'Çivilerden, metallerden devrimci heykeller yapan ustanın bize bıraktığı miras o kadar çok ki…'
Birkaç gün önce, 15-16 Haziran 1970’de yaşanan büyük işçi ayaklanmasının yıldönümüydü. İşyerlerinden kalkıp şehir merkezlerine yürüyüşe geçen işçilerin, kitlesel biçimde eyleme geçtiklerinde neler yapabileceklerini çok güzel gösterdikleri bu iki gün, sadece işçi ayaklanmasının yaygınlığı ve gücü nedeniyle değil, aynı zamanda 70’ler boyunca belirleyici olacak ayaklanmanın siyasi temsiliyeti açısından da önemliydi. Öyle ki, işçi sınıfı mücadelesiyle buluşmayanın aydın ya da sanatçı sayılmadığı bir meşruluk oluşacaktı. Bugünden baktığımızda doğal bir akışın parçası gibi gördüğümüz, sanatçıların işçi sınıfının partisiyle hareket etmesi daha derinden bakmayı hak ediyor.
Sanat ile siyaset arasındaki diyalektik herhalde şöyle özetlenebilir; bir sanatçının işlerindeki politik etki ne sadece sanatçının bireysel devrimciliği ile sınanabilir ne de Türkiye’nin siyasi çoraklığı bahane edilerek içerikten yoksun işler iyi sanat eseri sayılabilir. Sonuçta sanatçı bir öznedir, her özne gibi nesnesine doğru etki eder ve kendi nesnesinden etkilenir. Bugün “işçi sınıfı mı var ki devrimci sanatçı olsun?” sözünün doğru ya da yanlış olmasının sonuca etkisi olmadığı gibi, herhangi bir özneye yüklenemeyecek kahramanlık ya da aşkın değiştirme gücünün sanatçı için de söylenemeyeceğini hatırlamak gerekir. Ancak, arayış içerisinde olmak, sürekli kendi nesnesine doğru etki etmek ve bu etkinin yarattığı karşılıklılık içinde devinmek bir sanatçı için olmazsa olmazdır. Ne şanslıyız ki böyle sanatçılarımız var. Bu diyalektikle hareket etmiş, düşünmüş, üretmiş ve daha 48 yaşındayken gökyüzünün en parlak yıldızları arasına karışarak aramızdan ayrılmış olan Kuzgun Acar’ı bu vesileyle hatırlayalım.
Kuzgun Acar, tam adı Abdulâhet Kuzgun Çetin Acar, 1928 yılında Etiyopya (bazı kaynaklarda Libya) kökenli Ayşe Zehra ile Nazmi Acar’ın çocuğu olarak İstanbul’da dünyaya gelir. Hali vakti yerinde babası, uzun süre Kuzgun’u kabul etmez. Bu yüzden Kuzgun Acar, çocukluğunun neredeyse tamamını annesiyle fakirlik içinde geçirir. İşçi olan annesi türlü işlerde çalışarak ikisinin geçimini sağlamaya çalışır ve bu zorlu hayatın içinde yaş aldıkça alkole sığınır hale gelir. Annesi bir süre tedavi görse de erken yaşta ölür. Babası, amcasının ısrarıyla Kuzgun’u 12 yaşında nüfusuna geçirir ama oğlunu hiçbir zaman sevmez, dışlar.
Kuzgun Acar’ın çocukluğu çalışarak geçer. Otomobil ve halı yıkamacıda çalışır, tekstilde ustabaşılık yapar. Hırçın olan tarafının işçilikle geçen çocukluğuna dayandığını düşünür. İlkokul ve ortaokulu nerede bitirdiği bilinmez. Lisede ise Ticaret Lisesi’ne gönderilir. Liseyi bitirdikten sonra babasının ayakkabı bağı fabrikasında çalışmaya başlar. Babasının işleri iyi gitmez, fabrika kapanır. Kuzgun Acar ise o sıralarda sadece sevdiği ve özel uğraş olarak yapabileceğini düşündüğü için İstanbul Güzel Sanatlar Akademisi’ne kaydolur. O sırada henüz bilmediği, bu attığı adımın hayatını değiştireceğidir. Ona göre heykeltıraşlık, Michelangelolar’ın dünyasında, hayallerinin dahi ulaşamayacağı bir yerdedir. Cumhuriyet’in kalkınmacı politikalarının yoksul çocukların elinden tutabildiği o günlerde, iki usta Ali Hadi Bara ve Zühtü Müridoğlu Akademi’de hocadır. Kuzgun Acar, ilk yıl Rudolf Belling’in öğrencisi olur, daha sonra “iki koca yürekli insan” diyeceği ustalarının atölyesine geçecektir. Aynı yıllarda Bedri Rahmi’nin renklerinden ve ışığından etkilenir ve onun atölyesini de takip etmeye başlar. 1953’de Akademi’den mezun olur.
Kuzgun Acar, 1962, Paris Genç Sanatçılar Bienali’nde ödül alan heykeli
Kuzgun Acar, öğrencilik yıllarından itibaren soyut heykelle ilgilenir ve hep üretkendir. Henüz üçüncü sınıf öğrencisiyken ilk sergisini açar, mezun olduktan sonra da sanat çevrelerinden kopmaz. Akademili olmasına rağmen kendisini bu dünyadan ayrı konumlandırır ve bağımsız sanatçı olarak var olmaya çalışır. 1961-62 yılları arasında 6. Sao Paulo ve Venedik Bienalleri başta olmak üzere çeşitli sergi ve yarışmalara katılır. Venedik’ten mansiyon, 23. Devlet Resim ve Heykel Sergisi’nden ise birincilik ödülü alır. Adını asıl duyuran ise 1962’de iki heykeliyle katıldığı Paris Genç Sanatçılar Bienali’nde, Alberto Giacometti’nin de jürisinde olduğu yarışmadan aldığı birincilik ödülüdür. Böylece hem yurtdışı bursu kazanır hem de heykelleri müzeler tarafından alınmaya başlar.
Acar, Paris’te yaşadığı yıllarda yarışmalara ve sergilere katılmaya devam eder. Ancak, bir süre sonra geçim sıkıntısı yaşamaya başlar ve 1964’de Türkiye’ye döner. Çeşitli siparişler alır. Bunların içinde en bilinenini, İMÇ (İstanbul Manifaturacılar Çarşısı) için yapacaktır. İMÇ’nin yapımı sırasında, çarşının plastik estetiğinin sanatla iç içe olması planlanır ve bu amaçla birçok sanatçıya teklif yapılır. Bedri Rahmi Eyüboğlu, Füreyya Korel, Sadi Diren, Nedim Günsür ve daha pek çok sanatçının işlerinin bulunduğu İMÇ için Kuzgun Acar, “Kuşlar” heykelini yapar.
Kuzgun Acar, 1966-67, “Kuşlar”, İstanbul Manifaturacılar Çarşısı
“Kuşlar”, Acar’ın heykellerini anlamak için iyi bir örnektir. Figüratif heykelden başından beri uzak duran Acar’a göre, soyut heykel onun karakterine daha uygundur. Ama, onun asıl meselesi pahalı olmayan çivi, metal gibi gündelik malzemeleri kullanarak dinamik işler çıkarmaktır. Soyut dışavurumculuk içerisinde değerlendirilebilecek heykelleri, gelenekten beslenir ama ona eklemlenmez. Zamanının sanatsal biçimleriyle diyalog kuran ve seyirciyi de dışlamayan bir tarzı yaratma peşindedir. “Kuşlar”da, bir kuşun gerçekçi bir heykelini değil, kuşların hareketleri sırasında oluşan görüntüsünün soyutlamasını yapar.
Kuzgun Acar, kuruluşu ile birlikte Türkiye İşçi Parti’sine katılır. Beykoz örgütündedir. Partinin eylemlerinde omuz omuza sınıfıyla ve sanatçı dostlarıyla birliktedir. DİSK’in sanatçılara yaptığı çağrılarda mutlaka heykelleriyle yer alır. Kanlı 1 Mayıs olarak tarihe geçen 1978 1 Mayıs’ında da olayları belgeleyen 8 mm’lik bir film çekmeyi başarmıştır. Bu politik tercihi nedeniyle, zamanla heykelleri asıldıkları yerlerden kaldırılacak, parçalanacak, satılacak ya da izleri kaybolacaktır.
Kuzgun Acar, 1966, “Türkiye”1966 yılında Ankara Kızılay, Emek İşhanı’nın duvarına Türkiye topraklarının çoraklaşmasını anlattığı soyut heykeli yapar. Ancak 1974 yılında kaldırılır ve daha sonra parçalanarak hurda olarak satılır. 1973 yılında Gülhane Parkı’na, içine çocukların oturabildiği, insanların eşyalarını asabildiği, işlevselliği de olan bir heykel yapar. Ancak bu heykel de kaldırılır ve akabinde kaybolur. 1974 yılında DİSK’e bağlı Maden İş Sendikası’nın Gönen’deki tesislerine “Yürüyen İşçiler” heykelini yapar. Metal atıkları kullanarak yaptığı duvara yerleştirme heykeli de 12 Eylül 80 darbesiyle birlikte sökülür. Neyse ki bu defa saklanmıştır. 1996-97 yıllarında eksik parçalar tamamlanarak tekrar yerine yerleştirilir.
Kuzgun Acar, 1974, “Yürüyen İşçiler”, Gönen Maden-İş Tesisleri1960’lı yılların sonunda sinemaya merak salar. Kısa metraj filmler ve belgeseller çeker. Tiyatrolar için tasarımlar yapar. Mehmet Ulusoy’un Paris’te kurduğu Özgürlük Tiyatrosu’nda sahnelediği, Brecht’in “Kafkas Tebeşir Dairesi” oyunu için kostümler, masklar tasarlar. Oyun için Paris’te üç ay kalır. Sahilden topladığı deniz kaplumbağası kabuklarını kullanarak, oyundaki egemen güçlerin kostümlerini; bit pazarında bulduğu savaş döneminden kalma eski çelik tencere, tava, kaşık, çatal gibi malzemeleri kullanarak da maskları tasarlar. Kuzgun Acar malzemelerine sevgiyle yaklaşır. Ona göre önemli olan bu yaklaşımdır ve heykel her malzemeden olabilir.
Kafkas Tebeşir Dairesi oyunu için yaptığı masklardan
Acar’ın, heykeldeki yenilikçi tavrı devrimciliğinden geliyordu. Bu yaklaşımını en iyi kendisi anlatır: “Önce kendi işimde devrimci olmaya uğraşıyorum. Kaçınılmaz bir şey bu. Ben kendi heykelimde bir şey beceremiyorsam, bir yeni tad, bir yeni koku, bir yeni inanç koyamıyorsam kime ne söyleyeceğim ki…”
Kuzgun Acar, daha yapacağı heykeller, omuz omuza yürüyeceği yollar varken, 1976 yılında atölyesinde bir rölyef üzerinde çalışırken düşer ve beyin kanaması nedeniyle ölür. Dostları en çok nazikliğinden, yaratıcılığından ve eğlenceli halinden bahseder. Ressam Orhan Taylan bir gazetede yayımlanan röportajında şöyle der: “Lastik İş Sendikası bir kutlama gecesi için ‘bizim şu salonu şenlikli hale getirir misiniz’ diye sordular. Biz de kabul ettik. (…) Kuzgun’un nereden aklına geldiyse, lateks denilen balon yapımında da kullanılan esnek bir madde kullanmıştı bahsettiğim etkinlik için. Bir iskeletin üzerine bu lateks malzemeyi dökerek bir insan dokusu haline getirmişti, bu iskeletin yanağından makas alabilirdiniz, yanak uzuyordu çünkü. Bunun gibi komik, eğlenceli şeyler yaratırdı. Böyle şeyleri nereden aklına getirir, nereden bulur bu kadar malzemeyi diye hep şaşırmışımdır”.
Çivilerden, metallerden devrimci heykeller yapan ustanın bize bıraktığı miras o kadar çok ki… Hayatın tüm zorluklarına rağmen özne olabilmek, değiştirmek için tüm uğraşını, yaratıcılığını, vaktini vermek. Ama, sıkılmadan, söylenmeden, dostlarla birlikte olmanın güzelliğine her an vararak. Bize düşen bu umutlu mücadeleyi sürdürmek…
FİDE LALE DURAK / soL-Kültür
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder