15-16 Haziran'ın 53. yılı: 'Esas meselemiz işçi sınıfının yeniden bir toplumsal aktör haline getirilmesi' (ASLI İNANMIŞIK-sol/ÖZEL)
'15-16 Haziran Türkiye işçi sınıfının Cumhuriyet tarihindeki en önemli eylemi. O tarihten itibaren işçi sınıfını hesaba katmadan adım atılamayacağı görüldü.'
Bugün Türkiye'deki sınıf mücadelesi tarihinin en önemli dönemeçlerinden 15-16 Haziran'ın yıldönümü. 53 yıl geçmesine rağmen işçi sınıfının büyük direnişi hâlâ hatırlanmaya devam ediyor.
15-16 Haziran 1970'te işçi sınıfı patronlara gücünü gösterdi. Fabrikaların içinde başlayan işçi eylemleri, sokağa taştı. İşçiler kent merkezlerine doğru yürüyüşe geçti. Böylece söz konusu 2 gün sınıf mücadelesi tarihinin en önemli olaylarından biri olarak tarihte yerini aldı.
Peki bugün bize 15-16 Haziran'dan kalan miras ne? Nasıl dersler çıkarmalı, bugünkü işçi eylemlerine 15-16 Haziran'dan çıkan neleri eklemeliyiz? Bu sorulara yanıt aramak için TKP Merkez Komite üyesi ve soL yazarı Alpaslan Savaş'a "İşçi sınıfının bugünkü durumu çerçevesinde 15-16 Haziran'ın 53. yılında Büyük İşçi Yürüyüşü'nün mirası ve dersleri nedir? Nasıl yorumluyorsunuz?" diye sorduk.
'15-16 Haziran Direnişi sarsıcıdır'
Savaş, eylemlerin işyeri temelli ve yaygın olmasına dikkat çekti. "15-16 Haziran direnişinin esas sarsıcılığı işçi sınıfının toplumsal olarak kendisini var etmede oldukça kuvvetli bir iddiaya ulaştığını kanıtlamasındadır" diyen Savaş, Türkiye işçi sınıfının yeniden bir toplumsal aktör haline getirilmesine de işaret etti.
Alpaslan Savaş şunları söyledi:
"15-16 Haziran Direnişi'ni tek bir kelimeyle tanımlamak gerekseydi ben 'sarsıcı' sıfatını kullanmayı tercih ederdim. Sarsıcıdır çünkü yaygındır. Sadece iki kentte olduğuna bakmayın, direnişin yayıldığı Kocaeli ve İstanbul hâlâ Türkiye sanayisinin merkezidir. Sarsıcıdır çünkü işyeri temellidir. İşyerinde örgütlenmiş eylemin katılımı da kararlığı da yüksek olur. Bu kararlılık sokağa taşınca bir kat daha sarsıcı olur. Sarsıcıdır çünkü sendikal düzlemi aşmıştır. Eylemde 'çanına ot tıkılmak istenen' DİSK üyesi işçilerde vardır, yasayı destekleyen Türk-İş’in üyesi hatta sendikasız işçiler de. İşçi sınıfının birliği gerçekten sarsıcıdır.
Böyle pek çok öğe sıralanabilir. Ama 15-16 Haziran direnişinin esas sarsıcılığı işçi sınıfının toplumsal olarak kendisini var etmede oldukça kuvvetli bir iddiaya ulaştığını kanıtlamasındadır. Bu iddia 70’lerde güçlenmeyi sürdürmüş, üstelik siyasi temsiliyeti belirmeye başlamıştır.
'Burjuvazi işçi sınıfının kurulu düzeni sarsmasından çok korkuyor'
Türkiye burjuvazisinin, işçi sınıfının kurulu düzeni sarsmasından ne kadar çok korktuğunu biliyoruz. Bu korku önce tedbir arayışına sonra bir karşı devrimci saldırıya dönüştü. 12 Mart ve 12 Eylül bu saldırının sonraki on yıllık durakları oldu. Bulunan çözüm işçi sınıfının örgütsüzleştirilmesiydi. Özelleştirmeler, sendikasızlaştırmalar, taşeronlaşma, solu sınıftan kazıma çabasıyla paralel yürüdü.
İşçi sınıfının örgütlülüğünü dağıtmak dar anlamıyla işçinin patron karşısında korumasız kalması anlamına gelmiyor, ülkenin ilerici değerlerinin tasfiyesini de beraberinde getiriyor. Demirel’den Özal’a, ondan Erdoğan’a uzanan iktidar yolculuğunun böyle bir iç bütünlüğü var. Üçünde de temsil olan işbirlikçilik, gericilik ve piyasacılıktır.
'Güçlü bir ideolojik mücadele verilmek zorunda'
Geride bıraktığımız 40 yıl, bu saldırının altında gerçekleşti. Yarısı AKP iktidarıdır. Son seçimlerde kurtulamadıysak, en çok da saldırının işçi sınıfını örgütsüz kılmasıyla ilgilidir. Örgütlenme araçları gasp edilmiş, grev hakkı elinden alınmış, mücadele azmi seçim sandığına hapsedilmiş bir işçi sınıfından söz ediyoruz.
15-16 Haziran direnişinin patladığı günlerde memleketin kurtuluşu için yol arayanlar arasında 'Ülkede düzeni sarsabilecek bir işçi sınıfı fiilen var mıdır?' tartışması da sürüp gidiyordu. Vardı elbette, ama henüz masaya yumruğunu vurmuş değildi. Önceki on yıl pek çok işyeri direnişi, işgal ve lokal işçi eylemine tanıklık etti fakat işçi sınıfının “'buradayım' dediği çıkış bu iki güne sığan büyük direnişle oldu. Bugün işçi sınıfının varlığı tartışılmıyor belki ama siyaset işçi sınıfı yokmuş gibi sürüyor. Sola bulaşmış kimlikçilik, sınıfsallıktan kopartılmış özgürlükçülük ve bağımsızlıkçılık bu yok saymaya dayanıyor. İşçi sınıfının toplumsal bir aktör hale gelmesinin önündeki engellerden biri sermaye sınıfının düzenli saldırısıysa diğeri bu bulaşıklıktır. Sermayenin saldırısına karşı mücadele işyerlerinde örgütlenme kavgasıyla, grev ve direnişlerle kora kor sürerken diğeriyle de güçlü bir ideolojik mücadele verilmek zorunda.
Direnişin dersleri için değerli pek çok şey sıralayabiliriz ama bizim esas meselemiz, Türkiye işçi sınıfının yeniden bir toplumsal aktör haline getirilmesidir. Bu mümkün. Tarihte o kadar çok örneği var ki. Ne bu düzenin gücü mutlak, ne de patronlar yenilmez değil. Onu sarsacak tek gücün yalnızca işçi sınıfında olduğuna güvenin."
'İşçi sınıfını hesaba katmadan adım atılamayacağı görüldü'
15-16 Haziran eylemleriyle ilgili yapılmış en kapsamlı çalışma niteliğindeki "İşçilerin Haziranı" kitabının yazarı ve aynı zamanda "İşçilerin Haziranı 15-16 Haziran 1970" adlı belgeselin yapımcılarından biri olan Araştırmacı-Yazar Zafer Aydın'a da aynı soruyu yönelttik. 15-16 Haziran'ın Türkiye işçi sınıfının Cumhuriyet tarihindeki en önemli eylemi olduğunu söyleyen Aydın, sınıfı birleştirecek en temel ögenin sınıf kimliği olduğunu vurguladı.
Zafer Aydın şöyle konuştu:
"15-16 Haziran Türkiye işçi sınıfının Cumhuriyet tarihindeki en önemli eylemi. Bir meydan okuması. İşçi sınıfı bütün esamesiyle 'Biz buradayız' dedi ve sonuçta devlet, siyasi partiler, sendikalar her şey bu eylemden etkilendi. O tarihten itibaren tüm bu unsurlar işçi sınıfını hesaba katmadan adım atamayacağını büyük ölçüde gördü.
15-16 Haziran savunma karakteri önde olan bir eylemdi. Bu eylemle birlikte işçi sınıfı önemli bir özgüven, cesaret kazandı. Yeni eylem süreçlerinin, örgütlenme ve mücadele pratiklerinin önü açıldı. '76 DGM direnişinde de, kitlesel 1 Mayıs kutlamalarında da, 70'li yıllar boyunca özellikle metal sektöründe gelişen yığınsal grevlerde de 15-16 Haziran'ın yarattığı ruhun etkisi olduğunu görürüz. Hatta 12 Eylül sonrası '89 Bahar Eylemleri'nde de bu ruh büyük ölçüde vardı. Dolayısıyla 15-16 Haziran'ın işçi sınıfı hareketi içerisinde bir esinlendirici, ilham verici yönü var.
'15-16 Haziran sınıfın militan bir eylemidir'
15-16 Haziran'ın bugünlere taşınan en önemli mirası da, işçi haklarının ancak mücadeleyle kazanılabileceğini göstermiş olmasıdır. 15-16 Haziran bir anlamda '63 Kavel'le başlayan sürecin bir devamıdır. '61 Saraçhane, '63 Kavel; işçilerin sendikal özgürlüklerini kazanmak uğruna verdikleri mücadele ve onun sonucunda elde edilen başarıdır. 15-16 Haziran da elde edilen kazanımların geri alınma çabalarına karşı gösterilmiş bir direniştir. Bu 15-16 Haziran'ın dünden bugüne önemli bir öğretisidir. Yani aslında 15-16 Haziran üzerine konuşurken biz, 'İşçi hakları yukarıdan verildi ve alındı' gibi kaba bir genellemenin de hiçbir anlamı olmadığını görüyoruz, bu mücadelelerin tarihine baktığımızda.
Eylemlerin bıraktığı miras diye kabaca birkaç nokta üzerinde durmamız gerekirse, 15-16 Haziran sınıfın militan bir eylemidir. 60'lı yıllar boyunca sınıfın çevresinde iliştirdiği eylem repertuvarlarının ürünüdür. İşyeri işgal eylemlerinin bir üst aşamasıdır. Ve 15-16 Haziran, işçileri sokağa çıktığında etrafında gençlerle, kadınlarla, toplumsal örgütlerle buluşmuştur. Eylem böylece toplumsal hareket özelliği kazanmıştır. Dolayısıyla miras ve dersler dediğimizde eylemin birleştirici, militan karakteri önemlidir.
'En önemli ders mücadelenin bir sınıf perspektifi içerisinde sürdürülmesi gerektiğidir'
Farklı partilere oy veren, farklı dinsel inanışlara, etnik kimliklere sahip işçiler, ortak çıkarları etrafında kolektif bir mücadeleye girişmişlerdir. Çıkartılacak en önemli ders de, bugün sınıf kimliğinden uzaklaştıkça etnik ve dinsel kimliklerin öne çıkmasıdır. Böyle olduğunda sınıf bölünmektedir. Oysa sınıfı birleştirecek en temel öge sınıf kimliğidir. 15-16 Haziran'dan bugüne taşınması gereken en önemli ders mücadelenin bir sınıf perspektifi içerisinde sürdürülmesi gerektiğidir."
/././
15-16 Haziran direnişinin öğrettikleri: Tek çıkış yolu sınıf olarak mücadele etmek (Erkan Aydoğanoğlu-Evrensel)
Türkiye işçi sınıfı tarihinin en büyük ve en kitlesel işçi eylemi olan 15-16 Haziran 1970 büyük işçi direnişinin üzerinden 53 yıl geçti. Ülkenin en büyük işçi direnişini yaratan mücadele deneyiminin yarattığı zengin birikim, aradan geçen süreye rağmen güncelliğini ve öğreticiliğini sürdürüyor.
1960’lı yılların ikinci yarısından itibaren büyük ölçüde işçilerin iradesiyle gerçekleşen örgütlenme pratikleri ve hak mücadeleleri, işçi-sendika hareketine daha önce görülmemiş düzeyde canlılık kazandırmıştı. Devletten ve sermayeden bağımsız bir sendikal çizgiyi benimseyerek 13 Şubat 1967’de kurulan DİSK, ağırlıklı olarak özel sektörde çalışan işçileri üye yaparak kısa süre içinde işçiler arasında önemli bir çekim merkezi haline geldi.
İşçi hareketi ve sendikal mücadele, o dönem büyük fabrika ve işletmelerde çalışan örgütlü ve sınıf bilinçli işçilerin öncülüğünde yürütüldü. ’60’lı yılların sonunda gerçekleşen kitlesel işçi eylemlerinde, farklı sektörlerde yaşanan fabrika işgallerinin başarısında tamamen işçilerin iradesine dayanan mücadeleci sendikal çizgi belirleyiciydi.
İŞ YERİ ÖRGÜTLENMESİ VE FİİLİ KOMİTELER
1967-1970 yılları arasında gerçekleşen işçi eylemlerinin büyük bölümünde DİSK’in kurumsal ya da örgütsel etkisinden çok, tek tek fabrikalarda kurulan işçi komitelerinin ve iş yeri örgütlenmesinin belirleyici etkisi vardı. İşçi komiteleri, işçilerin temsilcilerini doğrudan seçmeleri, aşağıdan yukarıya fiili iş yeri örgütlenmeleri olarak ortaya çıkmış olmaları nedeniyle önemli bir deneyimdi. O dönem gerçekleştirilen eylemler başından sonuna bu komiteler aracılığıyla ve onların denetiminde hayata geçirilmişti. DİSK’te örgütlenen iş yerlerinde iş yeri temsilciliklerinin aktif olarak çalıştırılması, işçi eylemlerinin daha örgütlü ve daha sonuç alıcı bir içerikte hayata geçirilmesini sağladı.
Genel olarak iş yerinde yaşanan sorunlara yönelik ortak hareket biçimleri geliştirebilmek ve toplu bir şekilde çözümler bulabilmek amacıyla kurulan komiteler, çoğunlukla sendikaların bürokratik yapılar haline gelmesi ve tabandan uzaklaşmasının yarattığı sorunlara karşı önleyici bir çözüm olarak gündeme geldi.
Bu dönemde yapılan eylemlerin büyük bölümü DİSK’in o dönem iş yerlerini merkez alan sendikal politikalarından çok, DİSK üyesi olsun ya da olmasın, aynı iş yerinde çalışan işçilerin doğrudan yaşadığı sorunlara çözüm üretmek amacıyla oluşturdukları iş yeri komiteleri etrafında örgütlenme ve işçilerin birliğini sağlam temeller üzerinde kurmalarına dayanıyordu. Bu durum, doğal olarak DİSK’e bağlı sendikaların iş yeri örgütlülüğünü ve etkisini güçlendiren bir rol oynadı.
İşçi komiteleri, sendikanın tersine iş kolunda değil, iş yeri ölçeğinde yani üretim noktasında örgütlendikleri için, işçilerin mücadelelerine daha elverişli, daha sonuç alıcı örgütler haline geldiler. Öncelikle komitelerin karar alıcı ve yöneticileri bizzat işçilerin kendileriydi. İkinci olarak herhangi bir yasal sürece bağlı olarak hareket etmiyorlardı ve pratikte hızlı karar alma ve uygulama olanakları vardı.
Doğrudan üretim birimleri olan iş yerleri veya fabrikalarda oluşturulan fabrika ya da işçi komiteleri, o dönem işçi hareketinin en temel dayanak noktasını oluşturan fiili örgütlenme biçimleriydi. Bu komitelerin işçilerin taleplerini ve bilinç durumlarını diğer örgütlere göre daha iyi ve doğrudan yansıtması, özellikle sınıf mücadelesinin keskinleştiği dönemlerde, önce işçileri sonra sendikalarını harekete geçiren en önemli etkenlerden birisi oldu.
DİSK’İ KAPATMA PLANI VE KİTLESEL EYLEMLER
Türk-İş’in kurulduğu tarihten itibaren hükümet yanlısı tavrını sürdürmesi, mücadeleci işçilerin DİSK’e yönelmesine neden olmuştu. Sendikalı işçilerin büyük bölümü Türk-İş’e bağlı sendikalarda örgütlü olmasına rağmen DİSK’in varlığı ve gelişimi, Türk-İş’in temsil ettiği ‘uzlaşmacı sendikacılık’ çizgisi açısından ciddi bir tehdit olarak görülüyordu.
Türk-İş yönetimi, DİSK’i tamamen etkisiz hale getirmek, Sendikalar Kanunu’nu değiştirmek amacıyla iktidarda olan Adalet Partisi (AP) ile açık iş birliği içine girdi. Asıl amacın DİSK’i kapatmak olduğu iktidar sözcüleri tarafından açıkça dile getiriliyordu. Dönemin Çalışma Bakanı Seyfi Öztürk o dönem yaptığı bir konuşmada “İdeolojik akımların aleti haline gelmiş sendikalar ile tabela sendikaları bu kanun çıkar çıkmaz kendiliğinden infisah edecektir” diyerek iktidarın asıl amacını belli etmişti.
15-16 Haziran eylemlerinin temel nedeni, 1963 yılında yürürlüğe giren 274 ve 275 sayılı sendika ve toplu sözleşmelere ilişkin yasaları değiştirip DİSK’i fiilen kapatmak, işçilerin mücadeleci bir sendikal merkezde örgütlenmesinin önüne geçmekti. DİSK’in toplu sözleşme yetkisi almasını ve sendikal örgütlülüğün yayılmasını engellemek amacıyla sendikalara iş kolundaki toplam işçi sayısının üçte birini üye yapma zorunluluğu (1/3 iş kolu barajı) getiren tasarının Meclise gelmesi üzerine işçiler 15-16 Haziran 1970’de sendika seçme özgürlüklerine sahip çıkmak için sokağa çıktılar.
İstanbul ve Kocaeli’de iki gün boyunca üretim büyük ölçüde dururken, 16 Haziran’da bu iki ilde sıkıyönetim ilan edildi. Gerek 15-16 Haziran’da yapılan kitlesel eylemler, gerekse yaşanan toplumsal baskının da etkisiyle, ilgili kanun düzenlemesi daha sonra Anayasa Mahkemesi tarafından Anayasa’ya aykırı bulunarak iptal edildi.
Sendikaların iş yeri temelinde örgütlenmesi, iş yeri merkezli çalışmanın benimsenmesi, iş yeri temsilciliklerinin ve o dönem çok sayıda fabrikada fiilen kurulan iş yeri komitelerinin mücadelenin her aşamasında aktif olarak yer alması, o dönemdeki eylem ve direnişlerin etkili ve sonuç alıcı olmasını sağladı. 15-16 Haziran direnişi, işçi sınıfının kendi iradesi ve inisiyatifiyle harekete geçtiğinde ne kadar etkili bir güç olduğunu dosta düşmana gösterdi.
SINIF SENDİKACILIĞI ÇİZGİSİNİ GÜÇLENDİRMEK
15-16 Haziran, farklı konfederasyonlara bağlı sendikalarda örgütlü, çeşitli iş kollarında çalışan ve farklı illerdeki işçilerin ücret dışı haklar için ortaklaşa gerçekleştirdiği ilk kitlesel eylem olması nedeniyle Türkiye işçi sınıfı ve sendikal hareketi içinde özel bir yere sahiptir. Bir diğer önemli özellik ise işçilerin kişisel çıkarları için değil, örgütlendikleri sendika ve konfederasyona sahip çıkmak için eylem yapmış olmalarıdır. Daha önce yaşanan işçi eylemleri, işçi sınıfının ekonomik ve sosyal hak talepleriyle sınırlı olarak gerçekleşirken, 15-16 Haziran direnişi bu durumu büyük ölçüde değiştirmiştir.
15-16 Haziran öncesi yapılan tüm işçi eylemleri, dönemin koşullarının doğal sonucu olarak, sadece tek tek iş yerleriyle sınırlı olarak gelişmişti. 15-16 Haziran işçi direnişi ile birlikte farklı illerden ve farklı iş kollarından geniş bir işçi kitlesinin iş yeri sorunlarını aşan, işçi sınıfının kendisi için sınıf olma yolunda ilerlediği ortak bir eylem olarak gerçekleşmesi günümüz işçi hareketi açısından da öğretici dersler içeriyor.
15-16 Haziran direnişinin işçi sınıfı mücadelesi ve sendikalar açısından günümüze kadar taşıdığı en önemli ders, sendikaların sermayeden ve onun siyasal temsilcilerinden ayrı ve bağımsız olarak örgütlenmesinin hakları ve sınıf çıkarları için birleşerek ve birlikte mücadele ederek ilerlemesinin tek çıkış yolu olduğunu göstermesidir.
15-16 Haziran direnişi ve sonrasında işçi-sendika hareketinde yaşanan gelişmeler, işçi sınıfı mücadelesinin, hedefleri ve örgütleri ile ekonomik düzeyi aşarak siyasal mücadeleye yaklaşmadıkça, ne kadar güçlü ve etkili olursa olsun, yapılan başarılı sendikal eylemlerle kazanılan hakların geçici olma riskinin her zaman var olduğunu göstermiştir.
O dönem fabrikalarda işçilerin önce birbirini, sonra sendikalarını nasıl örgütlediğine, sendikal bürokrasiye rağmen kendi öz örgütleri olan sendikalarına nasıl sahip çıktıklarına bakıldığında, bugün yapılması gerekenler geçmişte yaşananlardan çok da farklı değil. Bu noktada sendikalardaki her türlü bürokratik, sınıf dışı politika ve eğilimlere karşı sınıf sendikacılığı çizgisini güçlendirmek, sendikaları yeniden işçilerin birleşme ve mücadele merkezleri haline getirme ısrarını sürdürmek gerekiyor.
(Erkan Aydoğanoğlu-Evrensel)
Fotoğraflar: DİSK Arşivi
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder