18 Nisan 2023 Salı

Ulusalcılık nerede gaz kaçırmakta? - Konuk yazar: Dr. Tolga GÜRAKAR / BİRGÜN

 15 Temmuz sonrası ulusalcılar arasından ayrışma yaşandı. Bir tarafta ortalama CHP seçmeninin temsilcisi konumundaki Erdoğan muhalifleri diğer yanda Vatan Partisi’nin daha görünür olduğu Erdoğan destekçileri.

 Fotoğraf (Soldan sağa): Nedim Şener, Mehmet Ali Çelebi, Hulki Cevizoğlu, Doğu Perinçek ve Metin Feyzioğlu

Geçmişte, iktidara açıktan sergiledikleri keskin itirazlar ve toplumsal muhalefete yaptıkları önderlik ile öne çıkan ulusalcı kimi kişi ve çevreler içinde, 15 Temmuz sonrasında Erdoğan’a karşı alınacak tavır üzerinden keskin bir yol ayrımı yaşandı.

Kimileri muhalif konumlarını korurlarken, Doğu Perinçek, Yaşar Hacısalihoğlu, Metin Feyzioğlu ve son olarak da Mehmet Ali Çelebi ve Hulki Cevizoğlu gibi kimi isimler ise onu destekledi, onunla yakınlaştı ya da bilfiil AKP’ye ilhak etti. 

Erdoğan yanlısı bu tutum kamuoyunca oldukça yadırgandı ve zaman zaman da gündeme taşındı. Bunu, kişisel ikbal ve hırslarla, siyasetin ikiyüzlülüğüyle ya da amaca ulaşmak için her yolu mubah gören ilkesiz ve Makyavelist bir siyaset anlayışıyla açıklayanlar oldu. Bazıları ise toptancı bir bakışla tüm ulusalcıları mahkûm ederek Erdoğanizmin otokratik tek adamcı ve ceberrut devletçi yaklaşımının ulusalcılığa zaten içkin olduğunu öne sürdü. Ancak ben burada bunların ötesine geçerek konuyu ulusalcı tarz-ı siyasetin kendi dinamikleri üzerinden tahlil etmeye girişeceğim. Ulusalcılığın, Erdoğan’ın İslamcı tonu baskın milliyetçi-muhafazakâr popülizmi ile hangi açılardan böylesi bir geçişgenliğe müsaade ettiğinin yanıtını, onun ne olduğunda ve Türkiye’deki serüveninde arayacağım. 

Ulusalcılığın Türkiye’deki ilk nüveleri, SSCB’nin yıkılması sonrası ortaya çıkan konjonktürde, Türkiye’nin yeri ve yönünün ne olması gerektiği üzerine yürütülen jeopolitik eksenli tartışmalar üzerinden 90’ların ikinci yarısında ortaya çıkmıştır. Ancak olgunlaşmamış bir elit tavrı olarak asker-sivil bürokrasinin bazı kesimleri ile kimi sol-Kemalist aydınlarla sınırlı kalmış, kitlesel bir karşılığı olmamıştır. Ulusalcılık bahsinin, örgütlediği kimi sansasyonel ve kitlesel eylemler üzerinden ilk telaffuzları ve icraatlarından söz ettirdiği süreç ise siyasal İslam’ın bir cemaatler koalisyonu şeklinde iktidara geldiği Kasım 2002 sonrasıdır. 

Ulusalcılığın ne olduğu ve ulusalcıların hangi konularda ve nasıl pozisyon aldıkları üzerine yaşanan kafa karışıklığı bugün dünden çok daha fazladır. Ulusalcılığı, ortak bir düşünce sistemi etrafında bir araya gelmiş bir hareket şeklinde tarif etmek nasıl mümkün değilse onun yirmi yıllık izini sürmek de hiç de kolay değildir. Öncelikle, ulusalcılığı böylesine saçaklı kılan, bir politik ideoloji ya da doktrin olmamasıdır. Aksine, neo-liberal küreselleşmenin azgelişmiş ve gelişmekte olan ulus devletler, ulusal kimlikler ve ulusal ekonomiler üzerinde yarattığı çok boyutlu tahribata karşı Soğuk Savaş sonrasının reaksiyoner bir siyaset tarzıdır. İçinde bulunduğu ülkenin özgün şartlarına göre şekil almaktadır. 

İkinci olarak, ulusalcılık, hem tarihsel arkaplanı çok daha eski hem de bir ideoloji olan milliyetçilikten ayrışmaktadır. Sermayenin küresel ölçekte artan hareketliliğine karşı ulusal sınırlar içine hapsolmuş ve nesnel çıkarlarını ulus devletin varlığının korunmasında gören toplumsal kesimlerin siyasal düzlemdeki birlikteliğine gönderimde bulunmaktadır. Bileşenlerinin sınıfsal çeşitliliği sebebiyle de karakteri itibariyle daha toplumcu bir potansiyele sahiptir ve sınırları çok daha geçirgendir. Ulusalcılık, kamuoyunda, ülkücü ya da sağ milliyetçilikle arasındaki mesafeyi vurgulaması gayretiyle sol tandanslı bir milliyetçiliğin karşılığı şeklinde lanse edilse de onu “ulus devletçilik” (nation-statism) şeklinde tanımlamak daha doğrudur. Buradaki öncelikli vurgu, burun farkıyla da olsa “ulus” değil “ulus devletin” kendisidir. Bu yüzden sağ milliyetçiliğin toplumcu hassasiyetleri olan kesimleri ile ulus-devlet hassasiyetleri olan sol kesimler burada yan yana gelebilmektedirler. Alışageldik jargon üzerinden ifade edersem, ulusalcılık, sağ siyasetin solu ile sol siyasetin sağını “ulus-devlet” ortak paydası üzerinden birbirine bağlayan bir köprüdür. 

Ancak, tam da yukarıda sıraladığım bu sebeplerle, ulus-devletin içeriğinin nasıl doldurulacağı koca bir soru işaretidir. Aslında buradaki bağlam, iki yüz yılı aşkın zamandır farklı çatışma ve mücadeleler içinde süzülen “ittihat”  ve “terakki” siyasetleri ile ilişkilidir. Bir ideoloji olan milliyetçilik açısından alınan tavır nettir, dikotomiktir ve “ittihat” ile “terakki” siyasetlerini ayrı kompartımanlara yerleştirir. Burada “ittihat” siyaseti en tepededir, “terakki” ise onun arkasından gelmektedir. Farklı siyasal geleneklerden gelen ya da farklı yatkınlıkları olan kişi ve çevrelerin bir arada olduğu ulusalcılık içerisindeki ayrışma tam da bu noktada açığa çıkmaktadır. Ulusalcılık ile sağ muhafazakâr milliyetçiliğin “terakki” anlayışları aynı olmamakla birlikte, kimi ulusalcı için “ittihat” siyaseti de tıpkı milliyetçilikte olduğu üzere “terakki” siyasetinden bağımsızdır ve merkezidir. Buna karşı, bazı ulusalcılar içinse her iki siyaset eşit önemdedir ve “ittihat” siyaseti ancak eşitler arasında birinci olarak öne çıkmaktadır. Dolayısıyla her iki siyaset arasında keskin bir dikotomi yoktur. İkinciye ilkinin olmazsa olmazı şeklinde bakılmaktadır. 

Sonuç olarak, 2016 öncesi ve sonrası ulusalcılığını “ittihat” ve “terakki” sembolizmleri üzerinden dönemselleştirmek, ulusalcı mahalle içerisindeki hassasiyet, ittifak ve ayrışmaları doğru anlayabilmemizin önünü açacaktır. Burada 2016’yı milat kabul etmemizin sebebi, MİT krizi ile başlayan, dershaneler krizi ve 17/25 Aralık ile süren ve 15 Temmuz ile sonuçlanan süreçte ve bunun sonrasında, ulusalcı kesimler içinde Erdoğan’a karşı alınacak tavır üzerinden yaşanan ayrışmadır. Yargıtay’ın Ergenekon Davası’nda verdiği bozma kararı ile ulusalcı kesimler nezdinde Ergenekon/Balyoz davaları sürecinde sükse yapmış Perinçek’in “ittihattan” yana tavır alarak “muhafazakarlarla vatan cephesi kurduk” demeci de yine 2016’dadır. 

2016 öncesinin ulusalcılığı, ki aslında dönemselleştirmenin 2004-2014 arası yıllar olarak yapılması daha doğrudur, dönemin politik konjonktürünün “ittihat” ile “terakki” siyasetleri arasındaki çelişkileri derinleştirmediği bir süreçte şekillenmiştir. Bu süreçte, ABD, AB ve küresel sermaye çevrelerinin çıkarlarının savunucusu olarak görülen AKP ile onun stratejik iktidar ortağı olan Gülen Cemaati’ne karşı zaman zaman parçalı ancak ekseriyetle blok bir muhalefet yürütülmüştür. 2016 öncesinin ulusalcılığı, farklı bileşenlerini kolaylıkla yan yana getirebilen ve kolayca seferber edebilen, kendi kamuoyunu yaratabilen bir niteliğe sahiptir. Bu döneme ait temel kaygı ve itirazlar şöyle sıralanabilir: i. laiklik;  ii. Kürt meselesi, terör ve Çözüm Süreci; iii. Kıbrıs Sorunu ve Ermeni Meselesi; iv. özelleştirmeler, yolsuzluklar ve kamu ihalelerindeki kayırmalar.

2015-2016 arası, AKP-Gülen ittifakı arasında Gezi’de açığa çıkan gerilimlerin yükselmeye başladığı, Çözüm Süreci’nin sona erdiği, tüm bunların ötesinde Erdoğan’ın politikada yeni arayışların arifesinde olduğu bir geçiş dönemi olarak okunabilir. Dahası, Gezi süreci, Erdoğan ile sol liberal çevreler arasındaki ittifakı da etkilemiştir. Erdoğan’ı, Gezi’de öne sürülen özgürlükçü taleplerin gerisinde kalmakla eleştiren sol liberal çevreler konjonktürel olarak Gülen’in tarafına düşmüşler ve sonrasında da Erdoğan tarafından ıskartaya çıkarılmışlardır. Gezi, aynı zamanda ulusalcılık açısından da bir dönüm noktasıdır. Öyle ki buradaki itirazlar ulusalcıların öteden beri öne sürdükleri itirazların çok daha ilerisine geçerek özgürlüğün yepyeni taleplerini açığa çıkarmış, onu kimi alternatif kampanyalarla ele geçirmeye çalışan bazı ulusalcı çevreleri ise etkisiz kılmıştır.  Dolayısıyla 2016 sonrasının ulusalcılığı, tüm bu değişen dengeler ışığında, 15 Temmuz darbe girişiminin gölgesinde, Gülenciler ve sol liberallerin yerine MHP camiası ve bazı ulusalcıların ikame edildiği, HDP’nin siyaseten karantinaya alındığı bir bağlamda şekillenmiştir. “Vesayet odakları ile hesaplaşma” yerine “milli güvenliğin” araçsallaştırıldığı bu süreçte, medyadaki konuk ve söylem düzeni de dönüşen bu şartlara göre yeniden inşa edilmiştir. Ulusalcılar, bilaistisna 15 Temmuz’da Erdoğan’ın yanında yer almış olsalar da böylesine bir politik bağlam ulusalcı tarz-ı siyaset açısından 2016 öncesinde hiç de aşina olmadıkları birçok gri alan doğurmuştur. Ayrışma, darbenin bastırılmasının hemen ardından Erdoğan’a alınacak tavır üzerinden yaşanmış, sonrasında da hız kesmeden sürmüştür. Bu ayrışmada, kendilerini Cumhuriyetçi ve Atatürkçü olarak tanımlayan ve ortalama CHP seçmeni kesimlerin temsilcisi konumundaki Erdoğan muhalifi ulusalcıların karşısında Vatan Partisi’nin daha görünür olduğu Erdoğan destekçisi bir ulusalcı kesim yer almıştır. Erdoğan karşıtı ulusalcılar, muhalif kamuoyunun büyük bir kesimiyle paralel biçimde, 20 Temmuz’da ilan edilen, yedi kez uzatılan ve hatta 2018 seçimlerini de içine alan yaklaşık iki yıllık OHAL sürecini, Erdoğan’ın gücünü konsolide etme yolunda bir sivil darbe girişimi şeklinde yorumlamışlardır. Tartışma, Erdoğan’ın vatan savaşı mı yoksa saray savaşı mı verdiği sorusu üzerinden yürümüştür. 

Her ne kadar “Erdoğan bizim çizgimize geldi” ifadesi Perinçek’in kamuoyunda dikkat çekmeye dönük iddialı bir söylemi olsa da böylesine bir bakış açısı, bundan böyle muteber görülen, “devletlû” muhalifliğe terfi etmiş kimi “kafası karışık” ulusalcının bile hissiyatına tercüman olmuş, ruhlarını okşamıştır. Dahası, Erdoğan’a karşı alınan bu tavırdan yine bağımsız olarak, ulusalcılara 15 Temmuz sonrasının konjonktüründe CNN-Türk, NTV ve Habertürk gibi kanallarda sıklıkla yer verilmeye başlanmasında Gülen konusunda haklı çıkmış olmaları elbette belirleyicidir. Ancak bundan daha belirleyici olan, Erdoğan popülizminin Fethullahçılık ve PKK-HDP karşıtlığı ekseninde siyasette ve medyada inşa etmiş olduğu alandır. Kısacası, Erdoğan’a alınan tavır ne yönde olursa olsun, ulusalcı tarz-ı siyaset genel olarak Erdoğan’ın milliyetçi popülizminin dar sınırları içerisine sıkışıp kalmıştır. Örneğin, 2016 öncesi ulusalcılığının ana meselelerinden biri olan “laiklik”,  Diyanet İşleri’nin ya da tarikatların Atatürk’e yaptıkları saldırılarda ya da kadınlara ve çocuklara yönelik istismarlarda kendisini hatırlatsa da, artık gündemde değildir. Sonuç olarak da, ulusalcıların popülist siyaset tarafından inşa edilmiş bu alanı çoğu zaman güle oynaya doldurmaları, Erdoğanizme bir meşruiyet kazandırmanın yanında 20 Temmuz sivil darbesini de silikleştirmiştir.

Ulusalcı tarz-ı siyasete tıpkı bir zamanların sol liberalizmi gibi yeni bir yetmez ama evetçi yaftanın yapıştırılması, Erdoğanizme giden sürece doğrudan destek veren ya da dolaylı yollardan teşne olan kimseler sebebiyledir. Siyaseten Erdoğan’ı destekleyen, onun dimdik arkasında duranlar açısından  “evet” diyerek onaylanan ve hatta kefil olunan Erdoğan’ın kendi çizgileriyle yakınlaştığını iddia ettikleri politikalarıdır. Dış politikanın Avrasyacı bir çizgiye yaklaştığı, Şanghay İşbirliği Örgütü üyeliğinin hedeflendiği, özetle Türkiye’nin, tarihinde ilk defa NATO-Atlantik çizgisinden kopmaya bu kadar yakın olduğu yaklaşımıdır. Kendilerinin “yetmez” buldukları ise Erdoğan’’ın sergileyemediği anti-emperyalist tavırdır. Ancak tüm bunların pragmatist Erdoğan’ın nazarında zerre kadar değerinin olmadığı, Cumhur ittifakında Vatan Partisi’ne değil de Hüda Par’a yer verilmesiyle sanırım ki görülmüştür. 

Geçmişte,  yetmez ama evetçiler Erdoğan’ın ilk defa açtığı perdenin destekçileriydi. Birikim dergisi, “Muhafazakâr demokrat inkılap: 1946-1983 ve sonunda 3 Kasım” başlığıyla, bizlerin “karşı-devrim” olarak adlandırdığı sürece atıf yapıyor, Şerif Mardin üzerinden çevrenin merkeze yürüdüğünü iddia ediyordu. O Erdoğan ki yükselen bir güçtü, içeride ve dışarıda bir çekim alanıydı. Beğenelim ya da beğenmeyelim dinamik bir partisi, beraber yürüdüğü yoldaşları vardı. Bugünkü yetmez ama evetçiler ise farkında olmasalar da kapanış döneminin destekçileriler. 14 Mayıs seçimleri nasıl sonuçlanırsa sonuçlansın Erdoğan artık düşen bir güç, bir çekim alanı değil. Ortada bir AKP bile kalmadı. Genel kanının aksine Türkiye’nin bir parti devleti olmadığını ancak AKP’nin bir devlet partisi haline geldiğini söylesem çok mu abartmış olurum, bilmiyorum.  

Yalçın Küçük bir zamanlar, “Biz sosyalisttik, AKP bizi tekrar Kemalist yaptı” demişti. Türkiye’de siyasetin, seçmenin ve siyasal değerlerin sağcılaştığı, ülkeye bir gelecek vaadiyle yola çıkan altılı masanın en solundaki CHP’de bile Kemalizmin tasfiye edildiği gerçeği karşısında Yalçın Hoca’nın bu sözleri hoş bir tını olarak geliyor kulaklarımıza.

Sosyalist olacağımız günler için şimdiden bir şey söylemek zor olsa da umutlarımız hep baki…

Dr. Tolga GÜRAKAR / BİRGÜN

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder