"Sol"a dair "kimlikçi" liberal ezber (I+II) - A.Cihan Soylu / Evrensel

 

                                               Aşkla Sana belgeselinin afişi

(I)

                                                          Bülent Küçük

1 Haziran 1971’de katledilen Hüseyin Cevahir’in yaşamına ilişkin bir belgesele danışmanlık yapması dolayısıyla kendisiyle yapılan röportajda Bülent Küçük, “Türk solu” olarak nitelediği Türkiye devrimci hareketini, Kürt sorunu merkezli bir “ezber okuma” paydasından suçlamaya çalışıyor. Duygu Kıt’a verdiği ve Gazete Duvar’da yayımlanan röportajında Küçük, bilimsel kriterlerden yoksun yüzeysel bir okumayla ‘68 hareketini “sınıfçı tutumu” nedeniyle güya eleştirirken, “sol’un tarihi”nde “İkonlaştırma ve mitleştirme yolu ile korumaya alınan kimi tabular/temalar” olduğunu ileri sürerek “Türkiye’de sol kendisini, emek veya işçi sınıfı evrenselliği üzerinden hayal edip kendisini öteki ezilen kimliklerle muhayyel düzeyde eşitlerken, eşitsizliğin çok katmanlı ve kesişimsel maddi ve simgesel formlarına kayıtsız kalıyor ya da onları bir nevi önemsizleştirerek inkar ediyor” demektedir.

Türkiye’de Küçük’ün suçlamalarını hak eden marjinal bir “sol”dan söz edilebilir olsa bile bu, onun liberal retoriğini; “emek veya işçi sınıfı evrenselliği”nin kendini “öteki ezilen kimliklerle muhayyel düzeyde” de olsa eşitlemesi ve “eşitsizliğin çok katmanlı ve kesişimsel maddi ve simgesel formlarına kayıtsız” kalarak “onları bir nevi önemsizleştirerek inkar” etmesi üzerine “muhayyel” varsayımını doğrulamaz. Bülent Küçük’ün iddiaları çünkü 1968 ve sonrası dönemin devrimci siyasal düşün ve pratik gerçekliğinin bile isteye genellenmiş bir tahrifi ve çarpıtılmasına dayalıdır. Bu “kimlikçi” ezberin handikabı, ezilen kimliklerin tabi tutuldukları baskı ve ayrımcılığın kapitalist kaynağına göz kapayan bir yaklaşımın ürünü olmasıdır.

Küçük’ün “Ortodoks muhafazakar sol” olarak nitelediği sosyalistlerin işçi sınıfı merkezli politikası ne ezilen kimliklerin inkarını içerir ne de o kimlikleri işçi sınıfı kimliğiyle eşitler veya özdeş sayar. Bu politikanın özgünlüğü, sömürü ve baskı koşullarının tasfiyesiyle ezilen tüm toplumsal kesimlerin baskı ve eşitsizlik koşullarından gerçek kurtuluşuna işaret etmesidir. Bu politikanın Marx ve Engels’ten başlayarak teoride ve pratik siyasal tutumda, ulusal, cinsel ve diğer baskı biçimlerine hedef olan kesimlerin her tür baskı ve ayrımcı tutumdan kurtulması için mücadeleyi içerdiğini, postmodern safsatalara kapılmamış “solcu” akademisyen ve yazarlar da pekala bilirler.

Türkiye’de sosyalizm ve işçi sınıfı devrimciliği adına Kürt sorununun çözümünü sosyalizmin zaferiyle koşullayan anlayışlar elbette olmuştur. Ancak böylesi “ayrıksı tutum”lar devrimci Marksistler tarafından suçlanıp reddedilmiştir. Devrimci siyasal mücadele tarihimize bilimsel dürüstlükle yaklaşan biri bunu, zorlanmaksızın görebilir.

Sosyalistler, ayrı devlet kurma hakkı dahil ezilen ulusların kaderlerini bizzat kendilerinin tayin hakkını savunageldiler. Kadının ezilen toplumsal cinsiyet olarak uğradığı baskı ve ayrımcılığa karşı çıktılar. Emperyalistlerin ve uluslararası tekellerin ülkeleri ve kaynaklarını yağmalamalarına karşı direndiler. Türkiye’nin tüm milliyetlerden işçi ve emekçilerinin değil sadece dünya halklarının kurtuluşu için mücadeleye atılan Deniz Gezmiş ve arkadaşları, Siyonist barbarlığa karşı Filistin halkının yanında yer aldılar. Denizlerin darağaçlarındaki haykırışı, tüm ezilenler, tüm halklar içindi. Bağımsızlık ve kurtuluşun Kürt ve Türk emekçilerinin sermaye ve gericiliğe karşı mücadele birliğiyle sağlanacağına işaret ettiler. Hüseyin İnan, zindan koşullarında yazdığı notlarında Kürt ulusal hakları için mücadelenin gereklerine dikkat çekmekteydi. İ. Kaypakkaya’nın yazılarında soruna özel bir yer verilmiştir. Bülent Küçük, ezilen ulusun hakları için mücadelenin gelişme tarihine ve bu tarih içinde devrimcilerin yer alışına, gerçeğe sadakat göstererek yaklaşacağına, son yarım yüzyılın devrimci-sosyalist siyasal mücadelesini, “Türk solu” gibi öznesi belirsiz bir paranteze alarak lekelemeye çalışıyor.

Küçük’ün, ulusal aidiyet zemininde siyaset savunusuyla suçlamaya kalkıştığı “Türk solu” değil, genelleyerek söylenirse Türkiye devrimci hareketi, özelde ise sosyalist mücadele ve sosyalistlerdir. Bir çarpıtma aracıyla “Türk 68’i olarak kodlanmış olan, egemen sol hafıza”dan söz eden Dr. Küçük, Cevahir, İnan ve Ayna’nın “dışarda bırakıldığı” ve “unutulduğu” iddiasıyla Kürt ve Zaza devrimci gençlerin duygularını istismar gibi bir konuma da düşüyor. İleri sürdüğü türden bir unutma-unutulma durumu olmadığı gibi “Türk 68’i” nitelemesi de tahayyül ürünüdür.

Türkiye’nin ‘68’inde tüm milliyetlerden ilerici aydınların, devrimci düşüncelere uyanmış gençlerin, çalışma ve yaşam koşullarının iyileştirilmesi için mücadele eden işçilerin, küçük üreticilerin ve yoksul-topraksız köylülerin, farklı düzeylerde ve katılım biçimleri farklılığıyla yeri bulunuyor. Küçük, anlatımında, bu yakın geçmişin, birçok unsuru ve öznesinin durumunu, gerçekte olduğundan farklı gösterirken, H. Cevahir’in hatırasına da muğlaklaştırıcı bir çentik atıyor.

(II)

Evet, “bir meseleye nereden nasıl baktığımız” önemlidir! Sadece “görülmeyeni görmek veya konuşulamayanı konuşabilmek açısından” değil ama görülene hangi bakış açısıyla baktığımız ve konuşulanın anlam ve amacı bakımından da sorunlara kimin safından kimin yararına baktığımız önem gösterir.

‘68 hafızasını kolonizm zemininde oluşmakla itham eden Bülent Küçük, politikanın iktisadi ilişkiler ve sosyal koşullarla ilişkisini flulaştıran bir kültürel-zihinsel kodlar okumasıyla Cevahir’i, Kürt ve Alevi “kimliği” ve “kültürü” dolayımında tanımlıyor. Onun devrimci kimliğini bu hassasiyetleri ‘çemberi’ne alarak irdelerken, 31 Mayıs-1 Haziran 1971’de İstanbul Maltepe’deki çatışma sırasında ya da Kızıldere’deki kuşatmada, “teslim olunsa dahi” öldürüleceklerini bilmeyi, örneğin M. Çayan için onun Türk kökenli olması gerekçesiyle bir algı ve kavrayış olarak öngörmüyor.

Cevahir’in Kürt kimliği dolayısıyla Kürt sorununda diğer arkadaşlarına kıyasla belirli bir hassasiyete daha fazla sahip olması ve bunu yazılarında dile getirmesi, Küçük tarafından, 1960’lı yıllarda soruna ilişkin tartışmalar kapsamında dile getirilmiş benzeri birçok diğer görüş yok sayılarak ‘kullanılıyor’. Küçük’ün anlatımında, dönemin öne çıkan devrimci militan önderleri, Cevahir ‘ayrı tutularak’, belgesel konusuyla alakasız kimi konular üzerinden de küçümseyici bir söylemin konusu ediliyor. Üzerinden yaklaşık olarak altmış yıl geçmiş olan bir mücadele dönemi ve sürecinin ‘oluşma ve değişme’ dinamiklerini bir de bu mücadelede öne çıkan ve burjuva şiddet aygıtınca kurşuna dizilerek, idam edilerek veya işkenceyle katledilen devrimcilerini “aşk ve cinsellik” kavramları aracıyla magazinleştirme girişimleri nedeniyle gördüğü tepkiyi “otosansür” olarak niteleyen Bülent Küçük, ‘68 dönemi devrimcilerinin, özgürleşmeyi “Üretim ilişkilerinin dönüşümü ve yüksek siyaset mekanizmalarının dönüşümü ötesine tahayyül edememiş” olduğunu söylüyor. “Zamanın ruhu” ona, “sol varoşlarda” toplumun genelinden farklılaşmayan “muhafazakar ahlaki formların” geçerlilik gösterdiğini söyleme hakkı bahşetmiş; devrimcileri bir de “erkeklik performansı” üzerinden değerlendirme gereği duymuş ama konuştuğu ‚’68’li Cevahir’in arkadaşları ketum davranıp sır vermemişler! Onu da bir eksiklik görerek eleştiriyor.

                                                                ***

Dünya ve Türkiye ‘68’i elbette tüm sonraki süreçteki siyasal-sosyal ve kültürel gelişmelerle ilişkisi kurulabilecek bir tarihsel kesitin çeşitli ve çok yönlü deneyim ve birikimi açısından irdelenmeyi hak etmiştir ve halen de üzerine konuşulabilir ve yazılabilir bir ‘zenginliği’ içeriyor. Ancak bu irdeleme, deyiş yerindeyse hakkaniyetli ve değerbilir olmalıdır: Günümüzde, o dönemde devrimci mücadeleyi kana boğmak için elde silah pusudan pusuya koşturan kimi eski faşistin de kendini “68’li” olarak gösterdiği unutulmaksızın, “Belli egemen sol gruplar tarafından temellük edilmiş veya üstü örtülerek tek bir anlatıya indirgenmiş ‘68 deneyimlerinin çoğulluğu” üzerine ahkam keserken, o dönemin mücadelesinin ön cephesinde yer alan, mücadeleyi örgütleyen ve can bedeli sürdüren devrimcilerin anısına saygı göstermek de mücadelenin gerekleri arasındadır. Akademik araştırı ve belgeselcilik bu özenden azade sayılamaz. Toplumsal değişim ve sınıf mücadelesinin seyrini belirli kalıplar çemberine alarak günümüz toplumunun ‘68-72 sol hareketince “Alternatifsiz ve geleceksiz bırakılmış” olduğunu ileri süren bakış açısında bir sakatlık, bir isabetsizlik ve en hafifinden yanılgı var demektir. Sosyalizm ve işçi sınıfı mücadelesinin dünya karşı devrim güçlerinin çok boyutlu kuşatma ve saldırısı sonucu geriye düşmesi, kuşkusuz tarihen geçicilik gösteren bir yenilgiyi işaret ediyor. Gelgelelim bunun yükü “68-72” dönemi mücadelesi ve yenilgisine bindirilemez.

Bir pay biçilecekse bu da sınıf mücadelesinin devrimci kuramı ve pratiğinin öğreticiliğinde, devrimci vicdan adaletiyle teraziye vurulmalıdır. Liberal ‘demokratik’ solculuğun yakın mücadele tarihimize biçtiği elbise ise giyilecek türden değildir. Devrim yolunun engebeli, mücadelenin yükseliş ve düşüşleri, yengi ve yenilgileri içeren zorlu bir süreç olarak gelişip sürdüğünü ‘68-72 dönemi devrimcileri de biliyorlardı. Faşizan ve şovenist milliyetçi gericiliğin güç kazanmasını bu dönem devrimcilerinin hata ve eksiklikleriyle açıklamaya çalışmak, koşullu bazı bağlantılar kurulabilir olsa da günümüz mücadelesinin devrimci güçlerinin sorumluluklarını değil sadece dünya ölçekli nesnellikleri de “Hesap dışı tutmak” olacaktır. ‘70’lerin mücadelesini ve mücadele örgütlerini yenilginin kaynağı gösteren Dr. Küçük, solu, “Geçmişe takılı kalmak”la suçlarken de siyaseten isabetsiz bir atış yapıyor. Onun, ulusal hareketin toplumsal dayanaklarıyla devrim ve sosyalizm mücadelesinin sosyal dayanakları ve hedeflerinin algısal-kültürel ve siyasal ideolojik bağlamları arasındaki farklılıkların üzerinden atlayarak giriştiği kıyaslama isabetsizdir. Bülent Küçük adressiz konuşuyor ve genelleyerek suçluyor. Suçlayıcı iddiaları, günümüze dek onlarca, belki de yüzlerce irdelemeye konu olmuş bir dönemin devrimci kazanım ve deneyimlerine itibarsızlaştırma amaçlı bir itirazın -onun deyişini kullanırsak- ‘kibri’yle yüklüdür. Sorumluluktan azade bir “özgürlük platform”ndan sıraladığı suçlamaları, yakın tarihimizin devrimci siyasal gerçekliğine, ulusal kimlikçi bir yaklaşımın tek yanlılığıyla maluldür.

A.Cihan Soylu / Evrensel

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder

Öne Çıkan Yayın

"Gündem" -21 Haziran 2025-

Ankara'da lityum fabrikasında gaz sızıntısı: 2 işçi öldü, 3 işçi yaralandı!-Birgün- Ankara'nın Polatlı ilçesinde bir fabrikada boru ...