Düşen bir yaprak gibi: Seher Şeniz (I+II)
Yaşadığı sevgi yoksunluğu, babaya ve aileye özlemin mutsuzluğuyla savrulan, hayatı boyunca sonbaharı yaşayan, sonunda da sararmış bir yaprak gibi dalından kopup düşen Seher Şeniz çevresine “Avrupa’ya gidiyorum" dedikten sonra evinde ölmeye yatarak, intihar ederek ayrılmıştı aramızdan.
Bir yürek sızısı olarak anılarımızda iz bırakan Seher Şeniz, tan vakti doğduğunda adını Seher koyanlar büyük umutlarla, güzel bir gelecek beklentisiyle kesmişlerdir göbek bağını. Bu anneden ilk kopuş, sonraki kopuşların da başlangıcıdır.
Seher Şeniz’in yaşam öyküsü Seher Başdaş olarak 1948 tarihinde, İzmir, Narlıdere’de başlar. Serpilip gelişip yaş aldıkça “İzmir’in kızları güzel olur” diyenleri doğrulayan Seher, güzelliğiyle dikkat çeken bir genç kız olur.
Ailesini terk edip giden babasını, hiç göremez. Anne, ağabey, abla ve Seher’den oluşan küçük aile İstanbul’a yerleşir. Seher ortaokul 2. sınıfa kadar okuyabilir.
Beyazperdede izlediği filmler, film yıldızlarının magazin dünyasına yansıyan haberleri onu da etkiler, o yıllarda yaşayan birçok genç gibi Seher de artist olmayı düşler. 1965 yılında Artist dergisinin düzenlediği yarışmaya Seher Şeniz adıyla fotoğraf gönderir. Elemeleri geçip dergide fotoğrafı yayımlansa da yarışmanın performans bölümlerine katılamadığından bir sonuç alamaz.
O yıllarda birçok ilde, ilçede “plaj güzeli”, “kiraz güzeli” gibi yarışmalar düzenleniyordur. Bu yarışmalardan biri de Leyla Sayar dahil birçok sinema oyuncusunun katılıp dereceye girdiği ‘Caddebostan ‘Plaj Güzellik Yarışması’dır. Seher de 1965 yılında girdiği bu yarışmada ‘plaj güzeli’ seçilir. Aynı yarışmada sonraki yıllarda sinema ve müzik dünyasında ünlenen Seyyal Taner de 3. olmuştur.
Güzelliğine güvenen ve bu yolla bir çıkış yapabilme yolu arayan Seher şansını denemeyi, zorlamayı sürdürür. 1966 yılında katıldığı Türkiye Güzellik Yarışması'nda 2. seçilir fakat bu sonucu kabullenmez, itiraz eder, protestolu tepki gösterir. İkincilik kurdelesini jüriye fırlatır ve armağanı almayı da reddeder. Yarışmada Sevtap Eti, birinci seçilmiştir. Seher’e göreyse birincilik kendi hakkıdır. Sonuçtan memnun olmayan seyirci de uzun süre, ‘Seher… Seher...’ diye bağırıp açıklanan sonucu protesto eder, Seher Şeniz’e, destek verir. Güzel fiziğiyle dikkat çeken Seher tavrı ve protestosuyla da magazin basınının, menajerlerin, organizatörlerin dikkatini çekmiştir.
1962 yılında henüz 14 yaşındayken Cevat Okçugil’in yazıp yönettiği, “Kelle Koltukta” adlı filmde Muhterem Nur, Yılmaz Duru, Ahmet Tarık Tekçe, Vahi Öz, Zuhal Tan, Cevat Kurtuluş’la birlikte Seher Şeniz de küçük bir rolde yer alır.
Bir tanıdığının “akıl vermesi” ve önerisiyle sınırlayıcı aile hayatından kurtulup “özgür bir hayat” sürebileceği düşüncesiyle16 yaşında bir evlilik yapar. 1964 yılında yaşadığı bu evliliği bir ay sonra boşanmayla sonuçlanır. Sonrasında “Evlendiğim zaman bir erkek ile kadın arasındaki biyolojik farkı bile tam olarak bilmiyordum. Çok utanıyordum, ilk gecem tam bir felaketti. 2,5 saat boyunca banyodan çıkamadım” diye anlatır o günlerini Seher Şeniz.
1963-64 yıllarında avantür filmlerde horlanan dışlanan, dayak yiyen vamp kadın rolleriyle sürer sinema yolculuğu. 1965 yılında yönetmenliğini Hasan Kazankaya’nın yaptığı “Tehlikeli Adam” filminde Yılmaz Güney ve Selma Güneri ile birlikte öncesine göre biraz daha büyük ve iyi bir rolle yer alır kadroda. Seher Şeniz, 1985 yılına kadar yer aldığı 23 film içinde en çok 1971 yapımı Mehmet Aslan’ın yönettiği Kartal Tibet ve Eva Bender’in başrollerde olduğu “Tarkan: Viking Kanı” filmiyle, oradaki rolüyle tanınıp, ünlenir.
1975-76 yıllarında Seher Şeniz de ‘piyasa koşullarına’, yok sayılma ve parasız kalma korkusuna yenik düşerek erotik filmlerde yer alır. Bu iki yıllık sürecin mutsuz ettiği ve sinemada aradığını bulamayan Seher Şeniz, gece kulüplerinde, müzikhollerde sahneye çıkıp ‘striptiz’ yapmaya başlar.
GAZİNO SANHELERİ STRİPTİZ VE ORYANTAL
Fiziki güzelliğiyle ve onu sergileyerek dans edebileceğini düşünüp sahneye çıktığında kısa sürede şöhrete ve paraya ulaşır. Dönemin en ünlü, en görkemli müzikhollerinden Parizyen’de sahneye çıktığında “yabancı personel arasında tek Türk” Seher Şeniz’dir ve “Zora” adını kullanır.
Dönemin efsane isimlerinden müzisyen, yönetmen ve hiciv ustası, Seher Şeniz’in "ağabey" olarak görüp tavsiyelerini dikkate aldığı Celal Şahin de Parizyen’in müdavimlerindendir. Bir gece Celal Şahin, “gazinocular kralı” Fahrettin Aslan’la gelir, birlikte Şeniz’in şovunu izlerler. Celal Şahin’in o gece Seher Şeniz’e “Hayatını soyunarak, striptiz yaparak sürdüremezsin, dansözlük yapsana” dediği Fahrettin Aslan’ın da bu öneriyi destekleyerek önerilerde, tekliflerde bulunduğu söylenir.
Seher Şeniz yaptığı işi de dansözlüğü de içine sindiremeyip “Kötü, ayıp iş yaptığını” düşünse de öneriyi dikkate alıp kabullenir.
Dönemin tanınan önemli dans hocaları tutulur. Uzun, yoğun bir çalışma sonrası sahneye hazırlanan Seher Şeniz’in adı 1971’in sonunda Fahrettin Aslan’ın ‘Maksim Gazinosu’nun neonlarına dönemin ünlü isimleriyle birlikte ışıl ışıl yazılır. Dansöz olarak ülkenin en ünlü ve önemli birkaç isminden biri olacağı yolun ilk adımıdır bu.
(II)
Sinemada aradığını bulamayan bedeninin meta olarak kullanılmasından, “Cinsel obje olarak sömürülmesinden” rahatsız olan Seher Şeniz’i bu yeni seçimi, yeni ‘mesleği’ dansözlük de mutlu etmeyecektir. Kendi deyimiyle “iğrenerek”, utanarak yapar dansözlüğü. Fakat dans ederken bedenini kullanmakta oldukça yetenekli ve başarılıdır ve bu becerisi onu kısa sürede zirveye taşır.
Şöhret olmadan, henüz erkek bedenini bile tanımıyorken yaptığı ve kısa süren ilk evliliğinin sonrasında yolu ticaretin “kralları”yla kesişir, birliktelikler, evlilikler yaşasa da aradığı sevgiyi, mutluluğu, aile sıcaklığını bulamaz. ‘Gazinocular Kralı’ Fahrettin Aslan’ın oğlu Sacit Aslan’la birliktelik, nişanlılık yaşar. İkinci evliliğini Amerikalı Anthony Wilkins’le üçüncü evliliğini de Teknur Kiraz’la yapan Seher Şeniz’in traktör sektörünün krallarından olan Osman Hattat ve “elmas kralı” olarak söz edilen Jan Have Tosunyan’la da aşk dedikodularına karışır adı.
Röportajlarında utangaç olduğunu söyleyen Seher Şeniz sinemada soyunmaktan da sahnede dans etmekten de hoşnut değildir. O böyle hissediyor olsa da yaptığı işte çok başarılıdır. Ümit Bayazoğlu “Oryantal dansın 1960 gelenekleriyle yetişmiş en önemli dansözlerinden biri olduğunu” söyler.(*) ’70’li yıllarda Tülay Karaca ve Nesrin Topkapı ile birlikte en ünlü, önemli ve en aranılan üç dansözden biri olur.
Biraz nefes almak, yaptığı işlerden ve ortamlardan uzaklaşmak için eşi Teknur Kiraz’la birlikte Paris’e giderler, 1984’ten 1989’a kadar orada yaşarlar. Paris’in tanınmış striptiz kulüplerinde ve ünlü Moulin Rouge’da çalışır. Bu dönemde Playboy dergisinde fotoğrafları yayımlanan Seher Şeniz Playboy’ a soyunan “ilk Türk kadın” olarak kayıtlara geçer.
Evlilik ve “yuva sıcaklığı”, sevgi arayan biri olsa da onunla birlikte olmak isteyen erkekler onun sinemada ve dansözlüğüyle yarattığı imajının peşindedir. Bedeni ve şovlarıyla seks sembolü olarak görülüyordur.
Magazin dünyası, medyası ve toplumsal riya o gün de çok farklı değildir, akbabalıktan besleniyordur. Gerçek dışı haberlerle, yorumlarla insan harcamayı, insanların hayatları üzerinde tepinmeyi gazetecilik sananlar ve bugünün tabiriyle “Reyting alsın, çok okunup çok satsın da kim mutsuz oluyorsa olsun, kimin hayatı kararıyorsa kararsın” anlayışı o gün de geçerliydi toplumda ve medyada. Karda iz yoksa da “Yürüyordur ama iz bırakmıyordur” haberi yaparsanız olur biter, inananı, alıcısı çok olur nasıl olsa. O yollarda yürümediğini ispatlamakla da ‘haber mağduru’ uğraşsın artık. Bu ‘durumu’ birçok ünlü kadın gibi Seher Şeniz de yaşar. Örneğin dönemin gazetelerinden birinde olduğu gibi “Seher Şeniz iz bırakmıyor” başlığı ve “Üstelik rahibe de değil” alt başlığıyla içinde hiçbir somut bilginin yer almadığı “yorumlu-haber” benzeri haberler yapılır. Tam bir “Hiçbir şey olmasa bile kesin bir şey oldu” haberidir bunlar.
HAYATTAN KENDİ İRADESİYLE AYRILMA İSTEĞİ
Seher Şeniz çelişkili, çatışmalı, sevemediği, alışamadığı işlerin ortamların içinde sürdürmek zorunda kaldığı, mutsuz olduğu hayatından “Kendi iradesiyle kurtulmak” ister ve intiharı tek kurtuluş olarak görüyor gibi bunaldığı kendini yenik düşmüş gibi gördüğü bir gün (29 Haziran 1984 tarihinde) intihara kalkışır, içtiği ilaçlar sonrası ölümle yüz yüze gelse de uzun uğraşlar sonucu kurtarılır.
Ümit Bayazoğlu “Seher Şeniz’le ilgili yazısında bu ilk girişimi şöyle anlatır: “… (Mogadon’un bir kutusu kafa yapardı, bunu alkolle ‘çakan’ pembe pembe köpürür ve her şeye gülerdi. Reçetesizdi. Foyası meydana çıkınca piyasadan çekildi.) Dört kutu Mogadon’u deviren Seher Şeniz ertesi gün gazetecilere evinde randevu verdiğini unutup ölmeye yattı. Genellikle randevularına çok lakayt olan gazeteciler Seher Şeniz’e gelince çok dakiktiler. Bu sayede kurtuldu. Alelacele Amerikan Hastanesine kaldırıldı. Ancak 12 saat sonra yaşamda olduğunun işaretlerini vermeye başladı. Gözünü açar açmaz nerede olduğunu sordu. Sonra ‘Ölmek istiyorum’ diyerek başını Öteye çevirmişti.(**)
SİNEMA SERÜVENİ
Yer aldığı 1962 yapımı ilk filmi “Kelle Koltukta”dan Aram Gülyüz’ün yönettiği 1985 “Uyanıklar Dünyası” adlı son filmine kadar 23 filmde yer alan Seher Şeniz az sayıdaki filminde benzer rollerde oynar. 1976’da uzaklaştığı sinemada Paris dönüşü kendine yer bulamaz. Türkiye’de hiçbir şey bıraktığı gibi değildir. Seks filmleri furyasından uzak kalsa da birkaç filmin afişlerinde seks filmi çağrışımı yapar türden çıplak ya da yarı çıplak görüntüleri kullanılır.
“Dünyanın en romantik insanlarından biriyim. Sevişmektense, saatlerce el ele tutuşup oturmayı severim” diyen Seher Şeniz’in çığlığı boşlukta yankılanır. Bedeniyle var olmanın ve yaşadığı ilişkilerin verdiği mutsuzluk, huzursuzluk, yorgunluk onu atlatamayacağı bir bunalıma sürükler. Komşularına ve ağabeyine “Avrupa’ya gidiyorum” diyerek eve kapanır. Günler sonra komşuların polise ve ağabeyi Turhan Başdaş’a haber vermesi üzerine, eve giren ağabeyi başucunda bir mektupla kardeşi Seher Şeniz’in cansız bedeniyle karşılaşır. Tarih 14 Mayıs 1992’yi gösteriyordur, bir kez daha çok sayıda hap içerek evinde ölmeye yatmış ve bu kez “Ölmeyi başarmıştır” Seher Şeniz.
Arkasında bıraktığı mektubunda şunları yazmıştır: “Nihayet bu iğrenç dünyadan gitmeyi başardım. Ölmenin, ölmeye çalışmanın bu kadar zor olduğunu söyleselerdi alay ederdim. 15 yaşında anladım insanların ne mal olduğunu. Ben fahişe olmak için yaratılmamışım, hassas ve duygusalım. Öldüğümü kimse bilmesin. Peruklarımı yakıp, küllerimi savurun. Müslüman geleneklerine göre gömülmek istemiyorum. Beni beyaz bir bornoza sarıp her yerimi kapatın o kadar.”
“Onun dansı, yasak olanla olmayan tüm fiiller arasında gidip gelen bir danstı. Karıştırmayı, öğütmeyi, soğurmayı içeriyordu. Kalçalarından kıvılcımlar saçardı. Baldırlarını titreterek çömelir, omuzlarını titreterek yerden kalkardı. Büyülü liriği insanda hoş bir uyuşukluğa neden olurdu. Onun dansı söğüt dallarının rüzgarda salınması gibiydi. Ateşin yavaşça sönen ışığında şallara bürünmüş, gülücükler saçan bir dansöz geldi, karanlığı altına çevirip bu alemden çekip gitti”(***)
Yararlandığım kaynaklar:
- (*), (**), (***) Ümit Bayazoğlu; Hatırda kalmaz satırda kalır/58 Portre. Aras Yayıncılık, 2013
- https://www.biyografi.info/kisi/seher-seniz
- youtube kanalı: MegaSinn
/././
Adı her zaman kendisinden önce gelen insanlardan biri de Feri Cansel’di. Büyük seyirci kitlelerini peşinden sürükleyen bir yıldız olmasa da döneminde sinema ve sahne hayatıyla hep gündemde oldu. Hatırı sayılır bir hayran kitlesi vardı. Güzeldi, sempatikti, kameranın sevdiği yüzlerdendi. Tırnaklarıyla kazıyarak yükseldiği sinemada da geçimini sağlamak, hayatını sürdürmek için çıktığı sahnede de kendi çabalarıyla var olma mücadelesi verdi ve adından söz ettirmeyi başardı.
Erkek egemen bir ülkede kadın olarak var olmak zordu ne yazık ki. Güzel Oyuncu Feri Cansel de erkek şiddetine maruz kalarak canından oldu. Oysa sadece sevmek ve sevilmek, mutlu olmak istiyordu. Trajik bir saldırı sonrası acı bir sonla aramızdan alınırken, arkasında 141 sinema filmi, sahne hayatından anılar, annesinin uğradığı saldırıya tanık olan acılı bir kız çocuğu bırakıyordu.
Güzel bakan güzel gözleri, güzel yüzü, sempatikliği ve fiziğiyle dikkat çeken Feri Cansel, yapmacıksız, sade oyunculuğuyla, doğallığıyla da kendini göstermeyi, beğenilmeyi başarmıştı oynadığı filmlerde.
7 Temmuz 1944 yılında Kıbrıs’ta, Lefkoşa’da doğan Feriha, Londra’da kafe işleten ve İngiliz vatandaşı olan babasından dolayı İngiliz vatandaşıdır. Hem Kıbrıs’la hem de İngiltere’yle bağlantısı olduğundan çok kültürlü bir ortamda yaşar çocukluğunu, gençliğini. Lefkoşa’da Atatürk Ortaokulunda okur. Okulu bitirdiğinde İngiltere’ye gider ve orada Hairdressing School ‘u bitirerek bir kuaförde manikür ve pedikür yaparak çalışır.
O yıllarda henüz gençliğini yaşayamadan kendisinden 15 yaş büyük bir erkekle evlendirilen Feriha böylece ilk travmasını yaşar, hayatın acımasız, adaletsiz, sevgisiz yüzüyle tanışır. Henüz 19 yaşındayken anne olur ve kızına Zümrüt adını verir. Turist vizesiyle, Türkiye’ye gelir fakat çalışma ve oturma izni olmadığından en fazla 6 ay kalabilecektir. İstanbul’da dansözlük yapan Kıbrıslı bir arkadaşıyla bir ev tutar. 1964 yılında Taksim’deki Parisien Kulüp’te ‘servis hostesi’ olarak iş bularak kaçak çalışmaya başlar. Kısa bir süre sonra fiziğiyle dikkat çeken Feriha, Parisien’de striptiz yıldızlığına kadar yükselir. Her geçen gün yeni insanlar tanıyan, giderek çevresi genişleyen ve İstanbul’da tanınmaya başlayan Feriha Yeşilçam çevrelerinde de dikkat çeker.
Aldığı teklif sonrası 1964 yılında Nedim Otyam’ın çektiği “Kan ve Gurur” filminde Ahmet Mekin’le birlikte kameraların karşısına geçer. 1967- 68 yıllarında arka arkaya gelen filmlerde küçük rollerde yer alır ve sinemadaki adı Feri Cansel olarak yazılır afişlere, jeneriklere: Daha sonra da sinema tarihine.
1969 yılında arka arkaya oynadığı 21 filmden biri de Yılmaz Güney’in oynayıp yönettiği “Bir Çirkin Adam” filmiyle başrole geçer. Bu filmle ve Yılmaz Güney’le tanışmasıyla bir süreliğine de olsa mutluluğun, huzurun ve etkisinde kalacağı bir aşkın, dostluğun kapısı açılır Feri Cansel için. Yılmaz Güney’in kanatlarının altına aldığı Feri Cansel, Yılmaz Güney’e aşık olmuştur, evlilik hayalleri kurmaktadır.
Yılmaz Güney’in fırtına gibi estiği sinemasıyla da özel hayatıyla adından söz ettirdiği, başının devletle, polisle sık sık derde girdiği hızlı zamanlarıdır. O da Feri Cansel’in iyi kalpli, cesur, açık sözlü oluşundan etkilenmiştir. Bir sorun yaşayıp adliyelere düştüğünde, tutuklandığında Feri Cansel hep yanında durur. Yılmaz Güney askere alındığında Feri Cansel
Muğla’ya gidiyor, birliğinde ziyaret ediyordur. Ne yazık ki Feri Cansel’i çok mutlu eden bu aşk çok uzun sürmez, Yılmaz Güney Feri Cansel’den ayrılır. Bu ayrılık ve terk edilme sonrası uzun süre acı çeken Feri Cansel birliktelikleri süresince Yılmaz Güney’den hep övgüyle söz eder, nasıl mutlu olduğunu anlatır çevresine ve basına.
Aşık olduğunu, sevdiğini söylediği Yılmaz Güney için şöyle diyordu; “Adama ‘Çirkin Kral’ diyorlar. Ama neresi çirkin? İçi de dışı da sinemanın en güzeli. Hele o gizemli bir tebessümle kıvrılan dudakları ve insanın içine işleyen o derin bakışları başka kimde var Allah aşkına!”
Vatandaşlık almayan, göçer konumda olan sanatçılar için de serbest çalışmak zordur, oturma ve çalışma izinleri yoksa 6 ayda bir yurt dışına çıkmaları gerekiyordur. Sinema dünyasından İngiliz vatandaşı Kıbrıslı Feri Cansel de İranlı Oyuncu Cihangir Gaffari de “kaçak olarak çalışıyor” konumundaydılar. Dönemin Emniyet müdürü bu iki oyuncu için “Cihangir Gaffari ile Feri Cansel 5682 sayılı Kanun hükümleri dahilinde Türkiye’de icrayı sanat etmektedirler. Çalışma müsaadeleri yenilenmezse, zararlı faaliyetlerde bulundukları tespit edilirse, bu şekilde hareket eden diğer yabancılar gibi her ikisi de yurt dışına çıkarılırlar ve tahmin ederim bir daha Türkiye’ye kolay kolay dönemezler.”(*)
Feri Cansel’i çaresiz ve zor durumda bırakan oldukça sert bir açıklamadır bu. Kıbrıs’a gidip dönen Feri Cansel “Türk vatandaşı kimliğini alabilmek”, iş bulup çalışabilmek için para karşılığı bir apartman görevlisi ile anlaşarak formalite evliliği yapar.
(*) https://www.youtube.com/watch?v=ODogP03f-J8&t=13s
(II)
İzinsiz, kaçak çalışması gittikçe zorlaşan, sınır dışı edilme riskiyle yaşamaktan yorulan Kıbrıslı Feriha, yurttaşlık hakkını elde edebilmek için bir apartman görevlisiyle para karşılığı formalite evliliği yapar. Bir yandan1964 yılında “Kan ve Gurur” filmiyle başladığı sinema oyunculuğunu sürdüren Feri Cansel 1973 yılına kadar ses getirmeyen, iz bırakmayan türden olsa da çok sayıda filmde yer almıştır. Fantastik avantür, aksiyon filmlerinde canlandırdığı erkeksi, matrak, argo konuşan rollerle ilgi çekip, beğeni toplamış, sevilmişti.
Fakat ülkede ekonomik ve siyasi kriz dönemi başlamış, kendi krizini, açmazını çözemeyen sinema seyircisini kaybetmiş, seyirci salonlardan çekilip eve kapanmıştır. Bu koşullarda farklı çözüm arayışlarına giren, yeni yönelimlere savrulan Yeşilçam, kendi tükenişine, yıllarca zorlu koşullarda özveriyle ‘Sektör olamayan sektöre’ emek veren oyuncusundan senaristine, yönetmenine çok sayıda ‘yetişmiş’ insanın sinemadan kopmasına neden olan yeni bir furyanın içine düşer.
Başlayan bu yeni furya ‘erotik filmler’ furyasıdır. Yıllarca sürecek olan bu furya döneminde açılan kapıdan geçen onlarca insanın, özellikle kadın oyuncuların sonraki hayatlarında yıllarca sürecek ağır izler, acılar, yaralar bırakan, mutsuzluklar yaşatan kabus gibi bir dönemdir bu. Erotik komedi filmlerle başlayan gittikçe tamamen kadın bedeninin, ruhunun ağır, acımasız sömürüsüyle, topluma yönelik cinsel sömürüyle süren bu furya döneminde damgalanan, dışlanan, ötekileştirilen kadın oyuncular bu dönemde de sonrasında da ağır bedeller ödemek zorunda kalırlar. İzlerini kaybettirip kayıplara karışırlar. Adlarını ve yaşadıklarını unutturmaya çalıştıkları bu süreçte hiçbiri yaşadıklarını, yaşatılanları unutamaz.
Tedavisi ve telafisi zor yaralarla çıktıkları büyük yangın sonrası binbir güçlükle yokluklar içinde kurmaya çalıştıkları ‘yeni hayatlarında’ kimi yeni bir yuvaya sığınıp çoluk çocuğa, toruna kavuşup yeni sevgilerde mutluluğu aramış, kimi farklı sektörlerde şansını denemiş var olmaya çabalamıştır.
Aynı dönemden birçok ‘benzeri’, yol arkadaşı, dostu gibi, Arzu Okay, Mine Mutlu. Seher Şeniz gibi ve daha birçok aynı dönemi, benzer acıları, bunalımları yaşamış kadın oyuncu gibi Feri Cansel de açılan o yeni kapıdan geçer, erotik filmlerin “seks yıldızı” olarak anılan oyuncusu olur. Mutsuzluğun, şanssızlığın peşini bırakmayacağı kabus gibi günlerin de kapısı aralanmıştır.
Feri Cansel 1974 yılında furyanın ilk erkek oyuncusu Sermet Sendengeçti ve benzer acılar, mutsuzluklar yaşayan, aynı damgalanmalarla dışlanıp günah keçileri ilan edilen, dönemin önemli iki ismi Arzu Okay ve Mine Mutlu’yla birlikte yer aldığı “Ah Deme Oh De” adlı filmle furyaya katılır ve türün yıldızlarından olur. 1967-1979 yılları arasında oynadığı 140 film içinde acı ki 1974-79 arasında yer aldığı 20’ye yakın erotik komedi filmiyle ve “seks yıldızı” olarak anılır.
Burada bir not düşmek istiyorum; yine dışlanan, ötekileştirilen, benzerleriyle aynı acıları, benzer mutsuzlukları yaşayan “seks yıldızı” olarak damgalanan, furyanın kadın oyuncularından Karaca Kaan’ın söyledikleri: “200 film çevirdim, 60’ında başrol oynadım. Her yaptığımızın adı ‘seks filmi’ oldu. Çok zor yıllardı, özgürlüğümüz elden gitmişti, paraya ihtiyacımız vardı, gidip bir yere sıfırdan başlayamazdık, adımız vardı. 100 -150 bin lira kazanıyorduk en fazla, para yoktu yani. Bu işin kaymağını yapımcılar yedi. Tek başıma yürüyemiyordum. Aaa, bak seks filmi artisti, sinema oyuncusu değil, seks yıldızı. İtibarsızlık ve aşağılama, sanki külotsuz dolaşıyormuşum gibi bakışlar.”
Dönelim Feri Cansel’in yaşam öyküsüne; 3 yıl uzak kaldığı, filmlerde yer almadığı sinemaya, oyunculuğa 1982 yılında Kartal Tibet’in yönettiği “Gözüm Gibi Sevdim” filmiyle bir kez daha döner. Filmin başrolünde Dönemin Popüler Şarkıcısı, Besteci, Oyuncu, yönetmen Gökhan Güney vardır.
Feri Cansel sinema dışında ve ekonomik sıkıntı yaşadığı günlerde şarkıcı olarak gazinolarda sahneye çıkar. İş Adamı Yusuf Tereyağoğlu’yla yaptığı uzun sürmeyen evliliğinde de aradığı mutluluğu, huzuru bulamaz. 1979 yılında sahneye çıktığı İzmir’de tanıştığı Melih Ük’e aşık olur. Ticaretle uğraşan Melih Ük İstanbul’a yerleşir ve birlikte yaşamaya başlarlar. Birlikte Kadıköy Moda’da Zümrüt adıyla bir market açarlar. Birbirlerini çok seviyorlardır ve Feri Cansel aradığı aşkı bulduğuna inanır.
’80’li yıllarda gazinolarda sahneye çıkıp şarkı söylemeyi sürdürüyordur Feri Cansel. Bursa Köşk Gazinosuyla anlaştığı, gitmek için hazırlıklar yaptığı günlerde Melih Ük’le de aralarında sorunlar, tartışmalar yaşanıyordur. Bursa’ya gideceği sabahın akşamında aralarında Dursun Seyfioğlu’nun da olduğu arkadaşlarıyla evde oturuyorlarken Melih Ük gelir; içkilidir. İkilinin arasında tartışma yaşanır. Feri Cansel’in kızı Zümrüt de evde, odasındadır, tartışma sesleriyle odasından çıktığında annesinin ağladığını, Melih Ük’ün elinde silah olduğunu görür. Kızı Zümrüt’ün ve Feri Cansel’i tanıyan, seven insanların acısını, travmasını tazelememek için cinayetin ayrıntılarına girmiyorum.
O gece Melih Ük Feri Cansel’e kızı Zümrüt’ün ve evdekilerin gözleri önünde defalarca ve acımasızca ateş eder. Taksim İlkyardım Hastanesine kaldırılan Feri Cansel kurtarılamaz.
Ölüm tarihi kayıtlara 2 Eylül 1983 olarak geçer. 6 Eylül 1983’de Şişli Camii’nde yapılan cenaze törenine Feri Cansel’in ‘az sayıda’ acılı arkadaşı katılır. Yakınlarının topladığı parayla Kıbrıs’a, doğduğu topraklara gönderilen cenazesi yine az sayıda tanıdığının katılımıyla Lefkoşa Mezarlığında toprağa verilir.
Hayat, insanlar, sektör, sevgililer Feri Cansel’e çok acımasız davranmıştır; acılı, mutsuz, kırgın ayrılır bu dünyadan.
Mesut Kara-Evrensel
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder