Mustafa Kemal’e, laikliğe ve cumhuriyete düşman olan halka düşman olur. Liberal veya islamcı fark etmez, Püsküllü Kadir sendromudur bu.
Yazar ile söyleşi yapan liberal haber portalı söyleşiye “Apartheid Cumhuriyeti” başlığını uygun görmüş. Söyleşiye konu olan eser ise “Yüzyıllık Apartheid” başlığını taşıyor. Kitap cumhuriyetin 100. yılı tartışmalarına bir katkıymış, iddia bu yönde. Anlayacağınız gibi “Apartheid”le suçlanan cumhuriyet, şimdi göçük, Türkiye Cumhuriyeti.
Haliyle bir tür ölüye sövme ayini bu. Söyleşinin her yanından mevtaya duyulan nefret fışkırıyor. Yazar, AKP’nin resmi tarihçisi Püsküllü Kadir’in “keşke Yunan galip gelseydi” demesi gibi, “keşke Kurtuluş Savaşı başarılı olmasaydı” diyor. 1918-1923 süreci Kurtuluş-Bağımsızlık Savaşı süreci olarak değil “Apartheid rejiminin” inşa süreci olarak okunmalıymış çünkü. Şöyle devam ediyor; “Türk Apartheid’ı, Osmanlı Millet Sistemi, sömürgecilik zihniyeti ve etnik Türk temelli uluslaşma anlayışının üzerine bir hukuk sistemi ve politik pratik olarak inşa edildi ve hâlâ da böyledir. Artık bu yüzyıllık Apartheid ile yüzleşmek ve 'Apartheid’a Son' demek zorundayız.” Nefret, yok etme önerisine dönüşüyor haliyle. “Yüzleşmek” ve “son vermek” kelimelerinin arkasına yığılan laf kalabalığını kaldırırsak özeti bu; Cumhuriyet yıkılmalıdır!
Ancak cumhuriyet zaten yıkıldı, sövecek veya nefret edilecek bir şey kalmadı ortalıkta. Yerine Neo Osmanlıcı-İslamcı bir Tayyiban rejimi kuruldu. Ama bu liberal öfkeyi dindirmeye yetmiyor. Cesedi mezarından çıkarıp tokatlamak istiyor yazar. Öfkeden gözünü kan bürümüş, gerçeğe dönüp bakmıyor, bütün tarihi baştan sona yanlış okumakta ısrar ediyor.
Gerisi basit; Sünni-Türkler “Apartheid cumhuriyetinin” ayrıcalıklı beyazları, Aleviler, Hıristiyan ve Yahudiler ise alt sınıf zenciler. Bundan kurtulmak için cumhuriyeti yıktık diyelim, ne yapacağız? Eğer demokratik bir gelecek istiyorsak, “yeni kuruculara” ihtiyacımız var. Kim bu yeni kurucular? Rejimin, eşitlikçi temelde değiştirilmesi için uğraş veren Midyatlı Malak Barşom, Şeyh Said, Çerkes Ethem, İhsan Nuri, Seyid Rıza ve yakın tarihimizden Hrant Dink’le Tahir Elçi. Bu bir Taner Akçam teorisidir.
Yalnız, tabii, bu kurmaca zencilerin de Püsküllü tarihinde zenci sayılması için cumhuriyete ve laikliğe düşman olmaları şartı var. Aksi durumda derhal zencilikten Kemalist darbeciliğe terfi ettiriliyorlar. Şaka değil bu. Püsküllü Taner 2015’te Fethullahçıların finanse ettiği cumhuriyet düşmanı Taraf gazetesinde yazardı. Yeşiller Partisi için MHP raporu hazırlamasını istediler. Derhal işe koyuldu, yazdı, verdi. Püsküllü’nün MHP raporunda Alevilerin ve CHP’nin “darbeci” olduğu iddia ediliyordu. “Ne şeriat ne darbe” sloganlarının atıldığı Cumhuriyet mitingleriyle “darbe çağrıları” yapılmıştı, Ergenekon Davası kanıtıydı.
Püsküllü Taner’in kardeşi Alper Akçam bunun üzerine bir yazı kaleme aldı, “Tüm Alevilerden ve CHP’li dostlardan Akçam ailesi adına özür diliyorum” dedi. Alper Akçam’a göre, kardeşi emperyalizmi temize çıkaran tezler ileri sürüyordu, “Taner Akçam, yakın zamanda epeyce büyük çarklar çizerek emperyalizmin ‘siyasal İslam’ politikalarının uygulayıcısı cemaat ve AKP tezlerinin yandan çarklı savunucusu durumuna geldi” diye devam etti. Gerisi şöyle; “Herkes artık iyice bilmelidir ki, Taner Akçam, yıllardır Şarkiyatçı Batı politikalarının bakış açısıyla ülkesine ve dünyaya bakıyor… Taner Akçam, yıllardır sap yiyip saman çıkarıyor! Hiç şaşırmamak gerek, hangi ülkenin kimliğini taşıyor olurlarsa olsunlar, Şarkiyatçılara göre hem Doğu’da yaşıyor hem din istismarına karşıysan, günlük yaşamın dinsel inançlar dışında da yaşanabileceğine ilişkin düşünceler taşıyorsan, ‘darbeci’sindir. Onlara göre, Şark demek İslam demektir!”
Çok açıklı bir hikâye bu. Taner-Alper Akcam kardeşlerin anne babaları Kılavuz Köy Enstitüsü mezunuydu. Oğullarından biri şimdi halkın dişiyle tırnağıyla kazıyarak var ettiği bu enstitüyü “faşist bir müessese” olarak damgalıyordu. Mezunları da tartışmasız darbecilerdi. Soykırımdan apartheide evrilen siyasi çizgide işte böyle bir nefret ve öfke var.
***
Bu yazının başlığına ilham veren kitap ise “Torosyan’ın Acayip Hikayesi” başlığını taşıyor. Konusu, 1.Dünya Savaşı sırasında Osmanlı ordusunda topçu yüzbaşısı olarak görev yaptığını söyleyen Sarkis Torosyan’ın hatıralarıdır. Hatıranın yazarı bir Osmanlı subayı olarak savaşta yer aldığını, soykırıma tanık olduğunu, saf değiştirerek Osmanlıya karşı savaşmaya koyulduğun anlatmaktadır. Anı kitabı 2012’de İletişim Yayınları tarafından Türkçeye kazandırıldı, aralarında Püsküllü Taner’in de olduğu bir dizi liberal yazar tarafından soykırıma yeni ve kuvvetli bir delil sayıldı. Hatta içlerinden bazıları iddiasını resmi tarihin, Torosyan’ın ordudaki varlığını gizlemek üzere, yeniden düzenlendiği noktasına vardırdı. Y. Hakan Erdem “Torosyan’ın Acayip Hikayesi” adlı kitabını kaleme almasının nedeni bu sorgusuz ön kabül. Osmanlı ordusunda subay olduğunu iddia eden Torosyan’ın ne 6. Topçu Alayı’nda ne de 3. Topçu Alayı’nda kaydı yoktur. İddialarının tersine orduda hiç bulunmamıştır, asker değil bir badanacıdır. 1915’de Çanakkale Boğazı’ndaki Ertuğrul tabyasına komutan olarak atandığını, hatta ilk düşman zırhlısını Ertuğrul’dan atılan mermilerle batırdığını iddia etmesine karşılık savaşın en harlı zamanında, 1916’da, Amerika’da kardeşinin yanındadır. Ancak ne gam, lazım olan belge bulunmuştur işte.
***
Zaten belgeye ihtiyacı yoktur yaşanan dramın. Aşağı yukarı bir yüzyılı aşan bir kapışmanın dramatik sonucudur bunlar. Özetleyelim; 1821’de, önce isyan eden Osmanlı Rumları, sonra 1826 “hayırlı olayı” ile Osmanlı Yahudileri, pozisyonlarını kaybetti. Sonunda Rumlar, Fener Beyleri, kazandı ve bir süre için Osmanlı’nın yönetiminin kendi ellerinde olduğuna inandı. Osmanlı’da Hıristiyanlarla, Yahudi ve Türklerin karşı karşıya gelmesinin arka planıdır bu.
Washington Yakın Doğu Araştırmaları Enstitüsü’nde Türkiye Araştırmaları Programı’nın direktörü Soner Çağaptay, ABD için yazılmış olan “Türk Kimdir?” adlı çalışmasında, çatışmada Osmanlının Balkanlardaki toprak kaybının etkisine dikkat çekiyor. Birçok Osmanlı Müslüman’ı bağımsızlığını yeni kazanmış devletlerin katline maruz kalmış ya da Anadolu’daki daralan Osmanlı topraklarına sürülmüştür. Artık bütün Osmanlı toprakları bir iç savaş alanıdır. Çağaptay, Justin McCarthy’ye dayanarak 1821 ile 1922 yılları arasında beş milyondan fazla Osmanlı Müslüman’ının yurtlarından sürüldüğünü, beş buçuk milyonunun da savaş, açlık ya da hastalıktan ölmüş olduğunu ileri sürüyor ki, verilen sayıların toplamı, 1922’de Küçük Asya’nın neredeyse toplam nüfusuna denk düşüyor. Böylece, Anadolu’ya göçen muhacirler için, İslam, kimliklerinin önemli bir parçası olarak ortaya çıktı. Anadolu’da Türkleşmeyi ve Müslümanlaşmayı, demek ki, tehcirden önce bu dış etkiye borçluyuz. Osmanlı Balkanlarda geriledikçe Anadolu’daki muhacirlerin sayısı arttı. Gelenler, Hıristiyanlar lehine olan dengelerin değişmesine yol açtı, düşmanlık her gelenle birlikte arttı. İttihat ve Terakki son dokunuşu yaptı, Anadolu’daki Hıristiyan nüfusu mümkün olan en az sayıya indirdi. Anadolu, artık Türk ve Müslüman’dı.
Chrıstos Teazıs ise, 1800’lü yıllarda Anadolu’daki nüfus hareketlerinin arka planı hakkında şu bilgileri veriyor: “Türkiye’de kapitalizme girme süreci Tanzimat’la başlamıştır. O dönemde devletin karar mekanizmalarında etkili olan İngilizlere karşı, tarım ve küçük el sanatlarıyla geçinen halk katmanlarında bir tepki oluşmuştu. Gülhane Hatt-ı Hümayunu’nun öngördüğü reformlarla birlikte Hıristiyanlar Batı Anadolu’daki tarım alanına daha çok ilgi duymaya başladılar. Askerden dönen Türklerin köylerini, köy evlerini tanınmayacak durumda buluyorlardı. Her yerde Türklerin yerini Hıristiyanlar alıyordu.” Demek ki, bir yüzyıl içinde, şimdi Anadolu diye tanımlanan coğrafyada yeni bir denklem kurulmuştu. Sürgünlerin son durağıydı ve gidecek başka yerleri kalmadığından Anadolu yurt olmuştu. Muhacirlerin belleğinde Hıristiyanların zulmü tazeydi; bir yurt kaybettikleri için bir yurt kazanmaya çalışıyorlardı ve düşmanlık budur. Çatışma var ve çatışma iç savaşın uzantısıdır. Kaldı ki bütün vatanlar çatışmaların ürünüdür.
İşin başka bir yönü daha var. Osmanlı imparatorluğu güya Türk’tü ama ekonomik açıdan Türkler eziliyordu. “İşçiler ve istifçiler Hıristiyanlardı; Türklerse askerler ve harcayanlar.” “Bozkurt”un yazarı Harold Armstrong, ezilen “Türkler”in, ekonomik problemlerini refah sahiplerini öldürerek çözmeye giriştiğini not ediyor ki, bu sınıf savaşının ruhuna uygun bir yöntemdir. Demek ki 1800’lü yıllarda başlayan ve bir din savaşı gibi görünen çatışmanın arkasında tanıdık o tarihsel sebep var.
Evet, Osmanlıda egemen güç Hıristiyanlardı ve onların arkasına da Avrupalı emperyalistler dizilmişlerdi. Bir gün, alttakilerin ellerinde ne varsa almaya kalkıştılar, Armstrong’un deyişiyle kıyamet işte o gün koptu. Anadolu’daki o büyük trajediler işte böyle ateşlendi. İç savaşın son hamlesi için artık alan hazırdı. “Bütün bu değişiklikler ve milletlerin ateşli çalışmaları esnasında, Müslümanlar ve Hıristiyanlar en zalim yanlarını gösterdiler. Hangi taraf üstün gelirse diğerini katlediyordu. Bağımsızlık ayaklanması sırasında Yunanlılar Mora’daki Türkleri öldürdüler. 1917’de Türkler Yunanlıları katlettiler. 1919’da Yunanlılar İzmir’e misilleme yaptılar ve 1920’de ve 1921’de, 1922’de Türkler intikamlarını alarak, Osmanlı Rumlarını silip süpürdüler. 1915’te Türkler Ermenileri katlettiler. 1916’da Hıristiyan Ermeni İntikam Ordusu Ruslarla birlikte gelerek, Van’daki bütün Müslümanları öldürdüler; bu sırada saygın müttefiklerimiz olan Ruslar da Revandüz’deki bütün Müslümanları öldürdüler. Bu liste uzatılabilir. Dışarıdan gelen müdahalelerin sonucu bu vahşetin arması olmuştur.” İngiliz görevli Armstrong “Avrupa onları kendi hallerine bırakmış olsaydı durum çok daha iyi olurdu” diye bitiriyor sözlerini.
1923’te Hıristiyanlar kaybettiler ve Müslüman-Yahudi partisi kazandı. Yahudiler pek azdılar ve Müslümanlar ise “etnik” olarak pek bulanıktılar. Yeni devletin “Türkçülüğü” de işte budur. “Sözde” bir Türkçülüktür ve “Ne mutlu Türküm diyene”den ibarettir. Çağaptay, bunu, “Türk dilinden kaynaklanan etnik milliyet ile Anadolu’da yaşıyor olmaktan doğan toprağa bağlı milliyet birbiriyle örtüşmüyordu” diyerek özetlemektedir. Kurucular Müslümanlığa bu nedenle mecbur olmuştur. Bir trajedidir, Yakup Kadri “Yaban”ında tutanağa geçirmiştir.
Bunları şunun için anlattım, olup biten karşısında Batının “ajanları” bile Püsküllü Taner’den daha insaflı veya daha temkinlidir.
***
Hürriyet ve giderek laik cumhuriyet fikri, ne yazık, bu büyük boğazlaşmanın ortasında filizlendi. Emperyalistler yıkılan Osmanlıdan geriye kalacak bakiyeyi sıfırlamak istiyordu. Laik cumhuriyet o sıfırlama girişimine direnişin getirisidir. Ancak ortaya çıkan şeye hep düşman oldular, içeride işbirlikçiler buldular, saldırdılar. Türkiye Cumhuriyeti’nin ileriye doğru sıçramasını hiç istemediler. Giderek cumhuriyete cumhuriyet demek suç oldu. Korkunç bir nefret karşısındayız.
Püsküllü Taner’e kalırsa Türkiye bir soykırım veya apartheid cumhuriyeti. Haliyle bütün bir cumhuriyet tarihi silinmeli, yeniden ele alınmalı, kirlerinden temizlenmeli. Bütün düşmanlarının itibarı iade edilmeli. Bir başka ifadeyle “Türkiye kendisiyle yüzleşmeli”…
Hayır, aydınlanmacı geçmişimiz bir anomali değildir. Tarihimizde benzer süreci yaşayan ülkelerden ne daha fazla kan var ne daha fazla nefret. Buradakiler de en fazla oradakiler kadar ırkçı. Dünya savaşı bir Ermeni-Türk savaşı değil, emperyalist paylaşım savaşı. Haliyle 1918-1923 son çözümlemede bir tarihsel-toplumsal ilerlemeye karşılık geliyor. Çok net; 1923, bizim 1789’umuzdur. Biz orada bir Apartheid rejimi değil, Ermeni halkına yapılan zulüm nedeniyle de, çürümüş Osmanlı hanedanını tarihin çöplüğüne atan bir cumhuriyet iradesi görüyoruz.
Cumhuriyet yıkıldı, cesedini mezarından çıkarıp tokatlamak istiyor yazar. Biliyoruz; Mustafa Kemal’e düşman olan laikliğe düşman olur. Mustafa Kemal’e ve laikliğe düşman olan Cumhuriyete düşman olur. Mustafa Kemal’e, laikliğe ve cumhuriyete düşman olan halka düşman olur. Liberal veya islamcı fark etmez, Püsküllü Kadir sendromudur bu.
Orhan Gökdemir / soL
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder