'Türkiye’nin emekçileri doğrudan bu ülkedeki sermayeye, dolaylı olarak da küresel sermayeye sürekli art-değer aktarmaktadır. İkili sömürü altındadırlar.'
Bakan Nebati yakınlarda bir toplantıda yerli paranın aşırı değerlenmesi durumunda sanayinin yavaşlayacağını ve hatta duracağını, ithalatın patlayacağını ve işsizliğin sökün edeceğini belirtti. Tersinden aşırı değersizleşmesinin de zararlı olduğunu ve bir optimal değerin olması gerektiğini ekledi. Böylece giderek değersizleşen ulusal paranın gidişatına müdahale edememenin kuramsal kılıfını bulmuş oldu. Ne dedi, neyi kastetti? Bakana biri söylesin, bu belirlemelerin tümü yanlıştır.
Bakan Nureddin Nebati resmi biyografisine göre akademik iktisat eğitimi almamıştır. Bu bir yandan iyi, bir yandan ise kötüdür. İyidir çünkü şu anda iktisat fakültelerinin büyük bir bölümünde iktisat, tek gerçek iktisat, diye öğretilen şey mutlak bir aklı kırılmasına yol açmaktadır. Ancak bu iktisadi aklın yerine bir başkasını, daha bilimsel ve daha toplumsal olanını geçirmezseniz akıl tutulmasından mustarip iktisadın kendisinin değil, daha vülgarize ve daha karikatürize bir halinin esiri olursunuz. Bakan için kötü olan da budur. Yukarıdaki ifadesi tam da bunu yansıtmaktadır.
Peki neden yanlıştır? Bu soru aklı başında, tutarlı bir kuramsal bakış açısıyla yanıtlanabilir. Ancak bu türden bir cevabın yeri burası değildir. Üstelik bu zahmetli olacak ve okuyucuyu sıkacaktır. Bakanın ifadesini yanlışlamayı bakanın bile kullandığı verilere bırakalım.
Aşağıdaki tabloda 2006 sonrasında sanayi üretiminin, reel efektif kurun ve yurtiçine sermaye girişlerinin yıllık değişimlerini göstermektedir.
Tablo: Sanayi üretim, reel efektif döviz kuru endeksleri, yurtiçine sermaye giriş, yıllık % değişim.Kaynak: Sanayi üretim endeksi değerleri TÜİK’den, reel efektif döviz kuru ve sermaye girişi verileri ise TCMB’den derlenmiştir.Sanayi üretimi küresel kapitalizmin artçı şoklarının Türkiye’yi de vurduğu 2008 ve 2009, ve 2019 yıları haricinde yıllık olarak genelde artış göstermiştir. Reel efektif döviz kuru ise 2006’dan bu yana azalmış gibi görünmektedir. Kısacası Türk lirası adı geçen dönem içinde ekseriyetle değersizleşmiştir. Yabancı sermaye girişleri ise oldukça istikrarsız bir rota takip etmektedir; yabancı sermaye girişlerine iyice bağımlı hale gelen bir ekonominin halini varın siz düşünün.
Ancak bu kadar karışık bir tablo hem bize hem de okuyucuya net bir bilgi vermez. Bu nedenle istatistik ilminin yardımına başvurmak gerekir. Basitçe buradaki değişkenler arasındaki korelasyona bakabiliriz. Korelasyon iki değişkenin ne kadar ilişkili olduğunu ve bu ilişkinin yönünü gösteren basit bir göstergedir. Ancak korelasyon ile ilgili olarak sürekli hatırlatılan bir uyarıyı burada yineleyelim. Korelasyon nedensellik göstermez. Nedenselliğin yönüne, yani hangisinin belirleyen, hangisinin belirlenen olduğuna kuramsal olarak karar verilir.
İki değişken arasındaki korelasyon -1 ile +1 arasında bir değer alır. Eğer iki değişken arasındaki korelasyon -1 ise, iki değişken tamamen zıt yönlerde hareket ediyor demektir. Tersinden eğer katsayı +1 ise iki değişken birlikte hareket eder sonucunu çıkarmamız gerekir. Biz de basitçe bu değişkenlerin ikili korelasyonlarına baktık. Sanayi üretimi ile reel efektif kur arasındaki korelasyon (ki Bakan Nebati anlaşılan bunun çok yüksek olduğunu varsaymaktaydı) 0,03 çıktı. Neredeyse sıfır. Dolayısıyla reel efektif döviz kurunun, yani Türk lirasının reel değerinin sanayi üretimi ile hemen hemen hiçbir ilişkisi yok gibi. Kısacası bakanın yargısını haklı çıkaracak bir kanıta sahip değiliz.
Diğer taraftan sanayi üretimindeki değişim ile sermaye girişleri arsındaki korelasyon 0,4 civarında çıktı. Daha önceden kullanılan bazı ölçütlere göre bu orta düzeyli korelasyon anlamına gelmektedir. Başka bir ifadeyle sermaye girişleri ile sanayi üretimi arasında belirli bir noktaya kadar ilişki vardır. Bunu muhalif ve solcu başka iktisatçıların yaptıkları analizlerle birleştirince şu sonuca varıyoruz. Türkiye sanayiin ekonomik performansı belirli bir noktaya kadar yabancı sermaye girişleri tarafından belirlenmektedir. Bağımlı bir kapitalizmin göstergesidir.
Daha da ilginç olan ise reel kur ile yabancı sermaye girişi arasındaki korelasyondur; değeri 0,51’dir ve bazı sınıflandırmalara göre yüksek korelasyon anlamına gelmektedir. Yapılmış olan bazı başka çalışmaların sonuçlarıyla birleştirerek yine bir yargıda bulunalım; Türk Lirası’nın reel değerinin en temel belirleyenlerinden biri yabancı sermaye girişleridir.
Bu son iki sonuç bize şunu göstermektedir yeniden (daha önce bir yelerde ifade etmiştik); Türkiye kapitalizmi otonomisini yitirmiş gibi görünmektedir. Örneğin reel efektif döviz kurunun önemli artışlar gösterdiği tek tük birkaç yıla bakın, sermaye girişlerinin önceki yıllara göre hacimli bir artış gösterdiğini fark edersiniz. Aslında bu Türkiye kapitalizminin bağımlı bir kapitalizm olduğunun tescili anlamına gelmektedir. Bakan bunun farkında mıdır bilinmez.
Neticede reel döviz kuru ve sanayi üretim endeksi gibi temel yapısal değişkenler belirli bir noktaya kadar yabancı sermaye girişi tarafından belirlenmektedirler. Sermaye girişi arttıkça üretim artış hızı artmaktadır, azaldığında ise azalmaktadır. Bu nedenle Türkiye’de iktisat politikası artık sadece ve sadece bir yerlerden para bulma çabasına dönüşmüştür. Acıklı ve hüzünlüdür. Çöküştür neticede.
Dönelim Bakan Nebati’nin kelamlarına. Hem Erdoğan hem de bakan ihracat mucizesinden bahsetmekteler. Üstelik beyanlarında ihracat güzellemesi yaparken ithalattan dem vurmamayı tercih etmekteler. Türkiye kapitalizminde üretim ağırlıklı olarak ithal girdiye dayalıdır belirlemesini defalarca duymuşsunuzdur, rakamlar da bunu her seferinde teyit etmekteler. Örneğin 2022’nin ilk 11 ayında 331 milyar dolarlık ithalat yapılmış ve bu meblağın 304 milyar dolarlık bölümü ara malı, girdi ve yatırım mallarından oluşmaktadır. 2021’in ilk 11 ayında ise ithalat bedeli ise 246 milyar dolar imiş. Kısacası artış % 36 civarında. Aynı dönemlerde ihracat da 203 milyar dolardan 231 milyar dolara çıkmış, %14 civarında bir artış göstermiş.
Şimdi bakanın savunduğu düşük değerli TL politikasının etkisine gelelim. Belirtildiği gibi ithalat bedeli % 36’lık bir artış göstermişti. TÜİK’in verilerine göre bu iki dönem arasında ithal edilen miktardaki artış ise sadece % 6,5! Kısacası ithal etiğimiz miktardaki artışın çok üstünde bir ithalat faturası ödemiş bu fukara ülke. Neden? Yeni ekonomik modelin köşe taşı olan düşük değerli ulusal para politikası buna yol açtı. İthal edilen birim başına çok yüksek bedel ödedik düşük değerli TL yüzünden. Eğer bakanın beyanı gerçek olsaydı TL değer kaybederken ithalatı da kısabilmemiz gerekirdi değil mi? Görünen o ki olmamış. Olabilirdi; üretimi katlanılamayacak oranda düşürebilseydik eğer.
Şimdi son üç yıldır yaşanan garabetin bir başka göstergesine geçelim. Dış ticaret hadleri ihraç ettiğimiz emtianın birim fiyatıyla ithal ettiğimiz emtianın birim fiyatı arasındaki makası gösteren bir göstergedir. Eğer yükseliyorsa eskisi kadar ithal etmek için daha az ihraç etmemizin yeterli olduğunu gösterecektir. Ancak eğer düşüyor ise aynı miktarda ithalat için daha fazla ihracat yapmamız gerektiğini göstermektedir. Aşağıdaki grafik ay bazında 2019 sonrasında dış ticaret hadlerinin gelişimini gösteriyor.
Şekil: Dış Ticaret Hadleri (2015=100, kaynak: TÜİK)Şekilden de anlaşılacağı gibi 2020’nin başından bu yana düşmektedir dış ticaret hadleri. Bunun asıl müsebbibi ulusal paranın hızla değer kaybetmesidir. Aslında buradaki bir düşüş dışarıya artan miktarda değer aktarımını göstermektedir.
Daha önce de belirtmiştik; ulusal paradaki değer kaybı basit bir parasal olgu değildir, değerini kaybeden bu ülkenin emekçilerinin emeğidir. Aynı miktarda ithalat yapabilmek adına bu ülkenin emekçileri daha çok, daha da çok çalışmak durumundadırlar. Aslında işin özü de buradadır.
Sermaye ise bir taraftan yüksek ithalat faturasını göğüslemek diğer taraftan da düşmesine rağmen hala yüksek dış borç stokunu eritmek zorundadır. Bu ikili baskı aslında büyük bir çöküntü yaratabilirdi. Ama iki fırsat çöküntüyü erteledi. Birincisi enflasyonist ortamda düşürebileceği tek maliyet olan emek maliyetlerini reel olarak iyice miniskül hale getirdi. İki yazı önce emekçilerin çok büyük bir bölüşüm şokuyla karşı karşıya kaldığı vurgulamıştık. İkincisi ise AKP bilfiil kamunun zaten kıt döviz kaynaklarını özel sermayenin erişimine açtı; hem de düşük maliyetle. Bu iki fırsat sermayenin çözümsüzlüğün tüm yükünü emekçilerin sırtına yıkmasına yol açtı.
Üstelik yüksek enflasyonun daha da yükseleceği beklentisi en azından tasarruf yapanları harcamaya itti; bu ilginç bir gelişmeydi işte. Az buçuk tasarruf sahibi olan görece nitelikli ve yüksek gelirli emekçilerin tasarrufları da şimdilerde bu dolaylı yoldan yağmalanmaktadır. Böylece emekçi kesimler hızla aşağıda eşitlenmekteler. Bir yandan borçlanma bir yandan tasarrufların hızla harcamaya dönüştürülmesi sermaye için gerçekleşme sorununu bir yere kadar çözüyor gibi görünmektedir. Ancak bu geçici çözümün sürekli olmasına imkân yoktur. Kendisi bir krize dönmüş Türkiye kapitalizmi krizi erteliyor. Peki ama nereye kadar?
Türkiye’nin emekçileri doğrudan bu ülkedeki sermayeye, dolaylı olarak da küresel sermayeye sürekli art-değer aktarmaktadır. İkili sömürü altındadırlar. Nebati siyasal iktisat bu ikili sömürünün dışavurumudur. Bu dışavurum hem ülke olarak Türkiye’yi hem de onun emekçilerini yıkıma doğru savurmaktadır.
Haftaya biraz daha devam edeceğiz.
Serdal Bahçe / SOL
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder