1945 ve sonrası: Faşizme karşı zafer, Sovyetlere karşı savaş (UMUT BEKCAN-soL/Özel)
Nazizmi ortadan kaldıran Sovyetler Birliği’dir. Batılılar, Nazilerle veya faşistlerle yaptıkları muharebede üstün gelmişlerdir, o kadar. Nazizmi/faşizmi ortadan kaldırmak gibi dertleri hiç olmamıştır.İnternette Normandiya Çıkarması’nı gugılladığınızda, şöyle haber linkleriyle karşılaşıyorsunuz: “Normandiya Çıkarması: 2. Dünya Savaşı’nın dönüm noktası..”, “Avrupa’nın kaderini değiştiren Normandiya Çıkarması..”, “Normandiya Çıkarması: Naziler için sonun başlangıcı..” Bu haberlere ek olarak Normandiya ile ilgili yapılmış film, dizi ve belgeselleri de hatırladığınızda, Nazilerin ABD ve İngiltere tarafından Normandiya’dan başlayan çıkarma sayesinde yenilgiye uğradığını düşünüyorsunuz. Dünyada, Avrupa’da -hele NATO üyesi ülkelerde- nesiller II. Dünya Savaşı’nı, faşizme karşı mücadeleyi Sovyet kısımları kırpılınca kısacık kalmış bir film olarak görüyorlar, biliyorlar adeta. Oysaki verilen kayıpları, uğranılan zararı, yıkımı hesapladığınızda ve kıyasladığınızda ABD ve İngiltere’nin bu filmde figüran bir rolde olduğunu bile düşünebilirsiniz.
Bu çerçevede, Sovyetler Birliği’nin bu zaferdeki payını küçültmek veya yok saymak, batılıların Sovyet ve komünizm düşmanlığının, bu konseptte tasarlanmış bilinçli bir politikanın ürünü olduğu rahatlıkla iddia edilebilir. Savaşın sonunu ve sonrasındaki birkaç yılı hatırlamak bu düşmanlığı anlamaya yardımcı olacaktır.
Savaş sonu…
Mayıs 1945’te II. Dünya Savaşı’nın Avrupa cephesi kapandığında mihver devletlerin en azılısı Nazi Almanya’sı teslim oldu ve insanlık rahat bir nefes aldı. Nazilerin yenilgisiyle Avrupa altı yıl süren bir kabustan uyandı. Sovyetler Birliği, ABD ve İngiltere’den oluşan müttefik devletlerin zaferi Avrupa’da faşizm sonrası barış ve özgürlük havası oluşturdu. Kuşkusuz bu zaferin kazanılmasında 1941’den 1945’e kadar amansız bir mücadele veren, “ölüp ölüp yeniden dirilen” Sovyet işçileri başrolü oynuyordu. Fakat savaş sonu müttefikler arası iyimser hava yerini kısa sürede gerginliğe bıraktı. Sosyalist Sovyetler Birliği ile ABD’nin başını çektiği kapitalist devletler arasında soğuk bir savaş başladı.
Halbuki daha Mart 1944’te The New York Times’ta Sovyet askerlerinin Balkanlara girmesinden ve Doğu Avrupa’yı kurtaracak olmasından duyulan memnuniyet dile getiriliyordu. Ekim ayında, yine aynı gazetede savaş sırasında Rumen askerlerin Ruslara zulmetmesine rağmen Sovyetlerin Romanya’nın iç işlerine karışmadığı ifade ediliyordu. Kasım ayında, Normandiya Çıkarması’nın komutanı General Eisenhower, Rusya’nın Amerika ile savaştan kazanacağı hiçbir şey olmadığını, dostluk üzerine bir siyaset yaptığını söylemekten çekinmiyordu. ABD Dışişleri Bakanı Edward Stettinius Jr. da Yalta Konferansı sonrası, Sovyetler Birliği’nin, ABD ve İngiltere’den daha fazla ödün verdiğini söylüyordu. Sovyet düşmanı olduğundan tereddüt etmediğimiz İngiltere Başbakanı Churchill bile, aynı konferans sonrası Stalin’in batılı ülkelerle dostluk ve eşitlik anlayışı içinde yaşamak niyetini ve Sovyet hükümetinin sorumluluklarını kendi yararına olmasa bile yerine getirme hususundaki titizliğini Avam Kamarası’ndan açıkça ifade ediyordu.
Nisan 1945’te San Francisco Konferansı’nda Türk heyetinde yer alan Mülkiye hocası Ahmet Şükrü Esmer, Amerikalıların “Ruslar kahramanca savaşarak çocuklarımızın canını kurtardı” dediğini aktarıyordu. Konferansta, Birleşmiş Milletler Sözleşmesi için çalışmalar sürerken, zaferin kazanıldığı 9 Mayıs günü Sovyet diplomatı (geleceğin dışişleri bakanı) Andrey Gromıko, ABD’de binlerce kişinin kendisini tebrik etmek için sıraya girdiğinden söz ediyordu.
Peki, sonra ne oldu da Sovyetler, “şeytan imparatorluğuna” dönüştü? Olan şey, kapitalizmin sarsılması ve sosyalizmin ufukta görünmesiydi. Kapitalistlerin tadı kaçtı, sinirleri bozuldu. Sosyalizme/Sovyetlere karşı birlik beraberliğe en çok ihtiyaç duydukları günler hasıl oldu. Zira, savaş sonu Avrupa’da Sovyetler Birliği ve sosyalizmin kitleler üzerindeki etkisi muazzamdı. Faşizmin altında ezilen halklar, yerel sosyalistlerin/komünistlerin ve Sovyetlerin desteğiyle zafere ulaşmıştı. Karada ekonomik yıkım ve gıda sorunu vardı, havada ise sol rüzgarlar esiyordu. Zaman sosyalizm lehine işlediği için kapitalistlerin oyuna müdahale etmesi gerekiyordu. En başta Sovyet itibarının zedelenmesi lazımdı. Sovyetler Birliği; saldırgan, yayılmacı, demokrasi karşıtı ve hatta Doğu Avrupa’da işgalci bir devlet olarak suçlandı. Hal böyle olunca, Soğuk Savaş’ın mantığına uygun olarak Nazilerin yenilgiye uğratılmasındaki devasa rolü unutuldu, unutturuldu.
“Avrupa’ya tehdit, saldırgan ve yayılmacı bir ülke” olarak Sovyetler Birliği’ne gelince, savaş bittiğinde Sovyetler Birliği kendi yurdunu, Doğu Avrupa’yı, Berlin dahil Almanya’nın doğusunu kurtarmıştı. Ama toplumsal ve ekonomik olarak ağır bir tablo ile karşı karşıyaydı. Wikipedia rakamlarına göre toplamda 27 milyona yakın insanını kaybetmişti. ABD ve İngiltere’nin kaybı ise 900 binin altındaydı. Denna Frank Fleming’in, The Cold War and its Origins 1917-1960 adlı kitabında verdiği bilgiler Sovyetler Birliği’nin durumu hakkında bir ipucu verebilir. Buna göre ülkede; 15 büyük kent, 1710 küçük kent, 17000 köy, 6 milyon yapı, 31850 endüstri kuruluşu, 65000 km demiryolu, 56000 mil karayolu, 90000 köprü, 10000 elektrik istasyonu, 1135 kömür madeni, 3000 petrol kuyusu, 98000 kolektif çiftlik, 2890 makine-traktör istasyonu, 40000 hastane, 84000 okul, 43000 kütüphane, 44000 tiyatro, 427 müze ve 2800 kilise yıkılmış, 61 milyon büyükbaş ve 110 milyon kümes hayvanı öldürülmüştü.
Sovyetler Birliği, savaş sonu askeri gücünü büyük ölçüde azaltmıştı. The New York Times, Kızıl Ordu’nun 1945’te 12 milyona ulaşan asker sayısının 1948’de 3 milyona indiğini yazıyordu. Avrupa, Orta Doğu, Güney ve Doğu Asya’da uzun sınırlara sahip bir ülke için bu rakam hiç de yüksek değildi. ABD ise savaşı kendi topraklarında yaşamamıştı. Atom silahı geliştirmiş ve bunu Japonya üzerinde denemişti. Uzun menzilli bir hava gücünden ve atom silahından yoksun, donanması zayıf Sovyetler Birliği’nden tehdit algılamayacak kadar askeri ve ekonomik olarak güçlü bir pozisyondaydı. Buna rağmen 1,5 milyon asker besliyordu.
İşte bu durumdaki Sovyetler Birliği Avrupa’ya tehdit olarak görülüyordu. Aslında tehdit olarak görülmek zorundaydı, “kapitalizmin bekası” bunu gerektiriyordu.
Kim kimi tehdit ediyor, kim saldırgan?
Savaş sonunda ABD başkanı olan Harry S. Truman aklından geçenleri epey önce paylaşmıştı. Temmuz 1941’de henüz Missouri senatörüyken The New York Times’in yazdığına göre “Almanya savaşı kazanıyorsa Ruslara yardım etmeliyiz. Ama Ruslar başarılı olursa Almanlara yardım etmeli, mümkün olduğunca çok Kızılı öldürmelerine izin vermeliyiz” diyordu. Truman’la aynı fikirde olmayanlar da vardı. Roosevelt döneminde başkan yardımcılığı yapan ve Truman’ın kabinesinde ticaret bakanı olarak görev alan Henry A. Wallace, Temmuz 1946’da Truman’a yazdığı mektupta ABD’nin silahlanmaya ayırdığı bütçeyi ve Pasifik’te Bikini adasında yapılan atom deneylerini eleştiriyordu. ABD’nin ya savaşa hazırlandığını ya da insanlığı korkutmak için üstün bir güce sahip olmaya çalıştığını, Sovyetlerin batıya güvenmemesi için birçok nedeni olduğunu söylüyordu.
Atom bombasının geliştirilmesinde önemli rol oynayan Amerikalı kimyager Harold Urey dahi silahlanma yarışında suçun kendilerinde olduğunu, yaptıkları bombalarla başka ülkelere tehdit oluşturduklarını itiraf ediyordu. İngiltere’nin artık eski başbakanı Churchill, Fulton’daki o ünlü demirperde konuşmasından altı ay sonra, Eylül 1946’da Batı Avrupa’nın birleşerek, Sovyetleri Doğu Avrupa’dan çıkarmasından söz ediyordu. Aynı yıl, İngiltere’nin Moskova’daki diplomatı Frank Roberts, Ruslarla bir çatışma tehlikesinin Almanlarla olandan sonsuz biçimde daha az olduğunu raporlamıştı ama bunlar Sovyet düşmanlığının hızını kesmiyordu.
Truman doktrini (Yunanistan ve Türkiye’ye askeri yardım) ve Marshall Planı, ABD’nin Avrupa kapitalizmini ayağa kaldırmaya yönelik iki önemli hamlesiydi. Bu süreçte komünist partilerin çok güçlü olduğu Fransa ve İtalya’da, hükümetteki komünist bakanlar Mayıs 1947’de tasfiye edildi. ABD Dışişleri Bakanı George Marshall’ın öne sürdüğü Plan, ekonomik yardımla Avrupa’yı siyasal baskı altına almayı amaçlıyordu. Tabii öncelikle kapitalist sistemin uygulanmasını şart koşuyordu. Her ülke neyi en iyi üretiyorsa onu üretmeye devam edecekti. Bu durum, Doğu Avrupa ülkelerinin endüstrileşmesine ket vuracaktı. Doğu Avrupa'ya batının tahıl ambarı olma rolü biçiliyordu. Bir bakıma savaş öncesinde görülen gelişmiş batı ile az gelişmiş doğu arasındaki asimetrik ekonomik ilişkinin devam etmesi isteniyor, bağımlı bir kalkınma öneriliyordu. Günün sonunda ABD kapitalizme yeniden hayat verirken Avrupa ekonomisini kumanda edecek, kendi pazarını da genişletmiş olacaktı.
Nitekim Fransa Başbakanı Paul Ramadier, komünistleri hükümetten uzaklaştırırken “her aldığımız borçla bağımsızlığımızdan biraz daha kaybediyoruz” itirafında bulunuyordu. Fransa’da Mayıs-Haziran 1947’de ve Eylül 1948’de plana karşı yapılan geniş çaplı grevler ve gösteriler polis müdahalesiyle bastırıldı. İtalya'da Nisan 1948 seçimleri Amerikan ve İngiliz savaş gemilerinin gölgesinde yapıldı. Sağcı İtalyan basını Amerikan propagandası yaptı. Marshall, komünistler iktidara gelirse gıda dahil her türlü yardımın kesileceğini söyledi. Bütün bu girişimler başarıya ulaştı ve hristiyan demokrat parti seçimi kazandı. 1994’te ortaya çıkarılan “İtalya'da Komünistlerin İktidarı Yasal Araçlarla Ele Geçirmesinin Sonuçları” başlıklı belgede, komünistlerin seçimi kazanması durumunda ABD’nin seçim sonuçlarını tahrif etmesi veya gerilla savaşıyla müdahalesini içeren planlar tasarladığı yazıyordu. Öte yandan, cumhuriyetçi muhafazakar senatör Robert Alphonso Taft, Mart 1948’de Amerikan senatosunda yaptığı konuşmada bir kızıl tehlike uydurup bunu Marshall Planını kabul ettirmek için kullandıkları için hükümeti eleştiriyordu.
ABD başta olmak üzere, İngiltere ve Fransa, Almanya’nın bölünmesinde, kapitalistleşmesinde, silahlanmasında, tekellerin varlığını sürdürmesinde, Nazilerin yine önemli mevkilere gelmesinde öncü rol oynadılar. Ne de olsa Naziler, en az kendileri kadar antikomünistti. İşgal bölgelerini birleştirip, yeni bir para birimi kullanıma sokarak kurdukları Batı Almanya’yı doğudaki Sovyet işgal bölgesine (sonradan Alman Demokratik Cumhuriyeti) ve Doğu Avrupa’ya karşı Soğuk Savaş’ın antikomünist güçlü bir kalesi haline getirdiler. Pek tabii bunları Yalta ve Potsdam’da attıkları imzaları yok sayarak yaptılar. Batılı ülkelerin saldırgan ve yayılmacı, Sovyetler Birliği ve Doğu Avrupa’nın tehdit altında olduğu çok açıktı.
Tehdit altındaki Sovyetler Birliği
Sovyetler Birliği aslında, kapitalist devletlere güvenmiyordu. Örneğin, Almanya’ya Versay Antlaşması sonrası yirmi yıl boyunca ödünler veren, silahlanmasına destek olan veya göz yumanlar yine aynı şeyi pek ala yapabilirdi. Ama yine de Sovyetler savaş sonu imzalanan antlaşmalara müttefiklik ruhu içinde sadık kaldı. Batılıların saldırgan provokatif girişimlerine karşı barışçıl ve ölçülü bir tavır takındı. Örneğin, Stalin, Mart 1946’da Churchill’in demirperde konuşmasını müttefikler arası nifak sokmayı amaçlayan bir hareket olarak gördü. Eylül 1946’da savaş tehlikesinin olduğuna inanmadığını, iki sistemin dostça rekabet edebileceğini söyledi. Aralık ayında Sovyetler ile ABD’nin barış içinde bir arada yaşamasının mümkün olduğunu belirtti. Nisan 1947’de (Truman doktrini ilan edildikten sonra) iki farklı sistemin savaşta işbirliği yapılabiliyorsa barışta da yapılabileceğini ifade etti. Ama Sovyetlerin bu tavrına rağmen batılıların dinmeyen ataklarına karşı da kayıtsız kalamazdı.
Kominformun kurulması ve Doğu Avrupa hükümetlerinde komünist olmayan bakanların tasfiye edilmesi; Truman’ın doktriniyle başlattığı savaşa, Fransa, İtalya ve hatta Belçika’da hükümetlerden komünistlerin tasfiyesine verilen bir cevap olarak okunabilir. Batı Avrupa’da kapitalistleşmeyi, antikomünizmi, Yalta’nın, Potsdam’ın çöpe atılmasını görmeyenler, fütursuzca Doğu Avrupa’daki Sovyet baskısından söz etmektedir. Örneğin, ABD’nin Moskova Büyükelçisi George Kennan, Washington’a, çevreleme politikasını başlattığı ileri sürülen o ünlü Uzun Telgraf’ı gönderdiğinde, Bulgaristan’da monarşi resmi olarak hala varlığını sürdürüyordu. Sovyetler Birliği hep savunma pozisyonundaydı. Doğu Avrupa’yı da milyonlarca insanını kaybetmiş bir ülke olarak güvenlik açısından ele alıyordu. Kapitalizmin yıkılmaya yakın olduğunu veya krizde olduğunu düşünmüyordu. Ama Martin Walker’ın The Cold War: And making of the modern world adlı kitabında altını çizdiği gibi Sovyet devleti, “ABD’nin savaşın bitiminden on hafta sonra en büyük yirmi Sovyet kentine atom bombası atmayı planladığını bilse” belki savunmaya dönük daha fazla ve etkili tedbir alırdı.
Son söz
Kelimeler kifayetsiz kalmış olabilir. Meramın, büyüklüğünden ötürü bu kısa yazıya sığması zordur. Eksiği yoktur, fazlası vardır ama Sovyet ve komünizm düşmanlığının kabaca bu şekilde/sebeple ortaya çıkıp geliştiği söylenebilir. ABD’nin bir süper kahraman edasıyla gelip insanlığı kurtardığı hikayesine “eksik” veya “hatalı”dan, “abartı” ve “yalan”a kadar birçok uygun isim veya sıfat takılabilir.
Teşbihte hata olmazsa, eldeki görüntü, Kemal Sunal’ın 1984 yapımı Ortadirek Şaban filminin son sahnesine benzemektedir. Bir tarafta, her türlü sporu başarıyla yapan, herkesin hayran olduğu, havalı, atletik, popüler ve burjuva bir karakter olan Erkan vardır. Diğer tarafta, hayatı boyunca geçim sıkıntısı çekmiş, dışarda kalmış, ezilmiş, sevdiğinden de yeterli ilgiyi görmemiş emekçi Şaban. Şaban, sevdiği kızı kurtarmak için tek başına, korkusuzca haydutların peşine düşmüş, saklandıkları eve girmiş ve onları haklamıştır. Erkan ise son anda dahil olduğu boğuşma sahnesinde Şaban’ın hakladığı haydutları yerden toplayıp dışarı çıkmış ve her şeyi kendi başarmış gibi çevresine anlatarak hava atma aymazlığında bulunmuştur. Neyse ki gerçek hemen sonra anlaşılmıştır. II. Dünya Savaşı ile ilgili de unutturulan gerçeğin ortaya çıkarılması, hatırlatılması, genç nesillere öğretilmesi gerekmektedir.
Nazileri yenen, Nazizmi ortadan kaldıran Sovyetler Birliği’dir. Batılılar, Nazilerle veya faşistlerle yaptıkları muharebede üstün gelmişlerdir, o kadar. Nazizmi/faşizmi ortadan kaldırmak gibi bir dertleri hiç olmamıştır. Kavga eden iki çocuğun bir süre sonra hiçbir şey olmamış gibi oynamaya devam etmesi misali ilişkilerine savaş öncesi kaldıkları yerden devam etmişlerdir.
Batı ittifakının (NATO’nun) mayası antikomünizmdir. Düşman Sovyetler Birliği’dir ve Stalin’dir. Mareşalin liderliğindeki zafer hazmedilememiştir. Sovyet sonrası NATO/ABD kendine deyim yerindeyse bir meşgale, bir düşman aramıştır. Balkanlar, Orta Doğu, Afganistan, Irak derken “beyin ölümü gerçekleşti” dendiği sırada 2008’den beri süren ekonomik kriz ortamında kendine yeni bir “challenge(r)” ama eski, tanıdık bir düşman/tehdit ve coğrafya bulmuştur. Ukrayna da bu düşmana karşı kullanılan bir silah görevini hevesle üstlenmiştir. II. Dünya Savaşı sonrası ihya ettikleri Nazileri yeniden eski/tanıdık düşmana karşı kullanmaktan çekinmemektedirler.
Ekonomik krizin, NATO’nun saldırgan yayılmacılığının ve Rusya-Ukrayna Savaşı’nın, aklı devre dışı bıraktığı, faşizmi, silahlanmayı ve savaş çığırtkanlığını yükselttiği bir dönemi yaşıyoruz. Kaybeden yine emekçiler oluyor, görüyoruz. Faşizme karşı zaferin 78. yıldönümünde yine bir zafere, yeni bir zafere ihtiyaç var. Sınıf temelinde birleşen örgütlü halkın zaferine… Faşizme ve pek tabii ona yol veren kapitalizme karşı bir zafere. Biliyoruz, kapitalizm yoksa faşizm de yok. Emek varsa umut da var!..
(UMUT BEKCAN-SOL/ÖZEL)
--------------------------------
Faydalanılan kaynaklar
Ataöv, T., Amerika, NATO ve Türkiye, İstanbul, İleri, 2006.
Canfora, L., Avrupa’da Demokrasi, Bir İdeolojinin Tarihi, Çev. N. Domaniç & N. Avhan, İstanbul, Literatür, 2010.
Gromıko, A., Anılarım, Çev. M. Arkan, İstanbul, Yazılama, 2008.
Hobsbawm, E., Kısa 20. Yüzyıl, 1914-1991 Aşırılıklar Çağı, Çev. Y. Alogan, İstanbul, Everest, 2011.
Stalin, J. V., Eserler, Cilt 16, Çev. S. N. Kaya, İstanbul, İnter, 1994.
/././
Tarih yamultulurken (CEMİL FUAT HENDEK-soL/Özel)
Savaşın yükünü tek başına Kızılordu ve direniş hareketinin silahlı güçleri taşımadı. Sovyet halkı topyekûn savaşın 'askeri' oldu. Zafer aynı zamanda o insanların omuzları üstünde yükseldi.
Nazizm’in yenilişinin 78’inci yıldönümünde
faşizme karşı mücadelede yer almış herkese
sonsuz şükran hislerim ve derin bir saygıyla...
Giderek daha hızlı akmakta olan zaman içinde olaylar geçmişe doğru uzaklaşırken gerçeklikten de kopuyor. İnsanlık tarihinin büyük dönemeçleri bile, o andaki olgular ve diğer olaylarla bağlarını yitiriyor. Bir süre sonra karşımıza sayısız kırılmalar, çarpılmalar, yamulmalar yığılıyor. Böylece tarih yeni nesiller için “yabancı isimlere”, “soyut sayılara”, çoğunluğun asla anlamlandıramayacağı birbirinden kopuk anlatılara dönüşüyor.
Olayların değişik bakış açılarına göre belleklere yansımasında ister istemez farklılıklar olacaktır. Fakat mesele sadece bu mudur? Tabii ki hayır! Bu kopuşlar, çarpılmalar ve yamulmalarda sürekli işleyen bir mekanizma var: Gerçek, sistemin sahiplerinin siyasi iktidarlarına ve ellerinde biriktirdikleri servetlere dayanarak ve asla kesintiye yer vermeksizin sürdürmekte oldukları bir ideolojik seferberliğe kurban ediliyor. Sisteme hizmet etmekte olan tarihçiler, üniversitelere yerleşmiş uzmanlarca çarpılmalar çarpıtmalara, yamulmalar yamultmalara dönüştürülüyor. Olaylar birbirlerinden koparılırken işe gelmeyen bazıları tamamen tarih sayfalarından siliniyor. Aklını sisteme kiralamış “uzmanlar” sadece bununla da kalmıyorlar. Somut sayılarda oynamalar yapıyor, hınzırca yalanlar üretiyorlar. Ve sistemin sahipleri bunları yaymaları için onlara makale, kitap, film… aklınıza gelebilecek her yolu sonuna dek açıyorlar.
2. Dünya Savaşı’nda Nazizm’in yenilişi üzerine de üretilmiş o kadar çok yamultma, çarpıtma, yalan mevcut ki. Nitekim, 2. Dünya Savaşı’nın bitimi ardından, özellikle Soğuk Savaş’la birlikte yüzlerce film döküldü piyasaya. Sayısını tahmin edemeyeceğimiz kadar çok kitap, makale yayınlandı, söyleşiler yapıldı. Radyo ve televizyonlar, sinema salonları, kitapçılar bunlarla dolduruldu. Örneğin, ikide bir General Eisenhower ve İngiliz generali Montgomery komutasındaki Normandiya Çıkartması’nı, Afrika çöllerinde Patton’un kahramanlıklarını, İngilizlerin müthiş hava saldırılarını falan gördük, okuduk, dinledik. Kısacası, böylece milyarlarca insana “Almanları aslen kahraman Amerikan ordusu ve müttefikleri Fransız ve İngilizlerin (arada Kanadalılar, Yeni Zelandalılar, Hindistanlılar falan da var) yendiği” öğretildi.
Deveye “boynun eğri” demişler, “nerem doğru ki” demiş. Nazi iktidarının yuvasına tıkılarak teslim alınmasından bu yana biriken bunca eğriliği neresinden tutup düzelteceğiz ki? Hele okuma sabrının saniyelerle ölçülmeye başladığı günümüzde... Her şeye karşın, okuyucuların merakına ve sabrına güvenerek, uzun olduğunu da bilerek, bir deneme yapmak boynumun borcuydu.
Doğu Avrupa ve Sovyetlere “Yıldırım” düşüyor
Hitler bilindiği gibi, 1 Eylül 1939’da, o güne dek tarihte görülmemiş düzeyde teknik donanıma sahip ve önüne gelen her şeyi mahvetmeyi, her canlıyı katletmeyi bir endüstri haline dönüştürecek ordularla Yıldırım Savaşı’nı başlattı. Önce Polonya’yı ayağının altına aldı. Alman orduları hemen ardından soluğu Sovyet topraklarında, Ukrayna’da aldılar.
Bu iki ülkeye değinmişken, anımsamadan geçmeyelim: 2009’da yapılan son resmi incelemeye ve düzeltmelere göre Polonya’da savaş sırasında yaklaşık 5 milyon 800 bin sivil öldürülmüş. Bunlardan 3 milyonunu 1939-41 arasında katledilen Yahudiler oluşturuyormuş. Ukrayna’da ise 1,6 milyonu Yahudi olmak üzere 5 milyon sivil kadın, erkek ve çocuk öldürüldüğü ilan edildi.
Günümüz faşistlerinin tarihteki tohumları
Sadece Naziler, SS kıtaları falan mı? Naziler işgalin hemen ardından -yine resmi makamların üzerinden atlayıp geçtiği- bir iş başardılar: Her iki ülkede de kendilerine canla başla hizmet eden yerli işbirlikçiler buldular. Onlardan yerel yönetimler, yerli polis teşkilatları kurdular. Bu katliamların hemen hepsinde bunların da parmağı olduğu bilinmelidir. Ukraynalı faşistlerin kahraman ilan ettiği, meydanlara heykellerini diktiği Bandera’nın savaş sırasında yaptıklarını araştırmanızı öneririm. Başlı başına o bile yeter.
Ah şu Ukrayna... O zaten bir gayya kuyusudur. Ekim Devrimi’nden hemen sonra Sovyet topraklarında başlatılan iç savaşta, ilerlerken arkada bıraktığı ayak izleri kanla dolan karşı-devrimci Beyaz Ordu tam da bu ülkede oluşturularak komünistlerin üstüne sürülmüştü. Bu işte Almanların doğrudan desteğini de sakın atlamayalım. Tabii ondan öncesi de var, ama uzatmamak adına noktalayalım. Fakat bugün gamalı haçlı üniformalarla Ruslara karşı kahraman ilan edilen Ukraynalı faşistlerin tohumlarının pek eskilere dayandığına da değinmiş olalım.
ABD ve İngilizlerin 'Oturma Savaşı'
Nazilerin Sovyetler Birliği’ne saldırısı ardından İngiltere, Fransa ve ABD, Alman ordularının geri çekilmesini talep ettiler. Hitler bunların taleplerindeki gönülsüzlüğü fark etmeyecek biri değildi. Umursamadı bile. Kendi işçi sınıfları ve dünya kamuoyu nezdinde bu talebin yetmeyeceğini bilen “emperyalistlerimiz”, Almanya’ya savaş ilan etmekte de gecikmediler. Avustralya, Yeni Zelanda, Hindistan, Kanada ve Güney Afrika Birliği de kısa süre sonra onlara katıldı. Fakat dedik ya, gönüllerinde çöreklenmiş bir beklenti vardı. Onun için yerlerinden kıpırdamadılar. Diplomasinin “soğukkanlılığı” bahanesiyle gelişmeleri göz ucuyla süzerek beklemeyi sürdürdüler. O dönemde buna “Oturma Savaşı” dendi.
Hitler’in vücut çalımı
Onlar bekleyedursun, Hitler bir vücut çalımı yaptı. 10 Mayıs 1940’da Hollanda, Belçika ve Lüksemburg üzerinden Fransa’ya akıverdi. Hollanda beş gün direnebildi. Belçika 2,5 hafta. Almanlar üç gün içinde soluğu Paris’te aldılar. Bunun üzerine Başkan Paul Renauld istifa etmek zorunda kaldı. Onun yerine gelen sözde ulusal kahraman Mareşal Petain hemen Almanlardan bir ateşkes rica etti. Birkaç gün içinde iktidara tırmanan Fransa tarihinin yüz karası Vichy Rejimi 22 Haziran’da kayıtsız şartsız teslim olma anlamına gelebilecek bir ateşkes imzaladı. (Bu anlaşmanın sadece bir maddesine bakmak yeterli: Fransa, Almanlara işgal kuvvetlerinin harcamaları karşılığında her gün 20 milyon Reichsmark tazminat ödemeyi taahhüt etti.)
O günden sonra Paris, SS subaylarının eğlence merkezine dönüştü. Burjuva siyasetçileri, önemli bir kısım sanayi ve ticaret erbabının yanı sıra, işbirliği meraklısı bazı kesimler -pek bahsedilmez ama- Almanların birbirlerini selamlarken çıkardıkları topuk seslerini “pek erkekçe ve erotik”, cüzdanlarını ve savaş sırasında sundukları maddi olanakları pek yakışıklı bulan kadınlar falan da bu işgalden yeterince nemalandılar. Vatan hainlerinin tümü, hep birlikte aşağılanmayı gurur meselesi yapmamaya yemin ettiler. Bu ihanet yıllarında Fransız ulusunun onuru kurtulduysa, bunu Résistance’ın her adımda ölümü göze alarak direnen kahraman kadın ve erkek savaşçılarına borçludur! İyi de, Résistance’ı kim başlattı ve örgütledi? Tabii -her seferinde değinmekten kaçınılır ama- en başta Fransa Komünist Partisi, onun çağrısına uyan sosyalistler ve Fransa işçi sınıfının bilinçli unsurları. Gerisi, başta aydınlar olmak üzere, küçük burjuvalar, köylüler onların ardından geldi.
Emperyalizmin beklentisi ve kanayan Sovyetler
Onlar eğlenedursun, sosyalizmin anayurdundan alevler yükselmekte, dumanlar tütmekte, Nazi kıyım makinesi Sovyet topraklarını hallaç pamuğu gibi atmakta, sadece askerleri değil, en ufak bir direniş şüphesinde kadın, çocuk ayırt etmeksizin herkesi katletmekteydi. Naziler, savaşın asıl şiddetini sosyalizmin anayurduna yöneltmişlerdi. (Bu yöneliş, emperyalistlerin beklentisinin hiç de ham hayal olmadığının kanıtıdır.)
Sayıların ispatladığı iddia
Doğu’ya sevk edilen Alman ordularının elde bulunan sayıları da bu şiddetin ispatıdır. Öyleyse kısa bir bakış atalım:
1940 ilkbaharından itibaren hızlandığı bilinen Sovyetler Birliği’ni işgal hazırlıkları sırasında da Naziler 5 milyon 500 bin askeri sahaya sürdüler. Bunlardan 3 milyon 800 bini kara kuvvetleri, 1 milyon 600 bini hava kuvvetleri, 404 bini deniz kuvvetleri 150 bini de Waffen SS birliklerinde savaşacaktı. Ayrıca 1 milyon 200 bin asker eksilenleri yedeklemek üzere hazır bekliyordu. 450 bin aktif ihtiyat, 550 bin yeni silah altına alınmış acemileri ve 204 bin çeşitli hizmet personelini de sayalım. 1941 başında tüm Alman ordusunun mevcudunun 7 milyon 234 bin olduğunu düşününce, Sovyetler’e hangi ağırlıkla hücum edildiği açıklıkla görülür
1943 yazında Alman Kara Kuvvetleri’nde toplam 6 milyon 900 bin asker bulunuyordu. Bunlardan 180 bini Finlandiya’da, 315 bini Norveç’te, 110 bini Danimarka’da, 610 bini de Balkanlar’da konuşlanmıştı. Sosyalizmin anayurduna gelince... Orada en çetin ceviz birliklerde tam 3 milyon 900 bin asker savaşıyordu. Aynı sıralarda müttefik İtalya’da 961 bin, yenilgiyi baştan resmen kabullenmiş tüm Batı Avrupa’da da sadece 1 milyon 873 bin asker bulunuyordu.
İşgal altındaki direniş
Tabii bu sayılardaki orana bakarak, Batı’da Alman askerlerin bütün vakitlerini ıslık çalarak geçirdiği söylenemez. Yukarıda değinmiştim, Fransız Resistance’ı ve özellikle 1943’ten sonra örgütlenip etkin mücadeleye girişen İtalyan direniş hareketinin (“Resistenza”) hakkını yemeyelim. Bu direniş yüzünden Alman işgal güçlerinin kimi zaman hiç huzurunun kalmadığı biliniyor. Ama ne Avrupa’daki ne Asya ve Afrika’daki, ne de Pasifik’teki başka hiçbir cephe Sovyet topraklarındaki sürgit milyonların hayatına mal olan, kentlerin harabeye döndüğü, işgal altındaki halkın açlıkla terbiye olduğu müthiş savaşla kıyaslanamaz.
Nitekim, Hitler 30 Mart 1941’de, Alman ordusunun Doğu Seferi için görevlendirilmiş birliklerinden ordu komutanı ve kurmay başkanları düzeyinde yaklaşık 200 generalin hazır bulunduğu bir toplantı düzenlemiş, orada bir açıklama yapmıştı: Önlerinde duran harekâtın “ideolojik temelli bir yok etme savaşı” olacağı ilk kez bu toplantıda resmen ilan edilmiş oldu.
Alman emperyalistlerinin hülyası
Burada, ideolojik temellerle örtbas edilen asıl başka bir neden vardı. Rusya’nın işgali, daha 19. yüzyıl ortalarından itibaren hızla gelişen Alman emperyalizminin “arka bahçe” olarak göz koyduğu bir hedefti. Amaç o toprakların yer altı ve yer üstü kaynaklarına el koyarak bunları Alman endüstrisinin hizmetine sunmak, aynı zamanda alabildiğine geniş bir pazar elde etmekti. Bu arada halk arasında bir de propaganda yayılıyordu: Alman emperyalizmi kendi halkına “Güneş’te bir yer” (Alman ırkı için yeni “yaşam alanları”) sözü veriyordu. İşte bu, Birinci Dünya Savaşı’ndan sonra vazgeçilmiş, unutulmuş bir hedef değildi. (Bugün de unutulmamış olduğu, Alman hariciyesinin gözünü bu doğrultudan hiçbir zaman ayırmadığı, Federal Almanya Cumhuriyeti kasalarında bu doğrultuda planların sürekli güncellenerek saklandığı muhakkak bilinmelidir.)
Ölüm makinesi çalışıyor
Amacım okuyucuyu sıkıntı verici sayılara boğmak değil, ama her iki taraftan kayıplara da bir bakış şart:
Almanlar Doğu Cephesi’nde Haziran 1941’den Aralık 1945’e dek tam 5 milyon 303 bin 104 ölü bırakmışlar. Ölen Kızılordu askerlerinin sayısı ise kimi resmi verilere yaklaşık 13 milyon olarak geçmiş. Esirlere gelince, 4,5 milyon Alman esir düşmüş. Esir düşen Kızılordu askerlerinin sayısı da 4,1 milyonla buna yakın. Şimdi, esaret sırasında hayatını kaybedenlerin sayısına bakarak, Sovyetler’e savaş suçu yıkmak için utanmazca savaşın tozlarını karıştırıp duranlara bir yanıt verebiliriz: Esaret sırasında ölen 600 bin Alman askerine karşın, Almanlara esir düşmüşken ölen Kızılordu askerlerinin sayısının 2,2 milyon mu, yoksa 3,3 milyon mu olduğu tartışılıyor!
Kolay galibiyetin yanılgısı
Polonya’dan sonra Ukrayna’ya hızla giriş ve Kiev Savaşı’ndaki kolay galibiyet Hitler’i ve çoğu kurmaylarını Sovyetler hakkında yanıltmış olmalı. Nitekim, Hitler Barbarossa Harekâtı hazırlığı sırasında, 3 Ekim’de Berlin’de bir konuşmada şöyle demişti: “Sadece kapıyı tekmelememiz yetecek, çürümüş sistem bütünüyle yıkılarak yere serilecek.”
Yıldırım, Moskova önlerinde gürültülü şimşeğe dönüyor
Ne var ki, Hitler’in evde yaptığı hesap sosyalizmin anayurdundaki hesaba uymadı. Alman orduları Barbarossa ile Rusya içinde ilerledi, 1941 Ekim’inde Hitler’in emriyle Moskova önlerine gelip dayandı, ama... Alman radyoları Moskova’nın ele geçirilmesine ramak kaldığını müjdelemeye, zafer marşları çalmaya başladı ama... Önce sonbaharın yağmurlarıyla bataklığa dönen arazi, öte yanda Kızılordu’nun kahramanca savunması, hızla örgütlenmekte olan Partizanlar, ardından da bir zamanlar Napolyon’u da yenen eksi 40 derecelerde gezinen Moskova kışı saldırıyı durdurdu. Sovyetler hükümet merkezini Volga kıyısında Kiyubiçev’e taşıdıysa da Stalin Moskova’yı terk etmedi. Nazi Almanyası’nın Yıldırım Savaşı, Aralık 1941’de Moskova önlerinde gürültülü bir şimşeğe dönüşmeye başladı.
Yeni hedef Stalingrad
Moskova olmayınca Hitler başka bir hedef seçme zorunluluğuyla bakışlarını Stalingrad’a döndürdü.
1942 yazı sonlarında Alman 6. Ordusu o dönem önemli bir endüstri merkezi olan Stalingrad’a doğru harekete geçti. Hitler 12 Eylül’de “Artık Rusların gücü tükendi” diyerek kentin ele geçirilmesini emretti. 6. Ordu hemen ertesi gün 300 bin asker, ağır topçu birlikleri, uçaklar, mekanize tümenlerin yanı sıra müttefiklerinden de derlediği birliklerle kente saldırdı. Fakat o da nesi! Tüm gücünü tükettiği sanılan Kızılordu yanı sıra kent halkından da insanüstü denebilecek bir dirençle karşılaştılar. Bombardımanlarla kenti harabeye çevirdiler. Ama her yıkıntı, her kovuk, her bomba çukuru bir direniş mevzisine dönüştü.
Bir Alman komutanı, Berlin’e gönderdiği raporda, “Küçümsediğimiz Ruslar, hiç de söylendiği gibi değil. Bunlar savaşmayı da ölmeyi de çok iyi biliyorlar” demekteydi.
Kuşatanlar kuşatılıyor
Bu kuşatmanın kırılmasından kısa süre sonra Almanlar tam bir cendereye alındı. Hitler’in geri çekilmeyi yasaklayan emirlerine gerek kalmadı. 6. Ordu’nun yardım alabileceği tüm yollar kesildi. Ne destek birlikleri ulaşabildi ne havadan gıda yardımları gerçekleştirilebildi. Böylece yerinden kıpırdayamayan ordu önce kuzey ve güney olarak bölündü, ardından da kuzey ve batı olarak parçalandı. Sadece çatışmalarda değil, aynı zamanda açlıktan ve soğuktan kırılmaya ve erimeye başladı. Bu arada Alman komünistlerinin seferberliğinde megafonlarla yapılan geniş çaplı propaganda da son moral kırıntılarını yok etti.
Kuşatmaya girişen 300 binlik ordudan geriye kalan 91 bin asker Şubat 1943’te kurtuluşu teslim olmakta buldu.
Savaştaki dengeler işte bu tarihte kuvvetli bir değişme emaresi gösterdi.
Büyük saldırı hazırlığı
1941 kışındaki konumlarına geri püskürtülen Almanlar yeni baştan büyük bir saldırıyla inisiyatifi tekrar ele geçirmek amacıyla orta ve güney ordu birliklerine büyük bir yığınak yaptılar. Bir anlamda her şeylerini bu karta, Zitadelle Operasyonu’na yatırmış oldular. Almanların prestij açısından da acil bir zafere gereksinimi vardı. Hitler o cephedeki birliklere yazılı olarak şu emri gönderdi: “Ağırlık noktalarına en iyi birlikler, en iyi silahlar, en iyi komutanlar, büyük miktarda cephane yerleştirilmeli. Her komutan, her er bu saldırının önemini kavramalı. Kursk zaferi bütün dünyada umut işareti etkisi yaratmalı.” Hitler bu arada esir alınacak Kızılordu askerlerini Almanya’da zorla çalıştırarak savaşla eksilen işgücünü tamamlama hayali de kuruyordu.
Ne var ki, Kızılordu da kısa zaman içinde kendi cephesini tahkim etmiş ve Almanlardan çok daha büyük bir gücü cepheye yığmayı başarmıştı. Nitekim Leningrad’dan Azak denizine uzanan 2500 kilometre uzunluğundaki cepheye toplam 1 milyon 987 bin 463 asker içeren 400 birlik yerleştirmiş olan Kızılordu’nun karşısında Almanlar sadece 625 bin askerle duruyorlardı. Sovyetlerin 8 bin 200 tankına karşı, küçük bir kısmı (Panter ve Tiger tipleri) daha iyi zırh ve hareket kabiliyetine sahip olmakla birlikte sadece 2 bin 699 tankları vardı ve bunlar Alman ordusunun elindeki toplam tank sayısının yüzde 70’ini oluşturuyordu. Çeşitli kalibredeki toplara gelince: Sovyetlerin 47 bin 416 topuna karşılık sadece 9 bin 467 top koyabildiler.
Kızılordu ayrıca cephe boyunca tank siperleri, tuzaklar kazmış, geniş bir alana da tank mayınları döşemişti. Bunlar ilkbaharda hızla büyüyen otlar ve açan ayçiçekleri arasında görünmez oldular.
Cephe gerisinde savaşanlar
Burada yeri gelmişken... Sadece bu hazırlıklar değil, savaş boyunca efsaneler yaratmış bir hareketi de anımsayalım: Almanların bu cepheyi tahkim etme hazırlıklarında başlarında büyük bir bela vardı: Sovyet Partizanları! Gerek birliklerin hareketi üzerine kurmay başkanlıklarına bilgi aktarmak, gerekse Almanların silah, cephane ve mühimmat nakliyatını engellemekte öylesine etkin oldular ki, cephede savaşmak üzere hazırlanmış Alman birliklerine özel olarak bunlara karşı mücadele emri verildi.
Tarihin en büyük tank savaşı
O yılın yaz aylarında Orjol ve Çarkov kentleri arasındaki bölgedeki gelişmeler, hele 7-15 Temmuz tarihleri arasında Proçovka bölgesindeki çarpışmalar savaş tarihi açısından bugün bile inceleme konusu. Burada gerçekleşen Kursk Savaşı dünya tarihine insanlığın yaşadığı en büyük tank savaşı olarak geçti. Uzun süre Almanlara kan kusturmuş T-34 tanklarına karşı yeni tanklar geliştiren Almanlar kimi noktada bazı başarılar elde etmiş olsalar da sonuçta büyük bir yenilgi yaşadılar.
Her ne kadar günümüzde sürdürülen ideolojik saldırının kurmay heyetinde yer alan tarihçiler “Sovyetlerin zaferinin bir ‘içi boş efsane’ olduğunu, savaşı aslen Almanların kazandığını” falan ispatlamaya çabalasalar da, 15 Temmuz’da sonuç belli oldu.
Nitekim, ünlü Alman Tank Generali Guderian anılarına şu notu geçmiş: “Zitadelle Saldırısı’nın fiyaskoları sonucunda belirleyici bir yenilgi yaşadık. Son derece dikkat vererek donatılan zırhlı birlikler büyük insan kaybı ve teknik aksaklıklar yüzünden uzun süre boyunca çarpışmalardan dışarıda kaldı. Onların yeniden tamiri, gerek Doğu Cephesi’ndeki savunma komutasının organizasyonu, gerekse Batı’da müttefiklerin ilkbaharda çıkartma yapma olasılığına karşı savunma sorunları nedeniyle gecikti. Ruslar da tabii ki, başarılarından yararlanmak için acele ettiler. Bundan sonra Doğu Cephesi’nde sakin geçen tek bir gün olmadı. İnisiyatif tamamen ve bütün yanlarıyla karşıtların eline geçti.”
Doğu’dan esen fırtına
Gerçekten de bu tarihten itibaren Alman ordularına göz açtırılmadı. Hitler’in ağzından köpükler saçarak (belgesel filmi de var) verdiği emirler kâr etmedi. Kızılordu fırtına gibi esmeye başladı. Atılmış köprüleri tamir ederek, bozulmuş demir yollarını tekrar kurarak, bataklıkları, ormanları aşarak, işgal altındaki Doğu Avrupa ülkelerini kurtararak ilerledi. Bu ilerleme 1945 baharında Berlin’e varacaktı.
Müttefikler de savaşmıyor değil
Peki, bu arada Batı cephesinde “müttefiklerimiz” ne yapıyordu? Yukarıda değindiğimiz “Oturma Savaşı” bir yana... İngilizler savaşın ilk yıllarında “vur kaç” taktiğiyle Alman kentlerini bolca bombardımana tabi tuttular. Tabii (pek üstünde durulmaz ama) böylece yüz binlerce sivili de katletmiş oldular.
Savaş suçu arayanlara
Bu hava saldırılarından en hunharca olan ikisini anımsayıp geçelim:
4 Aralık 1943 tarihinde sabah 4 sularında yaklaşık 400 İngiliz bombardıman uçağı, birbiri ardına üç dalga halinde Leipzig kentine saldırdılar. Sadece patlayıcı değil, aralarında doğrudan fosfor bombası da bulunan yangın bombalarıyla kenti dövdüler. Dış mahalleler de içinde olmak üzere tüm kent yangın fırtınaları içinde boğuldu. Öylesine ki, korunmak için bodrumlara inmiş insanlar yıkılan ve yanan evlerin altından canlı çıkamadılar. Kentteki binaların beşte biri kullanılamaz hale geldi. Hayatta kalan 140 bin sivil bu saldırının mağduru oldu.
Ya İngiliz ve Amerikalıların savaşın sonuçlarının artık görüldüğü, Kızılordu’nun durdurulamayacağının açıkça belli olduğu bir tarihte, Şubat 1945’te Dresden’e yaptıkları hava saldırısı? 13 Şubat’ta 733 İngiliz uçağı savunmasız kentin üstüne önce parçalı etki yapan bombalar, ardından da yangın bombaları yağdırdı. 80 bin konutu yıkmakla kalmadılar, alevlere boğdular. Bu yetmedi, aynı gün 311 ABD bombardıman uçağının geniş alanları kapsayan saldırısı gerçekleşti. Bu da yetmedi, 15 Şubat’ta ABD Hava Kuvvetleri bir saldırı daha düzenledi. Kentte 25 bin sivili katlettiler. Ölülerin bir kısmı tanınmaz biçimde yanmış, kömürleşmişti. Geri kalan ölüler de salgın hastalık korkusuyla zorunlu olarak bir araya yığılarak topluca yakıldı.
(Savaş suçlarına daha sonra geleceğiz, ama burada not etmeden geçmeyelim: Doğrudan sivil halkı hedef almış olan her iki saldırı da kuşku götürmez biçimde savaş suçudur! Atlanmaması gereken bir not daha var: Sovyetler Birliği savaş boyunca asla sivil hedeflere hava saldırısı düzenlemedi.)
Afrika’da da sert çatışmalar
Batı Cephesi’ne devam edelim. Stalin’e verilmiş onca söze karşın bir türlü açıl(a)madı bu cephe! Dedik ya, Sovyetler belki yıkılacaktı. Bu olmazsa da olabildiğince kan kaybetmeliydi. Öte yandan müttefikler Afrika’da, çöllerde canhıraş bir savaş sürdürüyordu. Neden? Yüz yıllardır yağmalanan sömürgeler oradaydı. Petrol oradaydı. Elmaslar, yeraltı zenginliklerinin her çeşidi oradaydı. Başka hangi neden olabilir ki?
İtalya kentlerinin kurtarıcıları
Orada Almanları yenen Amerikalılar daha 10 Temmuz 1943 tarihinde Sicilya’ya çıktılar ve Doğu’da Syrakus’dan Batı’da Licata kasabalarına uzanan köprübaşını tuttular. 1 Ekim’de de hiçbir çatışmayla karşılaşmaksızın Napoli kentini ele geçirdiler. (Üstünden atlayıp geçiverirler ama biz açıkça yazalım:) Tabii ki ele geçirecektiler, çünkü, İtalyan direnişçileri (“Rezistensa”) “Napoli’den Dört Gün Önce” harekâtıyla 27-30 Eylül tarihleri arasında başlattıkları isyan sonucunda kenti zaten Almanlardan kurtarmış bulunuyorlardı. Fakat hayret! İtalyan ordu birliklerinin çekilmesine ve Almanlardan gelecek pek zayıf direnişe karşın Amerikalılar orada durdular.
Uzatmayayım, bundan sonra da 1945’e dek önce “Rezistensa” temizledi çoğu kenti Alman işgalcilerden. Bolonya Amerikalılar gelmeden önce, antifaşist cephede yer alan İtalyan ordu birliklerinden Friuli ve Partizan grubu Maielle tarafından kurtarılmıştı. ABD güçleri Milano’ya girdiğinde de kent kurtarılmıştı. İtalyan direnişçileri 29 Nisan’da Padua’ya gelen İngilizlere 5000 Alman esir “hediye” ettiler.
Çoğu bilinen başkaca siyasi olaylara değinmeden geçeceğim. Ama çokların bilmediği bir şey var: Almanların teslim bayrağı çektiği 2 Mayıs 1945 tarihten hemen sonra Amerikalıların yaptığı ilk iş ne oldu dersiniz? Rezistensa’nın silahlarına el koymak!
Ve gerçek bir Batı Cephesi
Nihayet! ABD ordusu, müttefikleriyle birlikte 6 Haziran 1944’de, hani şu Hollywood’a sayısız ilham veren Normandiya Çıkartması’nı gerçekleştirdi. Bu çıkartma tabii ki küçümsenemez. O coğrafyaya bir bakış atmak yeter. Orada köprübaşını tutmanın ne denli zor bir iş olacağını anlamak için askerlik uzmanı olmak gerekmez. “D-Day” kodlu bu çıkartmada 1200 savaş gemisi, 3100 amfibik araç ve 150 bin askerin yer aldığı kayıtlara geçmiş. Bu çıkartma sırasında kayda geçen kayıp sayısı da 4000’i ölü olmak üzere toplam 12 bin. “Operation Overlord” adı altında başlatılan Fransa işgali sırasında Ağustos ayında Paris’e gelene dek Müttefikler 70 bin kayıp vermiş. Almanlarda bu sayı 200 bini buluyor. Arada 20 bin sivilin öldürülmüş olduğunu da bu sayılara ekleyelim.
Paris kurtarılıyor
26 Ağustos 1944’te General Charles de Gaulle ünlü Champs-Élysées Bulvarı’nda düzenlenen bir resmi geçitle dünyaya Paris’in kurtuluşunu müjdeledi. (Burada bir kez daha üstünden atlanıp geçilen bir noktadayız:) Aslında Paris’i almak Amerikalıların önceliği görülmüyordu. Öne sürülen “Paris’in yıkılmasını önleme” nedenini kabul edelim ama... Burada da İtalya kentlerinin kurtuluşu gibi bir şey oldu.
Paris’teki Partizanlar ve Özgür Savaşçılar’ın ortak askersel komitesi direniş kararı aldı. 11 Ağustos’ta demiryolu işçileri greve gittiler. 15 Ağustos’ta komünist sendikalar birliği CGT de genel grev çağrısı yaptı. Posta çalışanları, onları takiben matbaa ve metro işçileri de bu greve katıldılar. Direnişçiler Paris caddelerinde barikatlar kurmaya başladılar. Polis Paris merkezini bir kaleye dönüştürdü. Direnişçiler çok zayıf silahlanmış olmalarına rağmen işgalcilerle çatışmayı göze aldılar. Hitler’in işgal komutanı von Choltitz’e gönderdiği emir herhangi bir yoruma yer bırakmayacak açıklıktaydı: “Paris ancak bir harabe olarak düşman eline düşebilir!”
Paris’te direnişçilerin böyle şeylere aldıracağı yoktu. Ölümüne savaşı göze almışlardı. Öte yandan Alman savaş makinesine karşı şansları olmadığı da açıktı. Halk kan banyosunda boğulma, kent de harabeye döndürülme tehlikesiyle karşı karşıyaydı. Bunun üzerine General Eisenhower General de Gaulle’ün emrindeki Fransız Kurtuluş Ordusu’nun bir birliği yanı sıra 4. ABD Tümeni’nin Paris’e doğru yola çıkmasına izin verdi. 24 Ağustos gece karanlığında ilk Fransız askerleri kente sızmayı başardılar. Fakat halk zaten çoktan isyana başlamıştı. Direnişçiler 19 Ağustos’ta aniden Champs-Élysées’de seyretmekte olan bir konvoya saldırmışlar, polis karakollarını, bakanlıkları, gazete redaksiyonlarını ve belediye binasını işgal etmişlerdi. Halkın bu askerleri karşılaması görülmeye değer bir manzaraydı.
Kızılordu’nun zaferlerini aktarırken sesi hafifçe kısılan Batı medyası bu zaferi tüm dünyaya tam tamlarla duyurdu: “Amerikalılar Paris’i kurtarmış, tekrar özgür dünyaya armağan etmişti.” Paris Nazizm’in yenilgisinin sembolü oldu.
Batı Cephesi’nin zorlukları
Bundan sonra, her iki cephede de savaşmak için silahı ve 16-60 yaş arasında eli-ayağı tutan bütün erkekleri askere alma kararına rağmen insan gücü pek azalan Almanların Batı’da kayda değer tek bir denemesi oldu: Hitler Belçika’da Anvers Limanı’nı tekrar ele geçirmek ve Müttefikler’in ikmal yolunu kesmek için büyük bir saldırı hazırlattı. Niyeti, ani bir saldırıyla Amerikalıları püskürtmek, ardından tekrar bütün gücüyle Sovyetler’e yüklenmekti. Normandiya Çıkartması sonrası işi ağırdan almaya başlayan Amerikalılar boş arazide oyalanarak bu hazırlığı olanaklı kıldılar. Hazırlık her ne kadar telsiz konuşmaları bile yasaklanarak gizlice yapıldıysa da onu ele verecek birçok ipucu yok değildi. Umursamadılar. Kısa süre önce Hitler’le görüşen Japon elçisinin “Almanların Batı’da büyük bir karşı saldırı hazırlamakta olduğu” haberi de kulaklarına değmedi.
Ve 16 Aralık 1944’te Amerikalıları hiç beklemedikleri şekilde şaşkına çeviren bir saldırı başladı. Ne var ki, Almanların 80 bin Müttefik askerine karşı 200 bin kişilik kuvvetlerle başlattıkları saldırı sonuç vermedi. Alman zırhlı birlikleri bu şaşkınlıktan yararlanarak ilk anda ulaşmaları gereken hedeflere ulaşamadı. Almanlar 27 Aralık’ta savunmaya geçmek zorunda kaldılar. 16 Ocak’ta ise elde ettikleri tüm araziyi tekrar yitirmiş bulunuyorlardı. Güçler dengesindeki büyük farka karşın bu yenilgide Alman askerlerinin moralinin de artık yerlerde sürüklendiğini, yenilgi havasının her taraflarına çöktüğünü hesaba katmak gerekir.
Doğu Avrupa kurtuluyor
Kızılordu ise 1944 kışından itibaren, karşısında dişini sıkarak direnen, geri çekilirken önüne gelen ne varsa yok eden Alman savaş makinesinin en çetin birliklerine rağmen ilerlemiş, büyük mesafeleri arkasında bırakarak, işgal altındaki ülkeleri tek tek kurtararak Oder Irmağı’na dayanmıştı. (Müttefikleri asıl telaşa kaptıran da bu oldu.)
Sonuç? Stalin, 1 Nisan tarihinde bu cephelerin en yüksek komutanları Mareşal Şukov ve Mareşal Konev’i Başkomutanlığa çağırdı ve Berlin’i ele geçirmelerini emretti. Daha sonra gönderdiği bir haberde de “Hanginizin kenti önce ele geçireceğini size bırakıyorum” diyecekti. Bu komutanlar ve onlara destekle görevli 2. Belarus Cephesi Komutanı Mareşal Konstantin Rokossowki emrinde müthiş bir askersel güç Berlin kapılarına birikti: Yaklaşık 2,5 milyon asker, 6 bin 250 tank, 7 bin 500 savaş uçağı ve 41 bin 600 top! Sonuç belli...
Tabii 'savaş suçları'
Yıllar ilerledikçe çoğalarak bahsi geçiyor. Sürekli olarak Kızılordu’yu ve bizzat Stalin’i suça bulaştırmaya çabalayan “keşifler ve icatlar”la karşılaşıyoruz. Örneğin Almanya’da emperyalizmin sol maskeli işbirlikçilerinin Sovyet anıtlarına “Stalin Kurbanları”na adanmış köşeler sıkıştırma çabalarına şahit oluyoruz.
Bizimse yeni buluşlara gereksinimimiz yok. Hitler’in ve savaş boyunca Nazilerin yönetici düzeydeki tüm kadrolarının savaş öncesinde işledikleri insanlığa karşı suçlar ve savaş boyunca bulaştıkları savaş suçları sıradağlar gibi duruyor tarih sayfalarında. Bunların tartışılacak yeri yok ama... Ya savaşın kaderinin belli olmaya başladığı andan itibaren daha milyonlarca cana mal olacak umarsız askeri çatışmalar? Hitler ve NSDAP’nın kurmaylarının emirlerine uymakta tereddüt etmeyen, salt çarpışmalara değil, aynı zamanda geri çekilme sırasında arkada kalacak kent, kasaba ve köylerin yakılıp yıkılmasına, sivillerin öldürülmesinin devamına komuta eden yüksek rütbeli subaylar?.. Bunların tümü -bence- savaş suçlusudur!
Sadece onlar da değil. Ya utkan müttefikler? Anlaşılan galiplerden hesap sorulamayacağına güvendiler. Nitekim, yukarıda iki Alman kentine yapılan hava saldırılarına değinmiştik. Ya savaşın sonu gelmişken, Japonlar beyaz bayrak çekmek üzereyken 6 ve 9 Ağustos 1945’te Hiroşima ve Nagazaki kentlerine atılan iki atom bombası? General Eisenhower sonradan itiraf etmedi mi, Truman’a Japonların teslim olmaya hazırlandıklarını söylediğini, o saldırıyı yapmamasını tavsiye ettiğini? Ama 16 Haziran’da karar kesinleşmişmiş. Truman’ı vazgeçirmek de mümkün olmamış.
Yoksa o iki atom bombası Japonya’yı dize getirmekten çok Sovyetler Birliği’ni tehdit etmek ve Asya’da sınırlamak için atılmış olmaya? Nitekim, Truman notlarına eklemiş, “Japonların Rusya saldırmadan pes edeceğine inanıyorum.” (!)
Her iki kentte katledilen 120 bin insanla sınırlı kalmayan (Japon hükümeti, kısa süre sonrasında meydana gelen ölümlerle birlikte toplam 280 bin sayısını vermiş), etkileri nesiller boyu devam edeceği baştan bilinen bu saldırılar savaş suçu değil midir?
Son birkaç noktaya daha parmak basmadan bitiremeyeceğim…
Zafer Sovyet halkınındır
Sadece birkaç noktasına değinmekle yetinmek zorunda olduğumuz bu savaş boyunca gelişmelere salt askersel çatışmalar açıdan bakarsak çok önemli bir yanı atlamış oluruz. Sovyetler Birliği savaşın başında, sosyalizm kuruculuğunun zorluklarını yenmekle uğraşan, ekonomisini büyütmek, endüstrisini geliştirmek, elektrifikasyonu tamamlamak, ülkeyi demiryollarıyla örmek gibi hedefler için henüz çabalamakta olan bir ülke konumundaydı. Birdenbire o dönemin en gelişkin endüstrilerinden birinden beslenen devasa bir savaş ve ölüm makinesi dikildi karşısına.
Ve Sovyet halkları işte burada, komünistlerin öncülüğünde bir mucizeye imza attılar: Savaşın alevleri içinde elbirliğiyle endüstri merkezlerini düşmanın ulaşamayacağı yerlere taşıdılar. Sil baştan kurdular. Hitler’in küçümsediği Sovyetler’de, savaşın yıkıntıları arasında, kısa zaman içinde planlı ekonomiyle endüstriye çağ atlatıldı. Almanların silahlarıyla boy ölçüşecek silahlar geliştirildi. Alman tanklarının başa çıkamayacağı tanklar ve zırhlı araçlar yapıldı. Koca bir uçak filosu yaratıldı. Üniformasından palaskasına, matarasına milyonlarca askeri yaz ve kış giydirip kuşatacak, günbegün besleyecek bir düzen kuruldu. Yani, savaşın yükünü tek başına Kızılordu ve direniş hareketinin silahlı güçleri taşımadı. Sovyet halkı topyekûn savaşın “askeri” oldu. Zafer aynı zamanda o insanların omuzları üstünde yükseldi.
Zafer tüm dünyada komünistlerin ve anti-faşistlerindir
Ve asla unutulmamalı: Başından itibaren Sovyetlerin Alman ordusuyla savaşından bahsettik. Aslen sadece Almanlara ve müttefiklerine karşı savaşılmamaktaydı. Mücadele dünya çapında faşizme karşıydı. Sovyetler Birliği, onun safında tüm dünyadaki komünistler, işgal altındaki ülkelerde onların öncülüğündeki direniş hareketleri (Fransa ve İtalya’dan bahsetmiştik, Balkanlar’da Yugoslavya, Yunanistan, Bulgaristan’daki partizanları anmazsak haksızlık etmiş oluruz. Ya da gerek kendi ülkelerinde, gerekse Kızılordu saflarında mücadeleyi sürdüren Alman komünistlerini ve anti-faşistleri)… Tümü bu savaşın ön sıralarında dövüştüler. Dövüşürken en başta Sovyetler Birliği’nden, Bolşeviklerden güç aldılar. Maddi destek bir yana dursun, asıl moral desteği onları ayakta tuttu.
Nazizm’in yenilişinde asıl belirleyici güç nedir?
Normandiya Çıkartması’ndan bahisle “küçümsenemez” demiştim. Doğruydu. Ama her şey göreceli. Kısaca değinip geçtiğim sayıları lütfen karşılaştırın. Söz konusu coğrafyalardaki mesafeleri düşünün. 2. Dünya Savaşı’nın en acımasız muharebelerinin nerede olduğu, Nazi Almanyası’nı asıl hangi ordunun törpülediği, zımparaladığı, sonunda da inine geri sürüp orada boğduğu sorularına kendiniz yanıt verin.
(CEMİL FUAT HENDEK-SOL/ÖZEL)
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder