6 Mayıs 2023 Cumartesi

Nikkei Asia: Türkiye'de ekonomik kargaşa muhalefete fırsat kapısı araladı + 'Avrupa Türkiye’yi bir kez kaybetti, aynı hatayı tekrar yapmayı göze alamaz' (soL-Çeviri)

 Nikkei Asia: Türkiye'de ekonomik kargaşa muhalefete fırsat kapısı araladı

"Millet İttifakı'nın, seçmenleri Erdoğan'dan daha iyi çözümlere sahip olduğuna ikna etmesi gerekiyor."

Çevirenin notu: İstanbul Işık Üniversitesi Uluslararası İlişkiler Bölümü’nde akademisyen olan Seda Demiralp’in Nikkei Asia’da yayımlanan analizinde, muhalefet içerisinde gerilim ve kırılımlara dikkat çekilerek yaklaşan seçimlerde değişimin daimi olup olmayacağı sorusu ele alınıyor. Yazının özellikle “üçüncü seçenek” bölümü önemli.

Analizde ilk iki projeksiyon şu şekilde: Ya Macaristan’a benzer şekilde “zayıf” bir lider etrafında birleşen koordine olamamış blok sandıkta yenilir ya da Malezya örneğinde olduğu gibi uzun yıllardır hüküm süren bir iktidarı “karizmatik” bir liderle birlikte önemli sorunlar etrafında birleşerek devirir. Demiralp, Erdoğan’a kan kaybettiren konunun ekonomi olduğunu belirterek, Millet İttifakı’nın şimdiye kadar ekonomi politikaları üzerinden seçim çalışması yürüttüğünü; lakin sonuç mahiyetinde net vaatleri olmadığını da belirtiyor.

Analizdeki üçüncü seçenek ise daha dikkat çekici: Japonya’ya benzer şekilde iktidardaki güç koltuğu kaybeder ama kısa sürede geri dönebilir. Millet İttifakı içerisindeki kırılmalar ve farklılıklar da bu olasılığı canlı tutuyor.

Bugün sadece “Erdoğan gitsin” diyenlerin yarın hakkında üstü kapalı ve genel geçer vizyonlarının gelecekte bir bedeli olabilir; düşenin ayağa kalkması gibi. Bunu 14 Mayıs seçimlerinin sonucu ve olası iktidar değişikliğinde görevde olacakların kararları gösterecek.

Çeviren: Bahadır Batur

Türkiye bu ay son yılların en kritik seçimlerinden birini yapacak.

14 Mayıs'ta, cumhurbaşkanı ve milletvekili adaylarını seçecek olan seçmenlerin büyük bölümü, iktidardaki AKP liderliğindeki Cumhur İttifakı ile muhalefetteki Millet İttifakı arasında seçim yapacak.

Son kamuoyu yoklamalarına göre, sonuç oldukça yakın görünüyor. Seçim aynı zamanda çok kritik. 

Türkiye'de demokrasinin durumuna ilişkin değerlendirmelerde, siyasi özgürlüğün erozyona uğraması ve hükümetin aşırı merkezileşmesi nedeniyle [demokratik koşulların] son yıllarda giderek gerilediği ifade ediliyor.

Seçimlerin ardından Türkiye daha da otoriterleşme olasılığıyla karşı karşıya. Anayasa bir kişinin cumhurbaşkanı görevine iki kezden fazla gelmesini yasaklasa dahi Cumhurbaşkanı Tayyip Erdoğan üçüncü dönem için yarışıyor; destekçileri Anayasanın Erdoğan’ın cumhurbaşkanlığı görevindeki ilk döneminde revize edildiği için kısıtlamanın Erdoğan’ı etkilemediğini savunuyor.

Erdoğan’ın 2003’te başbakan olarak iktidara gelmesinden bu yana muhalefet kazanma şansına hiç bu kadar yaklaşmadığından ötürü de seçim oldukça kritik. AKP ülkenin en büyük partisi olmaya devam ediyor ve hâlâ Meclis’te çoğunluğu elde edebilir; lakin birçok seçmen Erdoğan’a sırt çevirdi.

Bu sırada Millet İttifakı bayrağı altındaki ana muhalefet partileri aday olarak Kemal Kılıçdaroğlu’nun arkasında güçlerini birleştirdi; bu gelişme Kılıçdaroğlu’na cumhurbaşkanlığı yarışını kazanma fırsatı verebilir.

Adil olmayan bir seçim ortamında bile muhalefetin artan şansı esas olarak, 2021'in başından bu yana enflasyonun yüzde 80'i aşması ve Türk lirasının dolar karşısında üçte ikiden fazla değer kaybetmesiyle iktidardakilerin büyük ekonomik başarısızlığının sonucuyla ortaya çıktı. Ekonomideki bu başarısızlık, Erdoğan ve partisi AKP’ye yaklaşık yüzde 10’luk destek kaybına mâl oldu; 2018 gibi çok yakın bir tarihte sahip oldukları çoğunluk desteğinin çok gerisine götürdü.

Türkiye’deki dehşetengiz ekonomik durum, altı partiden oluşan Millet İttifakı'na seçimi normale dönüş için bir oylama olarak çerçevelendirme fırsatı sunarak, İslamcılık ve laiklik arasındaki tartışma gibi bölücü meselelerden kaçınmasını sağlıyor. 

Kazanmak için bazı dindar AKP’lilerin kabuk değiştirmesi gerektiğini anlayan muhalefet, ekonomik konulara odaklanan kapsayıcı bir söylemi benimsemeye özen gösterdi. Bu yaklaşım, 2019’daki belediye seçimlerinde meyvesini verdi; yaklaşık 25 yıldır AKP ve selefi partisi tarafından kontrol edilen İstanbul ve Ankara gibi büyükşehirlerde muhalefet çarpıcı zaferler kazandı.

Lakin seçmenler gelecek odaklıdır. Geçmişte finansal olarak onlara kim zarar vermiş olursa olsun, oy kullanma kararları, kimin sorunlarını çözme olasılığının daha yüksek olduğunu düşündüklerine göre şekillenir. Bu yüzden açıkça üstün bir alternatifi bulunmayan AKP liderliğindeki Cumhur İttifakı’nın katıksız eleştirisi, AKP'den hoşnut olmayan seçmenlerin Millet İttifakı saflarına geçmesi için yeterli olmayabilir.

Şu ana kadar muhalefet, yoksullukla mücadele ve yolsuzluğu sona erdirme gibi doğru sorunları ele alıyor, ancak hedeflerine nasıl ve hangi zamanda ulaşılabilecekleri tam olarak açıklığa kavuşmadı. İttifak içerisindeki partilerin liderleri tarafından ücretsiz okul öğle yemeği programı getirilmesi gibi belirli vaatlerde bulunulduğunda, bu sözler muhalefetin genel olarak seçim kampanyası dâhlinde benimsenmedi.

Dolayısıyla muhalefet, Millet İttifakı’nın neden Cumhur İttifakı’ndan daha iyi bir seçim olduğunu gösterecek ve altılı grubun iç anlaşmazlıkları halledebileceğinin sinyalini verecek bir dizi somut ekonomik hedefe sahip eşgüdümlü bir kampanyadan hâlâ yoksun.

Cumhurbaşkanlığı adayı olarak CHP lideri Kılıçdaroğlu'nu destekleyen koalisyon üyeleri ile CHP’nin popüler belediye başkanları Ekrem İmamoğlu ve Mansur Yavaş'ı seçenler arasında yaşanan gerilim nedeniyle ittifak, pusula tercihi üzerinde anlaşma sürecinde ciddi bir baskı altına girdiğinde bu ihtiyaç hissedildi.

İmamoğlu ve Yavaş’ı cumhurbaşkanı yardımcısı adayları arasına alma kararı gerilimin sona ermesine yardımcı oldu, ama bazı seçmenler CHP’li eski bir milletvekili olan Muharrem İnce tarafından kurulan Memleket Partisi gibi ittifak dışındaki bağımsız partilere kaptırıldı.

Muhalefet partilerinin güçlerini birleştirdiği durumda dahi, iktidar koltuğundaki otokratik bir kişiyi yenmeleri zor. Zayıf bir adayın, muhalefetin kendi içerisindeki rekabetin ve “Avrupa değerlerine dönüş” gibi soyut vaatlere odaklanmanın, görevi başındaki bir kişinin iktidarda kalmasına izin verebileceğinin yakın tarihli bir örneği Macaristan.

Nadiren de olsa bazen, buna benzer muhalefet ittifakları başarılı oluyor.

Buna ilişkin bir örnek, muhalefetteki Pakatan Harapan (Umut İttifakı) koalisyonunun 60 yıldır iktidarda olan Barisan Nasional'ı (Ulusal Cephe) devirdiği 2018 Malezya seçimleriydi. Bu başarı, yalnızca koalisyonun 92 yaşındaki karizmatik adayı Mahathir Muhammed'e değil, aynı zamanda ortalama seçmenin günlük ekonomik mücadelelerini doğrudan ele alan ve acil yardım vaat eden bir seçim kampanyasına dayandırılabilir.

Türkiye'nin Macaristan'ının mı yoksa Malezya’nın mı izinden gideceği milyon dolarlık soru. Fakat başka bir yol daha var.

Japonya örneği, dominant tarafın mağlubiyetinin kalıcı bir değişimle sonuçlanmayabileceğini hatırlatıyor. 2009 yılında Japonya Demokratik Partisi [Minshutō] 53 yılın ardından ilk kez geniş çaplı bir seçim zaferiyle Japonya Ulusal Diyet’inde [Kokkai] en büyük parti olan Liberal Demokrat Parti’nin [Jiyū-Minshutō] yerini aldı1. Buna karşın LDP sadece üç yıl sonra iktidara geri geldi; iktidara gelenlerin koordinasyonsuzlukla ve yönetmeye hazır olmadan hareket etmesi halinde baskın partilerin nasıl kolayca geri dönebileceğini gözler önüne seriyor.

Erdoğan koltuğuna iyice yerleşmiş durumda, ama iktidara geldiğinden beri arkasındaki destek hiç bu kadar düşük olmamıştı. Bu durum, muhalefet partilerine yaklaşan seçimleri kazanmaları için altın değerinde bir fırsat sunuyor. Koordinasyon sorunlarını aşabilir, Türkiye'yi ekonomik ve siyasi olarak normale döndürmeye odaklanabilirlerse, ülkenin kaderini değiştirebilirler. Bu gelişme kesinlikle, buna benzer ittifakların sandıkta otokratik görevdekileri yenme becerisi konusunda uluslararası düzeyde umut sağlayacaktır.

------------------------------------------------------------------------------------------------------------

(1) Parantez içerisinde hem partilerin hem de yasama organı olan Japonya Ulusal Diyeti’nin Japonca karşılıkları verilmiştir. Kokkai olarak adlandırılan Japonya’nın ulusal yasama organı iki parçalı: Yasama organı, Temsilciler Meclisi (Şūgiin) olarak bilinen alt meclis ve Danışmanlar Meclisi (Sangiin) adı verilen bir üst meclisden oluşur. II. Dünya Savaşı’ndan bu yana Japonya’da parlamentonun en büyük partisi LDP (Jiyū-Minshutō) olmuştur. LDP’nin çoğunlukta olmadığı süre ise sadece 6 yıl. Batı’da Japonya dünyanın en gelişkin demokrasilerinden birisi olarak tanımlanmakta, lakin 1949’dan beri neredeyse “tek parti devleti” olarak yönetilmesi ilginç. Ülkede siyasetçilerden çok bürokratların daha güçlü olması da yabana atılacak bir durum değil, ancak bu durum da son yıllarda değişim gösterdi. Japonya’daki “demokratik sistem” başlı başına incelenmesi gereken bir vaka. Bir de ülkede halen imparatorluk makamı da devam ediyor, tabii monarklar sadece sembolik hükümdarlar. (ç.n)   

'Avrupa Türkiye’yi bir kez kaybetti, aynı hatayı tekrar yapmayı göze alamaz'  

New Statesman, 'Avrupa Birliği, Recep Tayyip Erdoğan’ın otoriter dönüşümüne katkıda bulundu, lakin yaklaşan seçimlerin yardımıyla Türkiye’de yaptığı hatayı geri alabilir' yorumunda bulundu.

Çevirenin notu: New Statesman’dan Jeremy Cliffe’in kaleme aldığı Türkiye analizinde, 14 Mayıs seçimlerinin Avrupa Birliği – Türkiye ilişkilerinde bir dönüm noktası olabileceği ifade ediliyor.

AB’nin Türkiye’yle ilişkilerinin 2000’li yıllar içerisinde değişiminin, Türkiye’nin başka güç odaklarına yönelmesine ve otoriterliğe kaymasına sebep olduğunu öne süren Cliffe; Erdoğan’ın tekrardan seçilmesinin Türkiye’nin Avrupa’dan daha fazla uzaklaşmasını, öte yandan muhalefetin adayı Kılıçdaroğlu’nun seçimin galibi olmasınınsa ilişkilerde yeni bir başlangıç noktası sağlayabileceğini ifade ediyor. 

Cliffe’in “Ankara'da yeni bir yönetim olacaksa AB bu fırsatı değerlendirmek zorunda” yorumu, Avrupa’ya bir mesaj niteliğinde.

Çeviren: Bahadır Batur

TürkiyeRecep Tayyip Erdoğan’ın 20 yıllık yönetiminde o kadar şiddetli bir değişime uğradı ki, Erdoğan iktidarının ilk yıllarını çevreleyen iyimserliği unutmak kolay. 2003’ten 2007’ye başbakan olduğu ilk döneminde Erdoğan, ülkeyi Avrupa Birliği’ne nüfusunun çoğunluğu Müslüman olan ilk üye devlet olması yolunda ilerleten bir dizi reforma imza attı. Ölüm cezası kaldırıldı, ifade özgürlüğüne ilişkin yeni güvenceler sağlandı, ordunun yargı ve eğitim üzerindeki etkisi azaltıldı ve de Kürtçe eğitime ve yayınlara ilişkin yasaklar kaldırıldı. Müzakerelerde 2005 yılına gelindiğinde, Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluşunun yüzüncü yılı olacak 2023 yılında AB’ye katılım, hedef yıl olarak konuşulmaya başlanmıştı.

Ancak şu anda 2023’teyiz ve Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluşunun yüzüncü yıl dönümü olacak Ekim ayı yaklaşıyor. Basın ve yargı büyük ölçüde sindirildi. Gazeteciler ve muhalif siyasetçiler hapiste. Erdoğan'ın Adalet ve Kalkınma Partisi (AKP), Cumhuriyetin laik temellerine saldırdı ve (2014'ten beri elinde tuttuğu) Cumhurbaşkanlığı makamı altında geniş yetkiler topladı. Uluslararası alandaysa Türkiye yüzünü Batı’dan RusyaÇin ve İran’a çevirdi. Türkiye gittikçe içi boşaltılan bir demokrasi olsa da öyle ya da böyle demokrasi olmaya devam ediyor. Lakin 14 Mayıs’ta düzenlenecek genel seçim, ülkenin önümüzdeki yıllarda tamamen bir otokrasiye dönüşüp dönüşmeyeceğinin göstergesi olacak. 

2000’lerin başındaki parlak umutlara ne oldu? Akla gelen ilk açıklama, umutların zaten ilk adımda çok parlak gözüküyor olmasıydı. Erdoğan her daim, güçlü bir otoriter çizgideydi. 1996’da İstanbul Belediye Başkanı olduğu dönemde verdiği bir demeçte, “Demokrasi bir tramvay gibidir, gideceğiniz yere varana kadar binersiniz, sonra inersiniz” demişti. Sonrasında kaçınılmaz olarak bazı hatalar, Erdoğan’ı birbirini takip eden seçimlerde indirmeyi başaramayan veya 2016 yılındaki darbe girişiminin ardından yapılan referandumda da iktidarı ele geçirmesine engel olamayan, ülkenin genellikle huysuz ve kendi kendini sabote eden muhalefetin eylemlerinde yatıyor.    

Lakin sorumluluğun önemli bir kısmı da AB’ye ait. Milenyumun başında Avrupa Birliği Türkiye'nin üyelik umutlarını artırmak için çok şey yaptı, ancak 2000'lerin ikinci yarısında bu umutları kırdı. 2005 ve 2007 yıllarında sırasıyla Almanya Şansölyesi Angela Merkel ve Fransa Cumhurbaşkanı Nicolas Sarkozy, Türkiye'nin üyeliğine belirgin şekilde düşman bir tutum takındılar; “Kimin Avrupalı olup kimin olmadığını karar vermek zorundayız” diyerek Türkiye’ye burun kıvırdılar. AB'nin Avrupa’nın merkezindeki ve doğusundaki devletlerden oluşan iki üyelik dalgasını başlatmasına rağmen Türkiye’yle üyelik müzakerelerinin durdurması, Müslüman Türkiye'nin bir Hıristiyan kulübünün dışında tutulduğu hissini yalnızca artırmaya yaradı. AB daha sonrasında, Türkiye'yi dış ve güvenlik politikası mimarisine bağlamlamak, Türk muhalefeti ve Türk toplumundaki Avrupa yanlısı unsurlarla ilişki kurmak ve Kıbrıs'ın tartışmalı statüsüne bir çözüm bulmak gibi ilişkileri geliştirmek için daha birçok fırsatı kaçırdı.

2007 yılında “Almanya’dan ciddi anlamda daha fazlasını bekliyordum” diyen Erdoğan hayal kırıklığını açıkça dile getirirken, kamuoyu yoklamaları Türk seçmenin AB’den soğuduğunu ortaya koydu. Kendisini hiçe sayılmış hisseden ve değişime yol açacak üyelik teşvikinden yoksun bırakılan Türkiye, gelecek on yılın sonundaysa Avrupa’nın etki alanı dışına sürükleniyordu. 2008 ekonomik krizinden sonra AB içe dönerken, başta Çin olmak üzere yükselen güçler Ankara'ya çekici bir alternatif yol sundu. Türkiye'nin AB Başmüzakerecisi Egemen Bağış 2010 yılında "Geçen her gün Avrupa Türkiye'ye daha çok, Türkiye ise Avrupa'ya daha az ihtiyaç duyuyor" demişti. Avrupalı liderler bunun farkına çok geç varabildi: Hem Paris hem de Berlin son yıllarda Türkiye'nin göç, enerji ve güvenlik gibi konulardaki önemini kabul ederek yakınlaşma arayışına girişti. Rusya'nın Şubat 2022'de Ukrayna'yı tam ölçekli işgali, Türkiye'nin iki taraf arasında çok önemli bir "eksen belirleyen devlet" olduğu gerçeğini yalnızca vurguladı.

Yine de Mayıs seçimleri Erdoğan’ın yeniden seçilmesini beraberinde getirirse Türkiye’nin Batı’dan uzaklaşmasına yol açabilir; diğer yandan Erdoğan’ın yenilmesi tarihi bir dönüm noktası olabilir. Artık gerçekçi bir şans. Altı muhalefet partisinin oluşturduğu, bölünmeye meyilli “Millet İttifakı” nihayet cumhurbaşkanı adaylığı için Kemal Kılıçdaroğlu’nda karar kıldı. Yumuşak huylu ve alçakgönüllü bir eski devlet memuru olan Kemal Kılıçdaroğlu, görevdeki gösterişli rakibinden farkı daha da fazla olamazdı. Türkiye'de devam eden kur krizi ve an itibariyle 57 bin 500 olarak tahmin edilen ülkenin güneyi ve Suriye’nin kuzeyindeki Şubat depremlerinden kaynaklanan korkunç can kaybı sayısı, kontrolsüz Erdoğanizm'in kötü yönetimini ve bozulmasını gözler önüne serdi. Yakın zamanda yapılan dört farklı kamuoyu yoklaması, Kılıçdaroğlu'nun Erdoğan’a karşı yaklaşık on puan önde ve yüzde 50 barajının üzerinde olduğunu gösteriyor (bu durumda 28 Mayıs’ta düzenlenmesi planlanan ikinci tur seçimlerine gerek kalmayacak). Tabii ki, Erdoğan’ın iktidara tutunmak için neler yapabileceğinin boyutu belirsizliğini koruyor.

Muhalefet AKP'yi yenerse, Avrupa-Türkiye ilişkilerinde bir nesil içerisinde bir kez yakalanabilecek yeniden başlama şansı doğacaktır. Millet İttifakı kendi içinde bölünmüş durumda ve her konuda Erdoğan’ın çizgisinden kopamaz; lakin Millet İttifakı’nı oluşturan partiler parlamenter sistem, demokratik denetim ve dengelerin yeniden tesis etme ihtiyacı ve de Batı ile buzları eritme konusunda hemfikir.

Ankara'da yeni bir yönetim olacaksa AB bu fırsatı değerlendirmek zorunda. Uzun vadede, Türkiye'nin üyelik kapısını yeniden açmalı. Kısa ve orta vadede derinleştirilmiş bir gümrük birliği, vize serbestisi ile ortak iklim, güvenlik ve enerji öncelikleri konusunda iş birliğini içeren yeni güncellenmiş bir ortaklık anlaşması teklif etmeli. AB depremlerde harap olan bölgelerin yeniden inşası için artırılmış kalıcı yatırımlar yapmalı. Ayrıca, AB'nin [Kuzey] Kıbrıs’a özel elçi atanması da dahil olmak üzere, Doğu Akdeniz'de bir çözüm için ortak çaba sarf edilmeli. Avrupa Birliği, Türkiye'nin umutlarını yükseltip sonra yerle bir ederek, Türkiye'nin otoriter değişimine katkıda bulundu. Türkiye muhalefeti Mayıs ayında kazanırsa, AB onu yanına geri çekmek için kaçırılmaz bir fırsata sahip olacak.

(soL-Çeviri)

 

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder