önemli ölçüde kesilmesi oldu. Rekor düzeyde yükselen doğalgaz fiyatları gerek doğrudan gerekse de elektrik fiyatları gibi dolaylı etkileriyle Alman sanayisine ağır bir maliyet yükü yükledi. Bunlar içerisinde otomotiv, kimya, çelik sanayi gibi enerji yoğun üretim yapan ve Alman burjuvazisinin en önemli küresel aktörlerden olduğu önemli sanayi dalları söz konusuydu. Bunun yanında yükselen enflasyon halk yığınlarında da koalisyon hükümetine dönük öfkenin artmasına neden oluyordu.
Çin kırılması…
Bu yılın Ekim-Kasım aylarına gelindiğinde ABD’de Biden yönetimi, yarı-iletkenler/çipler başta olmak üzere yüksek teknolojili mal ihracatına getirdiği sert kısıtlamalar ve Ulusal Güvenlik Stratejisi ile Çin’e karşı el yükseltirken, Çin Komünist Partisi ise 20. Kongresi ile kendi mevzilerini güçlendiriyordu.
Hal böyleyken merak edilen başlıca konulardan birisi de Rusya-Ukrayna savaşında aldığı tutum üzerinden ağır bir ekonomik bedelle karşılaşan Almanya’nın, Çin başlığında sergileyeceği eğilimdi. ABD tarafında arzu edilen, Rusya örneğinde olduğu gibi Çin cephesinde de Almanya’nın ‘Batı ittifakının bütünlüğü çerçevesinde hareket etmesi’ yönündeydi.
Ancak beklenenin aksine gelişmeler yaşandı. Bunlardan ilki Almanya’nın küresel ticarette stratejik bir nokta olan Hamburg Limanı’nda Çinli nakliye firması Cosco’nun yatırımlarına belli sınırlamalarla da olsa yeşil ışık yakmasıydı. Beklendiği üzere gelişme ABD’nin tepkisini çekti.
Ancak daha önemli gelişmeyse, Alman Şansölyesi Olaf Scholz’ün bu kritik dönemde Çin’e yaptığı ziyaret oldu. Scholz, ABD ile Çin arasında mücadelenin kızıştığı bir dönemde Çin’e gitmekle kalmamış, aralarında Volkswagen, Siemens ve BASF’ın da olduğu 12 sanayi tekelinin yöneticilerini de yanına almıştı. Pekin’e doğru yola çıkmadan hemen önce ise Scholz, AB'nin ekonomik olarak Çin'e fazla bağımlı hale geldiğinin farkında olduklarını, ancak Almanya'nın Çin ekonomisi ile bağlarını kesmesi veya Çin’in tecrit edilmesi yönünde “bazılarının çağrılarına” kulak vermemesi gerektiğini söyleyecekti1.
Scholz’ün ‘bazılarının çağrıları’ şeklindeki ifadesi adresini bulmuş olacak ki ABD iltisaklı düşünce kuruluşları ile yayınlarda Scholz’e ateş püsküren sayısız yazı ortalığa döküldü. Almanya’nın Çin ile mücadelede güvenilir bir ortak olup olmadığı sorgulanıyor, Scholz, Alman halkı ve Batı ittifakı yerine bazı Alman sanayi tekellerinin çıkarlarını savunmakla suçlanıyordu.
Gelişmelerin düşünce kuruluşları ve basındaki yansımalarından daha önemlisi ise Alman hükümeti içerisinde yarattığı ayrışma görüntüsü oldu. Rusya-Ukrayna savaşında da en agresif NATO çığırtkanlığını yapan Yeşiller Partisi, Çin ziyaretinden ötürü Scholz’ü topa tutarken, kampanyanın bayraktarlığını ise Dışişleri Bakanı Annalena Baerbock üstlenmiş durumda.
ABD yanlısı yaklaşımıyla bilinen 40 yaşındaki Baerbock’un siyasette ‘şaşırtıcı’ bir hızda yükseldiği görülüyor. Öyle ki son seçimlerin ardından başbakanlığa adı geçiyorken son anda ortaya çıkan intihalciliği nedeniyle bu şansı kaybetmişti.
Konuya dönecek olursak; Baerbock’ın yönetimindeki Alman Dışişleri Bakanlığı, Almanya’nın Çin politikalarına yönelik bir strateji belgesi hazırlığındaydı. Taslak metnini Dışişleri Bakanlığı’nın hazırlayacağı belgenin, diğer bakanlıklarla istişare edildikten ve hükümet tarafından onaylandıktan sonra 2023 ilk çeyreğinde yayınlanması bekleniyordu. Almanya’nın ilk kez kendi bakanlığında kendisine ait bir Çin stratejisini hazırladığıyla övünen Baerbock, ABD politikaları ile uyumlu olacağını söylediği belgenin amacını kabaca Çin tehditlerine karşı transatlantik pozisyonunu güçlendirmek şeklinde özetliyordu2.
Beklendiği gibi Çin’e karşı oldukça saldırgan bir politika çerçevesi öneren ve Alman sanayi çevrelerinden de tepki gören taslak, Scholz’ün Çin ziyaretinin ardından basına sızdırıldı3. Nihai metnin nasıl olacağı ve hükümet içerisindeki kavganın akıbeti Almanya’nın Çin başlığındaki yönelimi açısından oldukça önemli olacak.
Alman sanayi tekelleri ve Çin
Avrupa sermayesinin Çin’de büyük yatırımlarının olduğu bilinen bir gerçek. Diğer yandan son yıllarda yatırımların sektörel ve ülkeler bazında gittikçe daha fazla yoğunlaştığı görülüyor. Kimi rakamlar vermek gerekirse, 2019 yılı itibarıyla Avrupa’nın Çin’e toplam doğrudan yabancı yatırımlarının (DYY) yüzde 88’i 10 büyük tekele ait (2008-2017 ortalaması yüzde 49). Sektörel bazda aralarında otomotiv, ilaç/biyoteknoloji ve kimyanın olduğu beş sektörün toplam payı yüzde 70 civarlarında (2008-2012 ortalaması yüzde 57).
Ülkelere baktığımızda ise Almanya, Hollanda, İngiltere ve Fransa, Çin’e toplam Avrupa DYY’sinin yüzde 87'sini oluşturuyor. Sadece Almanya’nın payı yüzde 43 (son dört yıl ortalaması), bu 10 yıl öncesinde yüzde 34 düzeylerindeydi.4 Otomotiv sanayisinde Volkswagen, BMW ve Daimler, kimya sanayisinde ise BASF’tan oluşan 4 Alman tekelinin Çin’deki toplam Avrupa DYY’sinde payı yüzde 34.
Bu yıl, Alman otomotiv tekellerinden BMW, 4,2 milyar dolarlık bir ilave yatırımla Brilliance Auto Group ile olan ortaklığında payını yüzde 50'den yüzde 75'e çıkardı.5 Audi ise Çinli kamu şirketi olan FAW Group ile 3,3 milyar dolarlık yatırımla elektrikli araç üretimine hazırlanıyor.6
Rakamlar, gerek talep açısından Çin ve Doğu Asya’nın kalanının sunduğu pazar imkanı gerekse de araştırma geliştirme gibi başlıklarda Alman sermayesi için Çin’in tartışılmaz önemini ortaya koyuyor. Diğer yandan karşılıklı bağımlılık ilişkileri ile iç içe büyüyen emperyalist rekabetin taşıdığı potansiyel yıkıcılığı da gösteriyor.
Almanya Doğu Avrupa’da da sıkışıyor
Çin’e ek olarak Doğu ve Güneydoğu Avrupa’da yoğunlaşan rekabet de Almanya’nın sıkışmışlığını artıran bir diğer faktör. Bunların başında Ukrayna’nın yeniden inşasının getirdiği kâr iştahı geliyor. Kimi hesaplamalar Ukrayna’nın uğradığı altyapı hasarının halihazırda 200 milyar doları bulduğuna işaret ediyor7, savaşın uzaması durumunda bunun katlanarak artması kaçınılmaz. Pastanın büyüklüğü karşısında ise ABD, rakiplerine ‘hiç heveslenmeyin’ mesajını çoktan veriyor. ABD Alman Marshall Fonu (The German Marshall Fund of the United States - GMF) Ekim ayı başında yayınladığı ilgili bir raporda8, Ukrayna’nın yeniden inşası için G7 öncülüğünde bir RecoverUkraine platformu kurulmasını önerse de, bunun başında ‘Amerikalı bir itibar figürünün9’ bulunması gerektiğini eklemeyi unutmuyor.
Ukrayna’ya ek olarak doğal gaz, nükleer enerji ve hava savunma sistemleri üzerinden de artan bir rekabet söz konusu. Örneğin AB, özel olarak da Almanya, tarihî yüksek doğalgaz fiyatları ile önemli bir rekabet dezavantajına maruz kalırken, ABD kendi LNG’sini Doğu Avrupa pazarlarına taşımak için çok öncesinden önemli adımlar atmaya başlamıştı10. Hava savunma sistemleri ve nükleer teknoloji başlıklarında ise Polonya bölgede önemli bir Amerikancı aktör olarak yükseliyor. Ülkenin Almanya’nın ‘Avrupa Gökyüzü Kalkanı Girişimi’ne (European Sky Shield Initiative) katılmayı reddedip11, hava savunma sistemi anlaşmalarını ABD ile ilerletmesi ve beklenenin aksine ilk nükleer santral inşaatını Avrupa’nın nükleer gücü Fransa yerine yine ABD ile inşa etmeye girişmesi12 bu açıdan dikkat çekici adımlar.
Üç Yasa: ABD imalat sanayi ve Almanya’nın endişeleri
Kabaca 1970’lerden bu yana ABD imalat sanayinin gerileme içerisinde olduğu ve emperyalist rekabette geriye düştüğü sıkça dile getiriliyor. Ancak bizdeki anaakım iktisat erbabının aksine, ABD’nin süreci tersine çevirme çabaları çerçevesinde ‘devletçi’ ve ‘korumacı’ önlemlerin de ön plana çıktığı yeni bir eğilimin varlığı birçok burjuva iktisatçısı tarafından da kabul ediliyor.
Bu bağlamda özellikle 2021 sonlarından bugüne Biden yönetiminin devreye aldığı üç yasa emperyalist rekabet başlığında çokça konuşulacak gibi: Tarafsız Altyapı Kanunu (The Bipartisan Infrastructure Law), Yarı-iletkenler ve Bilim Yasası (CHIPS Act13) ve Enflasyonu Düşürme Yasası (The Inflation Reduction Act). Bu üç Yasa ABD imalat sanayini canlandırmak için önümüzdeki 10 yıl içerisinde toplamda 2 trilyon dolarlık kamu harcaması öngörüyor! Bu süreçte yarı-iletkenler gibi stratejik öneme sahip ve yüksek teknoloji içeren ürünler ile genel olarak ‘yeşil dönüşüm’ başlıkları yeni kâr alanları olarak öne çıkıyor.
CHIPS Act, yarı-iletken üretiminde ABD’nin Çin’e rekabet üstünlüğü sağlamasını ve yarı-iletken tedariğini güvence altına almayı hedeflerken, Enflasyonu Düşürme Yasası’nın Alman emperyalizmini tedirgin ettiği görülüyor. Yasa karbon emisyonunun azaltılması, temiz enerjiye geçiş gibi masumane hedefler için 400 milyarlık bir devlet harcamasını içerirken14, ayrıntılar gerçekte başka bir eğilime işaret ediyor.
Örneğin yasa kapsamında her bir elektrikli araç alımında araç başına 7500 dolar destek öngörülüyor, ancak ufak bir şart ile: Araçların ABD’de üretilmiş olması gerekiyor. Bunun yanı sıra aracın baterisinin üretiminde kullanılan ürünlerin yüzde 40’ının (2030’a kadar kademeli şekilde yüzde 80’e çıkacak) da ABD’de ya da ABD ile serbest ticaret anlaşması olan bir ülkede üretilmiş olması gerekiyor.
Kısaca yasaların parasal büyüklükleri ve ‘korumacı önlemler’ ile tahkim edilmiş teşvikler emperyalist rekabette önümüzdeki dönem hararetin ne denli artacağını ortaya koyuyor, öyle ki IMF’nin uyarıları, çöp olmuş Washington Mutabakatı’nın ardından bir tatlı nostalji niteliğinde…15
Konuya halihazırdaki enerji kriziyle birlikte bakıldığında gelişmeler Almanya’nın tedirginliğini de açıklar mahiyette: Siemens ABD’deki elektrikli araç şarjına dönük üretimini artırma kararı aldı, benzer şekilde Hamburg merkezli Aurubis AG, multi metal geri dönüşümü için ABD’de eritme tesisleri kuracağını açıkladı. Tersinden ABD’li Tesla da Almanya’daki üretimini azaltıyor. Alman çelik sanayinde ArcelorMittal ve gübre sanayinde SKW Piestreritz üretimini azaltma ve durdurma kararı alıyorlar.
Emperyalist rekabetten Türkiye’ye düşen
Yukarıdaki saptamalar kızışan rekabet koşullarında Alman emperyalizminin Rusya, Çin, Doğu Avrupa cephelerinde ve ABD’nin devreye aldığı sanayi politikaları karşısında yaşadığı sıkışmaya dönük mütevazı bir çerçeve çizmeyi amaçlıyor. Başta geleneksel sermaye olmak üzere Türkiye kapitalizminin Almanya ile köklü bağları malum. Dolayısıyla yaşanacakların Türkiye’yi etkilememesi söz konusu değil. Burası açık.
Peki tüm bunlar Türkiye’de olup bitenlere baktığımızda ne ifade ediyor?
Soruyu başka sorular ile yanıtlayıp bitirelim. AKP’nin dış politika ve ekonomide attığı adımlara baktığımızda ne göreceğiz?
Liyakatsiz kadrolar yüzünden politika hataları yapan, sürekli geri adım atmak zorunda kalan beceriksiz bir yönetim mi, yoksa hegemonya mücadelelerinin kendisine tanıdığı boşluğu sonuna kadar değerlendirip yeni mevziler elde etmeye çalışan, bu süreçte yeri geldiğinde ileri atılan yeri geldiğinde geri çekilen, yapısal düzeyde kararlar almasının gerekmesi durumunda kur şoku gibi müdahaleleri bir yere kadar sınırlayabilerek kendisine alan yaratan Yeni Osmanlıcı yaklaşımı mı?
MEHMET TUNA DOĞAN / SOL
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder