Tüm bu sanatçıların eserlerini ve sanatsal gayelerini bilmek, bugün “nasıl bir sanat?” sorusuna verilecek yanıt için olmazsa olmazdır.
Bir dönemin toplumcu gerçekçi ressam kuşağının hikayelerindeki benzerlik, naif bir tesadüften ziyade yeni kurulan cumhuriyetin batılılaşma politikasının doğal bir sonucu olarak açıklanabilir. Cumhuriyet’in ilk yıllarında resim sanatının batılılaşması, Sanayi-i Nefise Mektebi’nde eğitim gören, ardından Fransa’ya gönderilen ve “1914 Kuşağı” olarak adlandırılan bir ressamlar ile başlar. Bu ressamlar, resimlerinin içeriği ve biçimi açısından birbirlerinden farklı olsalar da fırçaları özellikle empresyonizmden etkilenmiş ve bugünden baktığımızda şaşıracağımız bir şekilde, her biri yurda genç cumhuriyeti yüceltme coşkusu ile dönmüştür.
Sanayi-i Nefise Mektebi’yle başlayan Türk resim sanatını oluşturma geleneği, İstanbul Devlet Güzel Sanatlar Akademisi’yle devam etmiş ve 1914 Kuşağı’nın ardından gelenlerin de çeşitli inisiyatifler kurmasıyla birlikte Türk resminin önemli köşe taşları oluşmuştur. Örneğin 1933’te kurulan D Grubu (Abidin Dino, Cemal Tollu, Elif Naci, Nurullah Berk, Zeki Faik İzer, Zühtü Müridoğlu), resmin empresyonizmin duygusal coşkunluğu üzerine değil konstrüktivizmin ve kübizmin güçlü desen anlayışı üzerine kurulması gerektiğini savunarak Türk resmindeki sınırlı sayıdaki sanatçının geliştirdiği bir yönelimi daha belirgin hale getirmişlerdir.
Türk resminin gelişimi, benzer önemli inisiyatiflerin kurulmasıyla devam eder. 1942 yılında Bedri Rahmi Eyüboğlu atölyesinin öğrencileri (Ivy Stangali, Leyla Gamsız, Hulusi Sarptürk, Mustafa Esirkuş, Nedim Günsür, Fahrünnisa Sönmez, Turan Erol, Orhan Peker, Mehmet Pesen ve Fikret Otyam), Onlar Grubu’nu kurar. Başlangıçta 10 öğrenciden oluşan bu gruba kısa sürede çok fazla isim katılır. Atölyelerinin bir tarafında asılı olan El Greco ve diğer tarafında asılı olan geleneksel Türk motifli bir halı, resimsel doğrultularını açıkça gösterir: Amaç, batının tekniğiyle ama kendi ülkesine ait resimler yapmaktır. Grubu oluşturan ressamların resim anlayışları birbirlerinden farklıdır, bir ucunda soyut sanat diğer ucunda ise toplumcu sanat yeşerir. Onlar Grubu’ndan Nedim Günsür, geçen hafta ele aldığımız Neşet Günal ile birlikte, 1960’larda oluşmaya başlayacak figüratif ve toplumcu gerçekçi sanatın gelişmesinde önemli rol oynar.
Nedim Günsür, 1950, “Bisikletçiler”Nedim Günsür de tıpkı Neşet Günal gibi, öğrencilik döneminin ardından 1948-52 yılları arasında, Paris’te Fernand Leger ile Andre Lhote atölyelerinde eğitim alır. Paris’te yaptığı resimlerde konstrüktivizm ve soyut akımın etkisi büyüktür. Örneğin 1950 yılında yaptığı “Bisikletçiler”de, tüm resim dairesel bir kompozisyonla düzenlenir ve figürler de bu amaçla soyutlanır. Bu dönemde Günsür, sadece Leger’den değil, Picasso ve Matisse gibi, Afrika sanatının primitif soyutlamalarından da etkilenir.
Nedim Günsür, 1967, “Madenci”Nedim Günsür de 1952’de yurda döner. 1954-58 yılları arasında Karadeniz Ereğlisi’nde resim öğretmeni olarak çalışır. Ereğli’deki yıllarında madencileri yakından tanıma fırsatı bulur ve bir seri olacak madenciler konulu resimlerine başlar. Bu dönem işlerine hem fovist etkide soyutlamalar hem de konstrüktivist ve kübist etkide figürler hakimdir. “Madenci” resminde, kömür karası renginde heykelsi bir figür, deniz manzarasının önünde, kasvetli manzaranın bir parçası olarak ele alınır. Öyle ki, madencinin burnunda ve alnında beliren açık renk, arkasındaki tepelerin yol olmuş sarı toprağına benzerdir ve figür ile doğanın verdiği kasvet duygusu aynıdır.
Günsür, dünyada olup bitenlere karşı duyarlıdır, fırçasını da bu duyarlılığın bir aracı olarak kullanır. Eskizlerini 1950’li yıllarda Paris’te, yağlıboya hallerini ise 1960’larda yaptığı savaş konulu resimleri, hem dünyada olup bitenleri resimleriyle buluşturmasına hem de sanatında oluşmaya başlayan biçimsel farklılığa iyi bir örnektir. Bu yıllar itibariyle Günsür’ün resimlerinde figürler ince uzun, detaysız hale gelir; resimlerine, sonradan aşina olacağımız renkli paleti yerine gri bir palet ve figürlerine psikolojik olarak gerilim, korku duygularını hissettiren bir karanlık hakim olur.
Nedim Günsür, 1967, “Savaş”Günsür, 1960’lı yıllarda İstanbul’a yerleşir ve özellikle kentleşme, göç gibi konular başta olmak üzere gündelik hayatı resimlerine konu etmeye başlar. Artık üslubu yerleşmiş, figürleri manzaranın bir parçası olacak kadar sade hale gelmiştir.
Nedim Günsür, 1978, “Gurbetçiler”1978’te yaptığı “Gurbetçiler” (bir başka kaynakta resmin adı “Almanya Yolculuğu”), resminde iş bulma ve daha iyi bir yaşam umuduyla Almanya’ya göçen Türk işçilerini yapar. Yatay bir şekilde resmi bölen yeşil tren, resmin merkezinde ana konuyu oluşturarak kompozisyonun geometrisini belirler. Trenin arkasında kalan ağaçlar, katı yataylığı yumuşatarak sol taraftaki ağacın öne çıkmasıyla birlikte kompozisyondaki dikeyliği oluşturur. Öndeki ağaç, sol arkadaki binanın dikeyliği ve sağda özel olarak vurgulanmış vagonların birleşim yeri ile beraber resmi bir dengeye kavuşturur. Böylece insanların ayrıntısız, dikey varlıkları da desteklenir. Gökyüzünün maviliği, trenin yeşili ve yerin sıcak tonu sayesinde resme pozitif bir atmosfer hâkim olur ve bu yolla insanların Almanya göçünde aradıkları umut simgeleşir.
Günsür’ün bir röportajında belirttiği gibi sanatçı akıp geçen zamandan önemli anları dondurmakta ve insanlar açısından dikkat çekici hale getirmektedir. Bu açıdan resimleri durağandır, ama hareketsiz değildir.
Cumhuriyetimizin ilk dönemlerinde oluşan politik bakışın bize kazandırdığı toplumcu gerçekçi sanatçılar, Türk resmi için önemli yapıtlara imza attılar. Sadece yüzeysel bir batı hayranlığı ile üretip bir çıkmaz sokağa girmek yerine; var oldukları, havasını suyunu ezbere bildikleri ve küçümsemedikleri ülkelerinde kök salan, giderek yeşeren özgün işler yaptılar. Sanatsal yaratım ve yaşadıkları ülkenin insanları için üretme mücadelelerinin birbirine olabildiğince yaklaştığı bir dönemin güzel eserlerini oluşturdular.
Tüm bu sanatçıların eserlerini ve sanatsal gayelerini bilmek, bugün “nasıl bir sanat?” sorusuna verilecek yanıt için olmazsa olmazdır.
FİDE LALE DURAK / soL-Kültür
Sol kültür’de her Pazar yayınlanan yazılar bu yazı ile birlikte bir yılını dolduruyor. Okurla hem resmin iç diline dair ortaklıklar kurmaya hem de soldan bir bakış oluşturmaya çalışan bu yazılar bugün son buluyor. Şimdi yeni bir adım için ara vermenin zamanı. Bu vesileyle, bugüne kadar takip eden, değerli görüşlerini benimle paylaşan, destekleyen, yüreklendiren herkese teşekkür ederim. Kişisel savaşlarımızın, kendi ülkemizin dertleriyle kavuşamadığında içimizde hep özlemler birikmesi dileğiyle.
Tekrar görüşmek üzere…
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder