Fransa’nın emek temelli devrimci bir ayaklanmaya girişmesi dünyayı altüst edebilecektir. Ama tek tek toplumların harekete geçmesi için kendi iç çelişkilerinden itibaren fırtınaların esmesi gerekiyor.
“Fransa’nın emek temelli devrimci bir ayaklanmaya girişmesi, bırakalım Avrupa’yı, ABD dahil bütün dünyayı altüst edebilecektir, bu kesin. Ama tek tek toplumların harekete geçmesi için kendi iç çelişkilerinden itibaren ve kendi meşreplerine uygun fırtınaların esmesi gerekiyor.”
Çalışmalarını uzun yıllardır Fransa’da sürdüren araştırmacı-yazar Dr. Mahir Konuk, Fransa’da patlak veren toplumsal olayların bir tür “dip dalga emaresi” gösterdiğini, sonuçta liberal faşizmin müdahalesine karşı bir tepkiyle karşı karşıya olduğumuzu hatırlattı. Dr. Konuk, sorularımızı yanıtladı.
Fransa durulmuyor. Ne oldu ki bilmediğimiz veya bizlerden gizlenen, toplum böyle birdenbire, sanki hazırmış gibi, hareketleniverdi? Macron ve büyük burjuvazi bu hareketlenmeyi neden engelleyemiyor? Sizin kavramlaştırma arayışınızla, acaba “liberal faşizm” böyle bir toplumsal yapı mı doğurdu?
“Fransa durulmuyor” dediğimizde, başlangıç olarak tespit ettiğiniz tarih ve nereye baktığınız sorunu cevap için belirleyici nitelikte olmaktadır. 1970’lerin ortalarından beri Fransız toplumunda çeşitli statüler altında yaşayan birisi ve aynı zamanda metodik bir gözlemcisi olarak ben şunu belirtebilirim: 1980’lerin başından itibaren neo-liberal ideolojik saldırı ve siyasi-ekonomik yıkıma maruz kaldıktan sonra, Fransa’nın emekçi halkını bugünlere kadar savuran ilk ve temelli fırtına, 1995 sonbaharında başlayan ve haftalarca hız kaybetmeden süren emekçi ayaklanması oldu. Görünürdeki neden, Fransa’yı Ulus-Devlet anlamında da olsa bir “toplum” yapan en köklü kurum olan “Sosyal Güvenlik Sistemi” (SGK’ya) karşı o dönemin Jacques Chirac hükümetinin başlattığı neo-liberal imha hareketiydi. Ancak “sular duruldu” havası esmeye başladığından bir-iki sene sonra, bende, kendi anketlerimin ampirik toplumsal verilerine dayanarak bu saldırının esas hedefinin topyekûn “toplumun” yani “insan toplumunun” imhasını hedeflediği düşüncesinin başladığını belirtmeliyim. (Olaylar başladığında Strasbourg kentinde anket yapıyordum, grevlerden dolayı iletişim kesilince bu şehirde mahsur kalmıştım.)
Tam olarak ifade etmek gerekirse, entelektüel çevrelerden kat kat daha duyarlı hale gelen “tarihin öznesi” emekçi kitleler bunu gündelik hayatlarında bu şekilde yaşamaya başlamıştı ve sonuçta 10 milyon kadar insan bir anda aynı duyguya odaklanarak seferber olmuştu.
Kurumsal nitelikteki siyasi ve sendikal yapılanmaların (siyasi parti, sendika ve demokratik kitle örgütü gibi) önderliğinde yürütülen bu ayaklanma, bu yapılar içinde de kırılmaya yol açmış, yeni tipte ve daha radikal duruşlu (SUD gibi) ulusal çapta yeni örgütsel oluşumlar da doğurmuştu. Ama bu tarihsel ve sınıf temelli kopuştan sonra, “kurumsal muhalefetin” hiçbir kesimi, toplumun içinde yoğunlaşan devrimci enerjiyi görmek istememiş ve hatta görülmesini engellemeye çalışmışlardı. Bunu bir “olgu tespiti” olarak söyleyebiliriz.
‘Dip dalga emareleri’
Böylece, toplumsal nitelikli olduğu artık inkâr edilemez olan “şiddet”, kurumsal muhalefetin sahip çıkmaması nedeniyle, kendisini daha çok çeşitli fırsatlarda “dip dalga” emareleri şeklinde görünür kılmıştır. Sürekli yenilenen öğrenci hareketleri, 2. Chirac döneminde 2005’te Paris’te başlayan ve bir aydan fazla sürdükten sonra ancak “OHAL” ilanıyla bastırılan “1. Banliyö” ayaklanması, tekrar öğrenci-gençlik ve işçi-gençlik hareketleri derken 2016’da siyasi iktidara olduğu kadar “kurumsal” muhalefete de karşı bir tavır alır görünen “Nuit Debout” hareketi, derken 2018’de başlayıp pandemiyle sonlandırılan “Sarı Yelek” ayaklanması ve en son “emeklilik yaşı” ile ilgili geliştirilen sendikal hareketten sonra “2. Banliyö” ayaklanmasıyla birlikte Belçika üzerinden Avrupa’da yankılanan ve “saat 21’den sonra sokağa çıkma yasağı” ile devam eden, nerede nasıl biteceği belli olmayan hareket…
Bu son olaya olduğu gibi öncekilere de Macron’un “engellememesi” diye bir şey yok sanırım. Zaten buna “nesnel” olarak gerek de yok pek… Liberal faşist ideoloji ve siyasetin icat ettiği ve anayasaya rağmen üçüncü kez “Başkan” olmaya hazırlanan, “psikopat” bir şahsiyet olduğu sık sık tartışılmaya başlanan bu “yaratık”, sadece kendi varlığının da tehlikede olduğunu bilen bir burjuva aklıyla zaten var olan “toplumsal şiddetin” varlığını, “kurumsal” veya “sahte” muhaliflerden farklı olarak, görüp kabul ettikten sonra yerleşik liberal faşist düzeni tehdit eden bu şiddeti bunun sadece ve sadece gündemdeki tarihi sonlarını uzatmak üzere sınırlama (banliyölere, mesela) veya kendi kendisini imhaya yönlendirme (göçmen-yerli ikilemini körükleyerek) çabası içindedir. Bugün olduğu gibi ta 1980 Mitterrand iktidarından beri…
Ancak hiç belli olmaz tabii, “Sarı Yelek” hareketini de böyle değerlendirmişti; ama bir anda ayaklanmacılar Elysee sarayını ele geçirecek kadar Macron ile burun buruna gelmeyi başarmışlardı… Ben “engellememek” teriminden bunu anlıyorum; yani aslında bütün kapitalist sistemle birlikte sermayedarlar da sıkışmış durumda ve başka opsiyonları olmadığından böyle davranmak zorunda kalıyorlar…
Macron ve liberal faşizm mekanizmaları
Emmanuel Macron’un siyaseti de saydığım olgular üzerinden liberal faşizme bağlanmaktadır. Günümüzün küreselleşmiş ama artık toplumsallaşamayan sermayedarları, o oranda ve hızda insan toplumunu bütün yaşam alanları ve kurumlarıyla ortadan kaldırmaya başladılar. Bütün bu saydığımız tarihsel olarak kapitalist sistem için zorunlu yıkım ve yenisini yerine koyamadan yok etme olayları işte bu problematikle “liberal faşist” bir nitelik kazanmaktadır. Adamların siyasi hedefi, gerçekte, orta sınıftan yeni katılımlarla “nicel” bir gelişim gösteren “emekçi sınıf” kategorisinin toplumsallaşma biçimini ortadan kaldırmaktan yola çıkarak aslında bir bütün olarak insan toplumunun imhasıdır. Bunu hedeflemektedir. Bu stratejiyi, yerleşik düzenin “sağ” veya “sol” kanadı el ele vererek birlikte paylaşmaktadırlar. Fransa söz konusu olduğunda bir önceki “sosyalist” François Hollande döneminde yapılanları hatırlamak yeterli olacaktır.
Özet olarak ifade ettiğimizde, 1980 öncesi dönemlerin aksine, liberal faşist siyasi örgütlenme bir “toplum örgütlenmesi” olmaktan çıkıp, “kara delik” türünden toplumsallık yutan bir nitelik kazanmış bulunmaktadır. Daha da vahimi, bu durum sadece Fransa’nın meselesi olmaktan da çoktan çıkmış durumdadır. Zaten ben, “Liberal faşizm sermaye için 'opsiyonel' bir mesele olmaktan çıktı” derken de “Toplumun ve insanlığın sorunları (hatta yerleşik düzenin sorunları bile!) 'kapitalist sistem'in reformasyonu ile çözülür olmaktan çıktı” derken de tezimi, diğer şeylerin yanında, “kurumsal” anlamda sağ-sol farklılaşmasının ortadan kalkmasına ve “küresel tahakkümün” bütün ipleri eline almasına dayandırmaktayım…
Yaşanan tepkiyi ve bunun tüm toplum üzerindeki etkisini/yankısını nasıl görmek ve yorumlamak gerek? Yani toplumun çoğunluğu bu öfkeyi kendisine çok uzak ve hatta yabancı mı sayıyor? Fransa toplumu, yabancı gençlerin ağırlık taşıdığı bu öfkeyi içselleştirmiyor mu?
Fransız toplumunun “devrimci şiddeti” tarihsel gelişimi içinde “2. Ben” olarak gördüğü bilinen bir şeydir. Bu türden aslında “niteliksiz” (yani bilinç taşımayan) olarak nitelenecek olan 2. Banliyö ayaklanması da her ne kadar “emekçi” ağırlıklı bir hareket olmakta ise de “yabancı” kimliği yakıştırılan insanların çoğunlukta olması hasebiyle, Macron’a “ulusalcı” veya “milliyetçi” kanadı sahte de olsa “muhalif olmaktan çıkarıp “azınlık” durumundaki kendi iktidarını güçlendirmek imkânını geçici de olsa sağlayabilir. Türkiye’de yerleşik iktidarın bildik taktiklerini uygulamakla meşguller yani… Ama bu siyasi manipülasyon başarılı olabilir mi? Hiç sanmıyorum; hele de orta ve uzun vadede…
Macron’un kendisi bu “karmaşık işlerden” anlamayacak kadar “adi bir pervers” (sapık) olmaktan başka bir özelliği olmayan bir şahsiyet; bu yüzden bildik “medya” ve propaganda desteği çekildiği anda yok olup gidecek kadar değersiz birisi. Bunu en iyi bilenler onu bir “oyuncak” gibi kullanan liberal faşist gestaponun şefleridir. Özellikle de Jacques Attali olarak adlandırılan kişi… Aynı zamanda “güleryüzlü” ama acımasızlığı ile sivrilen bu “derin devlet” adamı, daha şimdiden gelecek başkanın bir “kadın”, yani aşırı “milliyetçi” kanadın lideri olan Marine Le Pen olabileceğini ima eder sözler sarf etmeye başlamıştı bile…
Soros oyunları da gündemde
Fransız toplumunda “yabancı” kökenlileri vatandaş hukukuna alarak “içselleştirmek” aslında Büyük Fransız Devrimi’nden miras kalan “cumhuriyetçi” köklü bir gelenek. Mesela sadece “toplumsal” bir nitelik taşıyan ve “anti-kurumsal” olarak kendisini doğrudan demokrasi savunucusu olarak ilan eden “Sarı Yelek” hareketi, içinde “ulusalcı” (Souvereniste) ve milliyetçi (Nationaliste) unsurları hâlâ barındırmaya devam etse de, bu tarihsel geleneğin izini sürmektedir… Ama toplumun bütün katmanlarının hedefi haline getirilen “göçmen” veya “yabancı” etnik kökenli kesimin, bugün en önde görünseler de, muzaffer bir “devrimin öncüsü” olacaklarını ima etmek, neo-liberalizmin ahmaklaştırarak “Soros” aracılığıyla “görevli” hale getirdiği ahmak ve hainlerin ortalığa saçtığı safsatalardan başka hiçbir şey değildir…
Özetlersek, Fransa’daki toplum, tıpkı Türkiye’deki gibi deneylerinden öğrenerek ilerliyor, ama ne olursa olsun bütün engelleme çabalarına rağmen yine de ilerliyor işte…
Fransa’daki tepkilerin ve enerjinin Avrupa’ya yayıldığını şu an itibariyle söyleyemeyiz. Gerçi Belçika’da bazı çıkışlar olmadı değil. Ama Almanya ve hatta İtalya epey bir sessiz şimdilik. Avrupa toplumları, Fransa’daki bu tepkiyi göz ardı edebilecek kadar küresellikten (sınırlar ötesi olmaktan) uzak mı sizce? Bir ulusalcı dalga mı geliyor yoksa bunlara tepki olarak?
Dediğim gibi, toplumsal konumları ve uğraşları yani en azından kendi kendilerini var eden faaliyetlerinden dolayı (sınıf içgüdüsü ve bilinci) ufku en geniş kitleler “emekçilerdir”. Buna rağmen, “aydın” kesimler, olanı biteni tam olarak henüz algılayamamış durumdadır veya basitçe “Soros”un görevlisi (iktidarın danışmanı olmak daha iyi de değil tabii ki) olarak domuzuna anlamaz görünmektedirler. Dahası, bir sendikanın veya siyasi partisinin “yevmiyecisi” olmayı reddederek aklını ve fikrini karşıdevrime satan bu çoğu “solcu” olup da yerlerde sürünen tabaka, her türlü başarısızlığın faturasını “emekçi halka” kesmekte tereddüt etmemektedir, son seçimlerde Türkiye’de olduğu gibi her fırsatta Fransa’da da…
Bu durumda, liberal faşist iktidarın hedefinde olan çalışanlar için sadece deneylerinden öğrenmekten başka bir yöntem kalmamakta. Ama buna rağmen bu sözümona “aydın” olan ve birçoğu kendisine “devrim ağası” payesi biçen çokbilmiş kitlenin kafalarını kuma sokturacak kadar değerli ve kümülatif başarılar elde ediyorlar bence…
Gündeme giren mucizeler
Ancak gözlemlerime göre, insanlık tarihinin her zaman açık olan önünün, sadece geçmişte olup bitenlere takılı kaldığımızda, “mucize” olarak gördüğümüz her şey ama her şey, bence artık bütün insanlığın gündemindedir ve hızla ilerleme kabiliyetindedir. Bunun nedeni “tarihsel zaman” mefhumunun günümüzde, toplumsal çelişkilerin aldığı biçimden dolayı, oldukça hızlanmış olmasından ileri gelmektedir. Bu rüzgârın sadece “gönlünü eğlendirmek” ile yetinen “aydın” çoğunluğunu da çok yakında sarıp sarmalayacağı, çok güçlü bir şekilde ihtimal dahiline girmiş bulunmaktadır…
Fransa’nın emek temelli devrimci bir ayaklanmaya girişmesi, bırakalım Avrupa’yı, ABD dahil bütün dünyayı altüst edebilecektir, bu kesin. Ama tek tek toplumların harekete geçmesi için kendi iç çelişkilerinden itibaren ve kendi meşreplerine uygun fırtınaların esmesi gerekiyor. Bütün bu saydığınız toplumların somut durumlarını yeterince bilmediğim için uyduruk şeyler söylemek istemiyorum; ancak, küreselleşme ve liberal faşist iktidarların adeta simetrik bir biçimde her ülkede aynı stratejik saldırıları yürütmesi, gözle görülür hale gelmiştir, işte bunu rahatlıkla gözlemleyebiliyorum!
Benim Fransız ve Türkiye toplumlarını kıyaslamaya “cüret” etmeye başlamam yirmi beş yıl önce başladı, ama bakıyorum da önce bana gülüp geçen, bunu “akıl sağlığıma” bağlayan birçok kişiyle birçok konuda aynı çizgide birleşmiş durumdayız artık. Oysa ki benim önermem, ortadan kaldırılan ve yerine yenisi gelecek (ki bu komünist toplum olurdu, zorunlu olarak) toplumsallığın yerinin ancak faşist tipte bir diktatörlüğün kurulmasıyla giderilebileceği olgusuna dayanıyordu.
Diğer bir şekilde ifade etmek gerekiyorsa, küreselleşmiş sermaye birbirlerine iki su damlası kadar benzeyen liberal faşist diktatörlükler aracıyla bütün toplumlara aynı tipte baskıyı uygulayarak, onların diğer farklılıklarını zayıflatıp aynı tip ve kültürde toplum ve insan figürleri yaratmaktadır. Bu olgu, bu durumu rahatlıkla açıklayabiliyordu. Günümüzde, bütün “ulus-devlet” formasyonunda birleşen toplumların emekçi halkları, ortak paydada, yani “yok edilme-yok olma” tehlikesi paydasında (başlangıçta kendileri “ulusalcı-milliyetçi” bir esintiye kapılmış olsa da) nesnel olarak birleşmektedir.
Öncüler nerede?
Yeni bir sol ve sosyalizm düşüncesinin, örgütselliğinin önünü açabilecek bir enerjinin ve kitleselliğin sahnede olduğunu söyleyebilir miyiz? Sizce bu öfkeli çıkışlardan sonra Fransa ve Avrupa toplumlarını neler bekliyor? Bu gelişme nerelere doğru evrilebilir?
Tabii ki, söyleyebiliriz! Haziran ayaklanmasını, Sarı Yelek isyanını, Yunanistan’daki aslında çok da uzak olmayan ayaklanmaya ve saydığımız diğer bir sürü siyasi iktidarla açık çatışmaya dönüşerek milyonları harekete geçiren toplumsal hareketlere bakıp da başka bir şey söylemenin imkânı var mı ki? Söylediğiniz çok yerinde ve yaşanan somut durumla örtüşen bir konu: Kendisine “öncü” rolü biçen kişi ve yapılanmalar, kitlelerde sınıf çelişkilerine bağlı sıkışan enerjinin önünü açmaya yardımcı olamıyor; ama tam tersine olarak kitlelerdeki enerjinin özgürleşmesi demek olan isyanlar, “öncü” dediğimiz ve hareketlerdeki “devamlılığı” kolaylaştıran yapılanmaların tarihsel şartlarını hazırlıyor; sebep-sonuç ilişkisi, kafamızdaki klişelerin tersi istikametinde işliyor yani… Ben bu durum tespitine dair “iyidir” veya “kötüdür” gibi düşüncenin ve eylemin önünü kesen tanımlamalar yapmıyorum. Sadece duruma bakıp bu olayın neden bu şekilde alışılmış yönde olmadığını ve “tersinden” bir hareket doğurduğunu anlamaya çalışıyorum…
“Toplumların evrimleşmesi” ile ilgili olarak, içinde yaşadığımız toplumların, hangi coğrafi ve tarihi konuma sahip olurlarsa olsunlar, kaderlerinin hiç de karmaşık olmayan bir yol izleyeceğinin rahatlıkla söylenebileceğini düşünüyorum: Ya tek tek veya küme küme “kapitalist sisteme” bir gün olsun daha fazla “bitkisel hayat” yaşatmak üzere telef olup gidecekler ya da zaten hızlanan insanlaşma sürecinin önünü iyice açabilmek için muhtemelen “komünist toplumlar federasyonu”nun bir parçası olarak bütünleşen insanlığa katılacaklardır. Böyle düşünüyorum…
OSMAN ÇUTSAY / soL-Söyleşi
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder