Düşmüşsen düşkünleşirsin. Burada mesele yoksulluk değildir, düşkün olup olmamaktır. Bir işin var ve aldığın ücretle geçinemiyor, kendi kendini yeniden üretmekte zorlanıyorsan bu yoksulluktur.
Sadaka, ş-d-k kökünden türemiş, “doğruyu söylemek” anlamına geliyor. Dindarın sadaka vermesi onun dininin doğruluğunu gösterir, İslami tarifi bu. Tabii İbranice olması daha yüksek ihtimaldir. “Tsedaka”, Yahudilikte bir yardım mekanizmasıdır, İslami anlamından farklı olarak eşitlik-adalet çağrışımı da var. Tsedaka, dindar Yahudilerin de görevleri arasındadır. Allah’ın hoşnutluğunu kazanmak için ihtiyaç sahiplerine yapılan gönüllü veya dinen zorunlu maddi yardımları, bu çerçevede verilen para ve eşyayı ifade ediyor. Zekât versiyonu var, sadaka ile aralarında önemli bir fark yoktur. Demek ki muhtaç olmadan sadaka olmaz. Varsıl bu “iyiliği” yapabilmesini yoksulların varlığına borçludur. Böylece varsıllığın ve yoksulluğun doğal, tanrı vergisi, kabul edildiği bir düzleme ulaşmış oluyoruz. Sadaka düzenidir.
Son yıllarda yaygınlaşan “askıdaki ekmek” sadakasının izinden gidiyoruz, ekmek alamayacaklar alsın diye askıya ekmek bırakmak iyilik midir, sadakada insani bir yan var mıdır, bunları soruyoruz.
“Gerek Eski Ahid’de, gerekse İnciller’de yoksullara karşılıksız yardımın özendirildiği ve bu anlamda sadaka kavramının kullanıldığı görülür.” Diyanet üretimi “İslam Ansiklopesi”nden aktardım. Tabii Kuran’da da var. Bu dinlerin yazılı kaynaklarında sadaka açık bir biçimde özendiriliyor. Özendirilen kim? Zenginler, varsıllar. Sadaka söz konusu olduğunda tanrının muhatabı bunlardır. “Neden zenginler ve yoksullar olarak ayrıldık” diye sormaz din, çünkü bunu sorgusuz onaylar. “Üstteki el alttaki elden daha iyidir” diyor İslam peygamberi. Üstteki verendir, alttaki dilenendir. Demek ki alttaki iyi olsa bile, üstekine göre kötüdür.
Demek ki her hâlükârda dinsel bir kavramla karşı karşıyayız. İslamiyet daha ileri gitti, cami, aşevi, han, hamam gibi “hayır tesislerini” oluşturup bunlarla ilgili vakıflar kurarak sadakayı kurumsallaştırdı. Şimdi yerlerine hızla tarikatlar geçiyor, yaygınlaşıyor. Bununla birlikte ayet ve hadisler sadakayı teşvik ederken bunun insan onurunu kırmayacak biçimde gerçekleştirilmesini talep eder. Demek ki İslamiyet de dilenmeyi insanın saygınlığıyla bağdaşır bulmamıştır. Sadakada, dilencilikte, insan yoktur. Zorunlu ihtiyaçlarına indirgenmiş insan artık insan değildir.
Peki, sadaka ile eşitlik olur mu? İmkânsızdır. Sadakada merhamet bulabilir miyiz? Merhamet zalimin erdemidir. Sadaka varsılın merhametine delil sayılır, dilenci zenginliği meşrulaştırır. Demek ki sadakaya ve merhamete ihtiyaç duyan düzen yanlış, eksik, hatalı bir düzendir. Bunların birer dinsel kavram olmasından yola çıkarak söylüyorum, zenginler ve yoksullar olarak ayrılmışsak “din kardeşliği” imkansızdır. Veren el ile alan el asla kardeş değildir.
Tabii bu durumda “millet” de imkansızdır. Açlıktan tek bir çocuğun öldüğü yerde millet olmaz. Açlık ve yoksulluk milletin kendini imha etmesidir. Yoksulluğun, açlığın, düşkünlüğün olduğu yerde belli sınırlar içine hapsolmuş biçare canlılardan söz edebiliriz ancak.
***
- Ve onlara bir şey vereceksen, o zaman sadakadan başka bir şey verme ve bırak bunun için yalvarsınlar!
- “Hayır” diye cevap verdi Zerdüşt, “ben sadaka vermiyorum. Sadaka verecek kadar fakir değilim.”
Sadaka vereni de alanı da yoksullaştırır; dediği budur. “Ecinniler’de denildiği gibi, sadaka vermekten alınan zevk, kibirli, küstah, ahlaksızca bir zevktir. Zenginin zenginliğinden, gücünden, kendi önem ve değerini yoksulun önem ve değeriyle karşılaştırmasından aldığı zevktir, vereni de alanı da soysuzlaştırır. Nietzsche halk yığınlarından tiksiniyor, onları “ahmaklar sürüsü” olarak tanımlıyordu. En büyük kötülük en büyük iyilik için gerekliydi, ahmaklar ancak böylesinden anlardı. Yaratıcı olmak isteyen, önce yıkıcı olmak zorundaydı. Haliyle dinlerin “çalmayacaksın”, “öldürmeyeceksin” kuralı da artık geçerli değildi. “Parçalayınız kardeşlerim, eski levhaları parçalayınız” diye bağırıyordu büyük bir şehvetle. Kapitalizm çalarak ve öldürerek ilerliyordu çünkü. Merhametin, iyiliğin, sadakanın ve tabii erdemin bir alemi kalmamıştı. Kapitalizm tanrıyı öldürmüş, yerine parayı geçirmişti. Paranın hükmüyle birlikte zengin ve zalim üstün insan olmuştu. Para-tanrının hükmünün sürdüğü yerde merhamete yer yoktur.
Merhamet yoksa ahlak da yoktur, kapitalizmde ahlak olmaz. Merhametsiz ve ahlaksız bir düzende “iyilik” de olmaz. Kapitalizme itiraz etmeyen bir merhamet marazidir öyleyse, zulmün mümkün olan bütün anlamlarında onaylanmasıdır.
***
Demek ki “askıda ekmek” sadece insanlığın değil kavramlarımızın da sınırıdır. Yoksulluk veya fakirlik, günlük temel ihtiyaçların tamamını veya büyük bir kısmını karşılayacak yeterli gelire sahip olmama durumudur. “Asgari ücret” yoksulluğun da sınırını çizmektedir. Bunun altı yoktur, altında sadece düşkünlük vardır.
Birçok anlamı var “düşkün”ün. Tutkun, bağlı, aşık anlamına gelebiliyor yerine göre. Ama daha çok “maddi” hallerle ilgili bir yanı var. Geçim sıkıntısına düşme, yoksulluk sebebiyle refahını veya yaşlılık, hastalık vb. sebeplerle çalışma gücünü yitirmiş olma anlamındır. Bizi ise daha çok mecazi anlamı ilgilendiriyor. Değer ve onurunu yitirmiş, kötü yola düşmüş, ahlaksız manasını içeriyor bu yanıyla.
Toplumsal bir vaka haline kapitalizmin şafağında, piyasa toplumunun eski feodal ilişkileri parçalayarak kendine yer açtığı bir zamanda geldi. Gelişme ile bağının kurulmasını Karl Polanyi’ye borçluyuz. “Büyük Dönüşüm”de Sanayi Devrimi yıllarında İngiltere’de ortaya çıkan yaygın düşkünleşmeyi inceliyor Polanyi. Dediği şu; o yılların İngiltere’sinde toprak sahipleri ve kapitalistler işçi sınıfından önce örgütlenmişti. Bu örgütlü iki sınıf o şartlarda feodalizmden kalan bütün ilişkileri düzlemeye girişti. Toplumu acımasızca parçaladı, köylüler topraktan kopardı ve fırlatılıp attı. Topraktan koparılanlar da çareyi şehirlerin kapısına yığılmakta buldu. Bu yolla bir emek piyasasının oluşması için şartlar hazırlanmış görünüyordu.
Fakat, 1785’ten 1834’e kadar bir emek piyasasının yaratılması “Speenhamland” yasası nedeniyle mümkün olmadı. Türkçesi “düşkünler yasası”dır. Yasa, şehre göçmüş ama bir iş bulamayanlara Kilise aracılığıyla verilen hizmetlerden yararlanma imkânı veriyordu. Kilise bu durumdakilere bir öğün yemek veriyor ve yatacak bir yer gösteriyordu. Fakat sorun şu ki, bir iş bulmayı başaranlar kilisenin yardımlarıyla yaşayan düşkünlerden daha sefil bir hayat sürebiliyordu. Bu durumda çalışmayı bırakıp düşkün olmak daha iyiydi. Topraksız köylüler bir atölyede çalışmak yerine kilisenin kapısında kuyruğa girmeyi tercih ettiği için bir “emek piyasası” oluşamamıştı. Hem bir emek piyasasının oluşması hem de ilk sendikaların ortaya çıkması için düşkünler yasasının kalkmasını beklemek gerekecekti.
Emek piyasasının akıbetinden çok bizi daha yakından ilgilendiren şey bu yasadan yararlanıp kiliseye sığınanların durumudur. Şöyle özetleyebiliriz vaziyetlerini: Bu yasadan yararlanan hemen herkes değer ve onurunu yitirmiş, kötü yola düşmüş, ahlaki değerlerinden vazgeçmiştir. Toplumu çözmek ve insanı düşkünleştirmek; kapitalizmin tarihinin en yıkıcı eylemi budur.
Düşmüşsen düşkünleşirsin. Burada mesele yoksulluk değildir, düşkün olup olmamaktır. Bir işin var ve aldığın ücretle geçinemiyor, kendi kendini yeniden üretmekte zorlanıyorsan bu yoksulluktur. Kiliseye, dine, devlete, belediyeye sığınmış ve dilenerek geçiniyorsan, bu düşkünlüktür. Ülkedeki çöl iklimine bir de böyle bakılmalıdır. Sendikasızlaştırma, örgütsüzleştirme, dinselleştirme bu düşkünleştirmenin birer türevidir. Düşkünlük yükselmişse, orada ne insan kalır ne de sınıf. Orada yalnızca ibadethanelere sığınmış zavallıları görürsünüz. Özetle, askıda ekmek kapitalizmin en yıkıcı halidir.
***
Düşmüşsen düşkünleşirsin. Piyasa toplumu düşmüştür; düşmüşün ayakta tutulması için ise sadaka şarttır. Askıda ekmek düşüşün ilanıdır. Öyleyse tekrarlayalım; Çocukların açlıktan öldüğü bir düzende din kardeşliği olmaz. Düşkünlerden ulus yaratamazsınız. Açlığın dini yoktur, yoksulluğun vatanı olmaz. Bu düzeni görmezden gelerek “hiçbir çocuk aç yatmayacak” demek sadakaya, marazi merhamete davettir.
Komünizm düşüncesinin arkasında işte böyle bir tarih var. Marksizm, düşkünler toplumundan esinlenen siyasal iktisada, Komünizm ise düşkünlüğü üreten piyasa toplumuna radikal bir reddiyedir. İnsanı insan, toplumu ise birer insanlar toplumu haline getirmenin bulabildiğimiz biricik yoludur bu. Ama hepsinden öte, Komünizm kapitalizmin ortasında insan kalma mücadelesidir. İnsanı düşkünleştiren, dilenci yapan, değersizleştiren, kötü yola düşüren, onursuz ve ahlaksız kılan bir düzeni değiştirme iradesidir. Sadaka zenginin, merhamet zalimin erdemidir; bunlara gerek duyulmayan eşitlikçi düzene Komünizm diyoruz…
Öyleyse ne merhamet ne sadaka. Askıdaki ekmeği çoğaltmaya değil, ürettiğimiz ekmeği eşit bir şekilde bölüşmeye ihtiyacımız var. Çocukları açlıkla ölüme iten bütün düzenleri yıkacağız. Yurttaşların büyük bir kısmı açken tıka basa yiyenlerin yediklerini kursaklarında bırakacağız. Ve tek erdemi eşitlik olan bir yeni cumhuriyet kuracağız.
Orhan Gökdemir / SOL
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder