15 Ekim 2023 Pazar

Cumhuriyet’in kadın ressamları + Türkiye’de heykelin 100 yılı - 100. YILDA 100 YAZI / duvaR

Cumhuriyet’in kadın ressamları (Pelin Şahin Tekinalp* - duvaR)

Meşrutiyet döneminde doğan, özel derslerle yetişen ve ardından İnas Sanayi-i Nefise Mektebi'nde öğrenci olma şansı yakalayan sanatçı kadınlarımız Cumhuriyet'in ilk kadın sanatçıları olmuşlardır.

Kadın ressamlar hakkındaki bu yazı tamamen kişisel bir seçki olup aslında pek çok kadın arasından bazen yaşamları bazen öncü rolleri yüzünden ama kesinlikle sanat yaşamındaki varlıkları yüzünden seçilmişlerdir. Cumhuriyet’in kadın sanatçıları dediğimiz zaman Osmanlı İmparatorluğu’nun son döneminde doğup, eğitim alarak Cumhuriyet içinde var olan ilk kuşak sanatçıları görmezden gelemeyiz. Bu grubun ardından Cumhuriyet döneminde doğup sanatla var olan sanatçılarımız da bu halkanın olmazsa olmazları ve bütünün bir parçası olarak ele alınmalıdır. 

Tanzimat Fermanı ile getirilen düzenlemeler kadınlara doğrudan haklar sağlamasa da kadının toplumsal yapıdaki konumunu önemsemiştir. Daha önceki dönemlerde kadınların aile için önemi vurgulanmışsa da Tanzimat dönemi kadar etkili olmamıştır. Bu süreçte nüfus sayımlarında sadece erkekler sayılırken kadınlar da 1844 nüfus sayımına dâhil edilmiştir. 1858 Arazi Kanunnamesi'nde ise mirasın erkek ve kız çocukları için hak talebi gözetilmiş ancak gelenekçi İslam düşünürleri tarafından tartışma konusu olmuştur. Kadın ve kadın haklarıyla ilgili asıl gelişmeler II. Meşrutiyet’in ilanıyla birlikte gelişen ortamda görülür. Eğitim, çalışma gibi hakları elde eden kadınlar toplumun her alanında üzerine düşeni yapmak ve var olmak için mücadele etmişlerdir. Kadının eğitiminden kıyafetine, aile içindeki sorumluluklarına kadar pek çok konu açıkça tartışılmıştır. II. Meşrutiyet ve devamındaki süreçte basın ve yayın özgürlüğü nedeniyle kadının toplumdaki yeri yayınlar üzerinden tartışılmıştır. Bu dönemde kadın dernek ve kuruluşlarında artış görülmektedir.

Kadınlara verilen haklar zaman içinde gelişir ve yerleşir. 1876 Kanun-i Esasisi ile ilköğretim zorunlu hale getirilerek kız ve erkek öğrencilere eşit eğitim hakkı tanınmıştır. Meşrutiyet döneminde, kız okullarında Avrupa tarzı eğitim benimsenmiştir. İlk defa Avrupa’ya kız öğrenci gönderilmiş, kızlar erkekler ile aynı statüde yer almıştır. Kız öğrencilere ait ilk lise ise 1880’de açılmış, 1884’te Kız Sanat Okulları için bir nizamname hazırlanmış, öğrenim süresi beş yıl olarak belirlenmiş, sabah genel dersler öğleden sonra biçki-nakış, müzik ve resim dersleri verilmesi kararlaştırılmıştır. Kız Sanat Okulları'nın ders programı 1900’de genişletilerek yedi yıla çıkarılmıştır. Genelde yurtlarda öksüz çocukların okutulduğu bu okullara 1904 yılından itibaren durumu iyi olan ailelerin çocukları da alınmıştır. İlk kez 1911’de İstanbul’da kız liseleri resmi olarak açılmıştır. Kız öğrenciler için ilk üniversite düzeyindeki eğitim kurumu 12 Eylül 1914’de açılan İnas Sanayi-i Nefise Mektebi/Kız Güzel Sanalar Okulu'dur.

Saray ve çevresi ile kültürlü ailelerin desteği sayesinde modernleşme sürecinde özellikle kadın hakları hız kazanır. Kadınların özgürlük hakkı, toplumsal yaşamda erkekler ve gayrimüslim kadınlar gibi yer alma istekleri Meşrutiyetle birlikte sıklıkla gündeme gelmiştir. Kökenlerini Fransız İhtilali’nden alan özgürlük kavramı daha sonra “Kadın Hareketleri” olarak adlandırılacak dönemin çıkış noktasıdır. Bu dönemde özellikle Fatma Aliye Hanım’ın toplum değerlerini eleştirerek, kadının sosyal yaşam başta olmak üzere eğitim ve aile yaşamındaki yeri üzerindeki görüş ve yazıları öne çıkar. Tek eşliliği savunarak kölelik ve cariyeliği yermiştir. Kadın hareketi olarak tarihe geçen bu süreç özgürlük ve eşitlik için verilen mücadeledir. 19.yüzyılın siyasal, sosyal, ekonomik ve toplumsal alanlardaki değişimi kadınların bu alanlarda gündeme gelmesine neden olarak kadınlar tarafından başlatılan bir harekete dönüşmüştür. Hareketin temelinde toplumun siyasal, ekonomik, sosyal ve düşünsel alanlarda köklü değişimler geçirerek belirli bir gelişme ve karmaşık düzeyine ulaşması, giderek özgürleşmeye başlaması önceliklidir.

Düşünsel planda oluşturulan eşitlik ve özgürlük ideolojisinin kadına ilişkin yönünden toplumsal gerçekte uygulanamaması, bu durumun yarattığı ikiliğin kadınlar tarafından fark edilmesi ve kısmen bu koşulların sonucu olarak kadınların/ hiç değilse bir bölümünün, kadın sorununun çözümsüz olmadığı konusunda bilinçlenmeleri, bireysel düzeyde başlayan talepleri etkindir.

1. Meşrutiyet dönemi ve peşi sıra gelen süreçte kadın hakları ve kadın sanatçı kavramının yerleşmediği bir dönemde kazanım ya da kaybetme üzerinde inşa edilmiş bir süreçten söz edilmektedir. Evet, Meşrutiyet döneminde yetişen, var olan kadınların Cumhuriyet'le birlikte sanatlarına devam ettiği bir gerçektir. Meşrutiyet döneminde doğan, özel derslerle yetişen ve ardından İnas Sanayi-i Nefise Mektebi'nde öğrenci olma şansı yakalayan sanatçı kadınlarımız Cumhuriyet'in ilk kadın sanatçıları olmuşlardır. Bu bazı sanatçılarımız için zorlu bir süreç olmuştur. İlk kadın sanatçılarımızın başında gelen Mihri Hanım sanat hayatına sıra dışı başlayan, yurt dışına kaçan ama sonrasında toplum için zorunlu görülen iyi yetişmiş devlet adamıyla evlenerek yurda dönen bir kadındır. Toplumun istediği kurallara uygun bir şekilde yurda dönen Mihri Hanım'ın sıra dışı yaşamı sürmüş ve kendi çabasıyla, zorla aldığı eğitimin isteyen tüm kız çocuklarının hakkı olduğu bilinci ve görüşüyle İnas Sanayi-İ Nefise’yi kurmuş ve ilk yöneticisi olmuştur. Mihri Hanım'ın ilerici görüşlerine karşın sanatçı kadınlar için durum aynı şekilde ilerlememiştir. Cumhuriyet dönemine geldiğimizde kadınları da kapsayan yasal, siyasal, toplumsal kazanımlar ülkemizde ve tüm dünyada dikkati çekse de kadın sanatçı sayısında ciddi bir düşüş de görülür.

Aslında Cumhuriyet döneminin bütün devrimlerinde kadın öne çıkar ve Canan Beykal’ın belirttiği üzere “devlet feminizmi” kavramında Batı'yla kurulmak istenen uygarlığın baş aktörü kadındır. Bunun sonucunda Meşrutiyet döneminde açılan pek çok kadın derneği ve örgütü, gereksinim kalmadığı düşünülerek 1935 yılında kapatılmışlardır. Cumhuriyet kadını Kurtuluş Savaşı'nda direncin sembolüdür ve ardından ilan edilen Cumhuriyet döneminde öncelikli rolü öğretmenlik olacaktır. Eğitimsiz kimse kalmamalı görüşünden hareketle eğitimli, laik, çağdaş kadınlara biçilen görev öğretmenliktir. Bu görevi kutsal kabul edip nice Çalıkuşları Anadolu’nun her köşesinde görev yapmışlardır elbette. Bunun yanı sıra pilot, müzisyen, milletvekili, yazar, anne vb. her alanda çalışan kadınlar güçlü Cumhuriyet’in temelini oluşturmuştur.

Güçlü bir yönetimin temel taşlarını kendi elleriyle oluşturan kadınlarımız sanat hayatında da var olma çabasına devam edeceklerdir. Ama sadece onların çabası her zaman yeterli olmaz. Meşrutiyet dönemi aydın çevresinden gelen genç sanatçı kadınlarımız İnas Sanayi-İ Nefise eğitimleri ile disiplinli, bilgili olarak yetişmişler ve çeşitli sergilere katılarak deneyimlerini arttırma fırsatı bulmuşlardır. Ayrıca en önemli konulardan biri dönemin edebiyat çevresi tarafından desteklenmiş olmalarıdır. Dergi ve gazete yazılarında kadın sanatçıların ayrıcalıklı olarak ele alındığı görülür. Dolayısıyla da eğitim ve okur- yazar bir çevre tarafından kabul edilmeleri ve desteklenmeleri onları cesaretlendirerek sanatlarına devam etmelerini sağlamıştır. Ancak Cumhuriyet, kadına çok önemli görevler ve haklar verirken sanatı ikinci planda bırakmış ya da belki de savaş sonrası bir dönemde devrimleri ve yeni sistemin yerleşmesi sırasında öncelikli sayılmamıştır.

SANAT ORTAMI

Batılı anlamda resmin yaygınlaşması ve halk tarafından tanınması için sergiler önemlidir. II. Abdülhamid ile birlikte sergileme geleneğinden söz edilir. Bu süreçte başlangıcından itibaren kadın sanatçıların eserlerine de yer verildiği anlaşılmaktadır. Sergilerin ilki 1873 Şeker Ahmet Paşa’nın karma sergisidir. Ardından okul sergileriyle halka açık sergiler başlar. 1873’de tek bir kadın sanatçının katılımıyla başlayan süreç zamanla ivme kazanmıştır. 20. yüzyılın başından itibaren kadın sanatçıların sergilerde çoğaldığını söylemek mümkündür. Osmanlı toplumunda kadın sanatçı faaliyetleri gayrimüslim ve çoğunlukla Ermeni, Levanten ressamlar ile devam ederken, yüzyılın sonunda Müslüman kadınlar da dikkat çeker. Başlangıcından Cumhuriyet’in ilanına kadar olan süreç incelendiğinde siyasal ortamın tetiklediği sanat ortamı içinde kadın sanatçılar eşlerinin ya da babalarının adını kullanarak eserlerini imzalamışlardır. İstanbul ve çevresinde etkin olan sanatçılar üst kesime dâhil olup, yönetimde ya da saray çevresinde tanınmış kişilerin yakınlarıdır. Genel olarak hanımların paşa ya da doktor eşi veya kızı olduğu kayıtlara da bu şekilde geçtiği görülmektedir. Kadın sanatçıların çoğunluğunun eğitimini yurt dışında sürdürmüş olması dönemin sanat ortamı hakkında bilgi verir. Mihri Hanım, Müfide Kadri, Sabiha Bozcalı, Melek Celal Sofu gibi isimler Berlin, Münih, Paris ve Roma’da bulunmuş, çalışmalarını sürdürmüşlerdir. Cumhuriyet ile kadın hakları meşrulaşarak yeni bir sürece girilmiştir. Cumhuriyet öncesi dönemde görüldüğü gibi Cumhuriyet’in ilk yıllarında da etkin olan kadın sanatçıların çoğunluğu toplumun üst kesimine ait İstanbul’un tanınmış ailelerindendir.  Sanatla ilgilenen kesim pek değişmiş gibi değildir.

Sanat üretimi ve sanatçıların varlığı yeni dönemle de devam edecektir ve halkın bilinçlenmesi için yurt gezileri, yurt dışına öğrenci göndermek gibi pek çok çaba dikkati çekmektedir. Ama Cumhuriyet’in ilanından 1980’lere kadar yönetimin dikkate aldığı öncelikle erkek sanatçılar olacaktır. Dolayısıyla sanatın da öznesi erkek olacaktır. Eril sanat ve sanat tarihi yazımından söz etmek mümkündür. Sanat tarihi kitapları ya da ansiklopedilerinde ele alınan az sayıda kadın sanatçı hakkındaki bilgi bir paragrafı geçmez.  Bazen sadece isim olarak söz edildiği görülür. “Cumhuriyetin öznesi kadın sanat eserlerinin de konu bağlamında öznesi olmuştur ama ne yazık ki sanatçı olarak görülmemişlerdir.”  Kadının sanat kitaplarında bile görünmezliği dikkat çekicidir. Ama akademide, yarışmalarda kadınların görülmeye başlandığı zamanlar 1950’lerdir. Ancak akademide kadın eğitmenlerin olmayışı da bir başka sorun olarak karşımıza çıkmaktadır. Sonrasında bazen ülkenin durumu bazen de batıdan gelen kavramlarla değişen sanat kadınları da etkilemiştir ama bu başka bir yazının konusudur.

Çok yetenekli kadın sanatçılarımızın çoğunlukla yalnız bırakıldığı, görmezden gelindiği eril sanat ortamı ve sanat yazımında artık birer birer haklarını teslim etme zamanıdır. Cumhuriyet’in kadın ressamları için kısa bir yaşam öyküsü derlemesiyle öncülükleri, sıra dışı yaşamları ile toplumun içinde var olma çabalarına şükranlarımı ve saygılarımı sunma çabasıdır bu yazı.

MİHRİ HANIM (1885-1954)

İnas Sanayi-i Nefise Mektebi açılmadan önce kızlarına Batılı anlayışta eğitim veren ailelerin kızlarından resme yönelen başta Mihri Müşfik olmak üzere Celile Hikmet, Müfide Kadri gibi isimler ilk kadın ressamlar olarak tanınmaktadırlar. Mihri Müşfik Hanım, İstanbul doğumlu olup babası Tıbbiye Nazırı Doktor Rasim Paşadır. Rasim Paşa kızlarının eğitiminin yabancı öğretmenler tarafından verilmesini tercih etmiştir. Mihri Müşfik, II. Abdülhamid’in saray ressamı Zonaro’nun atölyesine devam ederek özel derslerle resim öğrenmiştir. Bu derslerle birlikte Avrupa’ya gitme isteği oluşan sanatçı, Fransa elçisinin eşinin yardımıyla Roma’ya gitmiştir. Ardından Paris’e giderek sanat eğitimine devam eden Mihri Müşfik kızların Avrupa’da eğitiminin söz konusu olmadığı bir dönemde kendi başına hayallerinin peşinde koşma cesaretini göstermiştir. Paris’te tanıştığı Maliye Nazırı'nın, Batılı eğitim modelinin oluşmasında Mihri Hanım'dan yararlanılması önerisi üzerine İstanbul’a dönerek Kız Öğretmen Okulu'nda resim öğretmeni olarak çalışmaya başlamıştır.

Sanat eğitiminin kızlar için de gerekli olduğuna inanan Mihri Hanım, ilk kız güzel sanatlar okulu olarak eğitim veren kurum olan İnas Sanayi-i Nefise Mektebi’nın kuruluşunda ve açılmasında aktif rol oynamış ve ilk müdürü olmuştur. İnas Sanayi-i Nefise Mektebi 13 Ekim 1914 tarihinde eğitime başlamıştır. İlk hocalar Erkek Sanayi-i Nefise Mektebi’nden gelmişlerdir. Erkek hocaların derslerinde kız öğrencilerin çarşaf giymesi zorunlu tutulsa da, çarşaflı fakat peçeleri açık olarak derse girseler de sanat eğitimi adına devam ederler. Mihri Hanım, eğitimde tüm tepkilere karşın kız öğrencilerin çıplak modelden çalışmaları için mücadele etmiş ve başarmıştır. Dönemin tek sanatçı birliği olan Osmanlı Ressamlar Cemiyeti üyesi olan kadın sanatçılar arasındadır. Kadın sanatçıların da devlet bursu ile yurt dışına gitmeleri için de çok çaba göstermiştir. İnas Sanayi-i Nefise Mektebi Müdürlüğü’ne Ömer Adil Bey’in atanmasından sonra tekrar Roma’ya gitmiş ve ancak Cumhuriyet’in ilanından sonra Türkiye’ye dönmüştür. 1930 yılında Atatürk portresi de yapan Mihri Hanım Amerika’ya giderek bazı üniversitelerde resim hocalığı yapmış ve 1954’de Amerika’da yokluk içinde vefat etmiş, kimsesizler mezarlığına gömülmüştür. Yeğeni Hale Asaf’a yazdığı mektup yaşamı boyunca sanatçı olarak var olma çabasının onu ne kadar yorduğuna ilişkindir. Bu zorlukları bilseydi hiç başlamayacağına ilişkin “değer miydi" sorusuna "değmezdi" yanıtı vererek pişmanlıkla bitirmesi de tüm süreçte nasıl yorulduğunu kanıtlar niteliktedir.

Mihri Hanım’ın yaşadıkları, sanat inadı, eğitim için verdiği mücadele sıklıkla sanatının önüne geçse de, Fransa’da aldığı eğitimin etkisiyle Fransız gerçekçiliğine yakın eserler üretmiş ve daha çok portre ressamı olarak tanınmıştır. Görmek istediği özgür kadını başta kendi portrelerinde göstermiştir. Çoğunlukla portrelerinde seçkin çevrelerin güzel, bakımlı, modern kadınları eğitimli, biraz romantik biraz melankolik bir şekilde yansıtılmıştır. Özellikle kadın portrelerinde yüze ve ifadeye ağırlık verdiği dikkati çeker.

CELİLE HİKMET UĞURALDIM (1880 - 1956)

İlk kadın ressamlar arasında anılan Celile Hanım, 1883 yılında İstanbul’da doğdu. Dönemin tüm kadın sanatçılarının neredeyse ortak özelliği olarak söz edebileceğimiz varlıklı, okumuş bir ailenin özel eğitim hakkı sağlanmış kızı. Aile Alman ve Polonya soyundan gelir.  Polonya ihtilali sırasında Türkiye’ye kaçıp Müslüman olan Mustafa Celalettin Paşanın oğlu Abdülhamid’in yaveri Enver Bey'in oğludur babası. Annesi iltica eden Alman kökenli Müşir Mehmet Ali Paşa'nın kızı Leyla Hanım'dır. Babası sayesinde II. Abdülhamid ve dolayısıyla Zonaro. Celile Hanım, sosyetenin en güzel kızlarından, dillere destan denilecek kadar güzel, akıllı ve girişimcidir. Hayatının son yıllarına kadar sanat yaşamını ilk Türk kadın ressamlarından biri olarak devam ettirmiştir.

Celile Hanım da dilediği gibi yaşamayı seçen sanatçılarımız arasındadır. Evliyken dönemin edebiyat camiası içinde aktif ve önemli bir isim olan Yahya Kemal ile büyük bir aşk yaşarlar. Celile Hanım aşkı uğruna eşinden ayrılır. Evliliğe doğru giden bu yolda toplum baskısı başlayınca Nazım Hikmet ve onun arkadaşlarının diline düşer Yahya Kemal. Vuslat, Eski Mektup ve benzeri şiirlerini Celile Hanım'a yazdığı bilinir. Nazım Hikmet, Celile Hanım'ın ilk çocuğudur. Yahya Kemal, Bahriye Mektebi'nde Nazım Hikmet’in hocasıdır ve hatta evine gelip ders de verir. Nazım Hikmet serttir bu konuda ve “hocam olarak girdiğiniz bu eve babam olarak giremezsiniz” sözü bu aşkta Yahya Kemal açısından etkili olacaktır. Ayrıca Yahya Kemal, Batı'yı özellikle Paris’i bilir ama Müslüman İstanbul görmek arzusunda olan muhafazakâr ve çok kıskanç biri olduğu da açıktır. Celile Hanım çok güzel ve sanatçı modernliğindedir. Böylece tek taraflı olarak, evlenmek üzereyken vazgeçer Yahya Kemal. Nazım ve dedikodu korkusu mudur? Güzel, entelektüel, sanatçı bir kadını taşıyamamak mıdır bilinmez ama ayrılırlar. Nazım Hikmet’in davası zamanında Celile Hanım'ın rica ettiği hatta yalvardığı mektuba ve imza kampanyasına bile dönüp bakmayacak bir sona gitmiştir Yahya Kemal, yalnız bırakacaktır Celile Hanım'ı. Aşkı uğruna her şeyi göze alan Celile Hanım'a karşın Yahya Kemal bu büyük aşktan ayaklarının ucuna basarak uzaklaşmıştır.

Celile Hikmet Hanım, soyadı kanunu yasal olarak kabul edildikten sonra "Uğuraldım" soyadını almış, resimlerinde Celile Uğuraldım imzasını kullanmıştır. Celile Hanım’ın oğlu ün kazanmış şair Nazım Hikmet, açlık grevine katılmış olmasından dolayı cezaevine hapsedilmiştir. Bu sebeple Celile Hanım oğlu Nazım için imza kampanyası başlatarak, elinde taşıdığı pankartta "Nazım Hikmet’in annesi Celile Uğuraldım" şeklinde halka hitap etmiştir. Yaşamının son günlerinde Celile Hanım artık renkleri göremeden vefat edecektir.

Celile Hanım, portre tarzında resimler yapmaktan hoşlanmış ve daha çok aileden kişilerin portrelerini resmetmeye ağırlık vermiştir. Aile portrelerini ailesine armağan etmiştir. Celile Hanım'ın ailesine ve akrabalarına olan sevgisini ve bağlılığını, yapmış olduğu portre eserlerinde hissetmek mümkündür. Portrenin yanında sanatçının bir özelliği de nü çalışmaları üzerinde yoğunlaşmıştır. Nü çalışmalarını modellere dayalı olarak çizdiği, araştırma çizgilerinden oluşan bu resimlerinde, Celile Hanım’ın, beden parçaları arasında ölçü ve oranları dikkate alarak resmettiği görülmüştür.

Çalışmalarının çoğunda yağlıboya ile pastel boya kullanan sanatçı tonlarını yine pastel renklerle vurgulamıştır. Celile Hanım kendi portresiyle annesinin, oğlunun, torununun ve yeğeninin portrelerini başarı ile tamamlamıştır. Eserleri kızı Samiye Yaltırım’ın çabalarıyla 1988’de sergilenmiştir.

MELEK CELAL SOFU (1896-1976)

1896 yılında İstanbul'da doğdu. Anne ve babası dönemin tanınmış isimlerinden olup kızlarının eğitimine çok önem veren bir aileydi. İki yabancı dil bilir, İnas Sanayi-i Nefise Mektebi (Kız Güzel Sanatlar Okulu) mezunu ve ayrıca Nazmi Ziya Güran Atölyesi'nin de konuk öğrencisiydi. Ardından Paris Julian Akademisi'nde eğitim aldı. Louis Sue, Andre Platson ve Pierre Poisson öğrencisi oldu. Son yıllarını yerleştiği Münih kentinde geçirdi. 1964 yılında Münih'te kişisel sergi açtı. Eski eserlere derin tutkusu dolayısıyla el işlemelerinden ve giysilerden oluşan geniş bir koleksiyonu vardı. Kitaplar ise, bir diğer merakıydı. Gerçekçi bir anlayışla nü ve özellikle portre çalışmalarına yoğunlaşmıştır. Nazmi Ziya’nın izlenimci etkisi ve akademizm resimlerinde dikkati çeker. Dönemin sanatçı ve aydınlarından oluşan çevresinde Prof. Albert Gabriel, Leopold Levy, Belling gibi önemli tanınmış yüzler dikkati çekmektedir.

HARİKA SİREL LİFİJ (1896- 1991)

İstanbul Kız Öğretmen okulunda öğrenci iken ilk kadın sanatçılarımızdan Müfide Kadri ‘den ders almıştır. Ardından özel atölyede izlenimci ressamlar olarak tanınan İbrahim Çallı, Feyhaman Duran, Hikmet Onat ve Avni Lifij gibi dönemin önemli ressamlarından ders alan sanatçı 1922 yılında Avni Lifij ile evlenmiştir. Eşi Avni Lifij gibi alegorik resimler yapan sanatçımız izlenimci diyebileceğimiz görünümleriyle de tanınır. Yurt içi ve dışında çeşitli sergilere da katılmıştır.

GÜZİN DURAN (1898-1981)

Sanatkâr bir aileden gelen Güzin Hanım, İnas Sanayi-i Nefise Mektebi'nde öğrenciliği sırasında okulun ilk müdürü Mihri hanım, ardından ikinci müdürü Ömer Adil Bey ve izlenimci ressam Feyhaman Duran’dan ders almıştır. 1922 de Feyhaman Duran ile evlenmiştir. Sanat yaşamında 1925 Sanayi-i Nefise Mektebi’nin Avrupa konkurunu kazanması önemlidir. Akademik ve İzlenimci tarzdaki İstanbul görünümleri, natürmort ve portreleri ile tanınır.

FATMA NAZLI ECEVİT (1900- 1985)

Asker bir aileden gelen Nazlı Ecevit, 1915’de Darülmuallimat/Kız Öğretmen Okulu ardından aynı yıl İnas Sanayi-i Nefise Mektebi'ne girmiştir. Mihri, Ömer Adil Bey ve Feyhaman Duran’dan ders alan sanatçı aynı zamanda kız okullarında öğretmen olarak çalışmıştır. 1924 yılında Dr. Fahri Bey ile evliliğinin ardından Bülent Ecevit doğmuştur. Çeşitli şehirlerde ve çeşitli okullardaki öğretmenliğinin yanı sıra Güzel Sanatlar Birliği’nin üyeliği ve başkanlığı yapması da örgütlü çalışmaya verdiği değeri göstermektedir. Eserlerinde malzeme ve konu çeşitliliği önemlidir. Karakalem, desen, portre, manzara gibi farklı çalışmalar üretirken pek çok eseri ile izlenimcidir. Paletinde daha çok yumuşak renkleri tercih eder ve özellikle İstanbul ve Anadolu manzaralarında rengi öne çıkarır. Ulusal ve uluslararası pek çok sergiye de katılmıştır.

SABİHA BOZCALI (1903-1998)

Tanınmış bir ailenin kızı olarak dünyaya gelen sanatçı dil eğitimine öncelik veren eğitiminin yanı sıra ilk sanat eğitimini annesi handan hanımdan alacaktır. Ali Sami Boyar’dan özel resim dersleri aldıktan sonra Almanya’ya gitmiş ve Haiman’ın atölyesine katılmıştır. Ardından Berlin’de izlenimci kuşağın ressamlarından Namık İsmail ile Corinth’in atölyesinde eğitim görecektir. 1923 yılında Münih serüveninde bu kez yolu Prof. Karl Kaspar kesişecek ve öğrencisi olacaktır. Artık bir ressam olarak tanınan sanatçımız Mısır, Paris, Roma gibi pek çok ülkede ve kentte çalışmalar yapmış Paul Signac, Giorgio de Chirico gibi önemli sanatçılarla tanışma imkânı bulmuştur. Çalıştığı konulara göre üslubu değişen Sabiha Bozcalı karakalem, pastel, suluboya ve yağlıboya gibi her tür malzemeyi rahatlıkla kullanmıştır. Cezanne’a atfen “tabiattan mükemmel hoca tanımam” diyerek kendini ve sanatını tanımlamıştır.

HALE ASAF (1905-1938)

Hale Asaf, Mutlakıyet, Meşrutiyet ve Cumhuriyet dönemlerinde aktif olması açısından ayrı bir öneme sahiptir. Mihri Hanım’ın yeğeni olan Hale Asaf, önce teyzesinden, Namık İsmail, Feyhaman Duran gibi sanatçılardan sanat eğitimi almıştır. Ardından yurtdışı eğitimi başlayacaktır. 1921 Berlin Güzel Sanatlar Akademisi'nde Arthur Kampf’dan dersler alır. Ardından Roma ve 1927 İnas Sanayi-i Nefise’den mezun olarak tanınmaya başlayacaktır. Almanya, Roma, Paris günlerinde dönemin pek çok sanatçısı ile çalışma olanağı da bulan Asaf, Müstakil Ressamlar ve Heykeltıraşlar Birliği kurucuları arasında yer alır. Önceleri Mihri Hanım'ın sanat anlayışını takip eder, akademik bir sanatçı olma yolunda ilerlerken zaman ve yönelimler değiştikçe o da akademizmi yıkma taraftarı olacaktır. Bu arada Bursa’da Kız Öğretmen Okulu’nda resim öğretmenliği de yaparken Bursa ve sağlık sorunları ruhuna iyi gelmeyecektir. 1938’de herkesten sakladığı hastalığı sonucunda Paris’te ölmüştür. Hastalık süresince hırçın ve huysuzdur. Antonio Aniante 1939’da kendisiyle geçirdiği yedi yıllık süreci anlatan bir kitap yazar. Elindeki tabloları Türkiye’ye vermek istese de bu gerçekleşmeyecektir. Asaf’ın ölümü birkaç arkadaşının yazıları ile duyurulur ve anısına sergi düzenlenmesi görüşü dile getirilse de kimse bu işe girmeyecektir. Lhote, Chirico, Giocometti vb. dönemin ünlü sanatçı dostları ve onca işe karşın Türkiye’de uzun yıllar görünmez olacaktır. Sanatının öznesi her zaman kadın ve kadınlık durumları olacaktır.

ALİYE BERGER (1903 – 1974)

Gravür ve grafik sanatçısı Aliye Berger 1903’te Şakir Paşa ailesinin son çocuğu olarak Büyükada’da doğdu. Babası Şakir Paşa, amcası sadrazam Cevad Paşa’dır. Cevat Şakir (Halikarnas Balıkçısı), Fahrünnisa Zeid, Füreya Koral, Nejat Melih Devrim, Şirin Devrim gibi yazar ve sanatçıların yetiştiği bir ailenin üyesi olan Aliye Berger, okuma yazmaya çok küçük yaşlarda, özel bir eğitimle başladı. Notre-Dame de Sion’da başlayan ilköğretim süreci, okul Birinci Dünya savaşında kapanınca, bir başka özel Fransız okulunda tamamlandı. Tüm köklü ailelerde olduğu gibi resim ve piyano dersleri aldı. Karl Berger’le tanışıp evlendi. 1935-1939 yılları arasında Paris’te ablası Fahrünnisa Zeid’in konuğu olarak sanat hareketlerini izledi. Londra’da üç yıl süreyle John Buckland Wright’ın atölyesinde gravür tekniği üstüne yoğun çalışmalar yaptı. 1951’de 140 parça gravürle Türkiye’ye dönerek, İstanbul Fransız Konsolosluğu’nda ilk kişisel sergisini açtı. Ulusal ve uluslararası çeşitli yarışmalardaki dereceleri sonrasında sanat yaşamına devam eden sanatçının İstanbul ve Ankara başta olmak üzere çeşitli müzelerde işleri yer almaktadır. 1960’lı yıllarda gravürün yaygınlaşmasında etkili olan yapıtlarında Aliye Berger, malzeme olarak sıra dışı, günlük malzemeleri kullanmıştır ve çevresindeki her şeyden ve yaşamından kesitler içeren konularıyla tanınmıştır.

FAHRÜNİSA ZEİD (1901-1991)

İstanbul, Büyükada’da doğan sanatçı Mehmed Şakir Paşa’nın kızıdır. Önemli ve sanatın her alanında aktif bir aileden gelen Fahrünisa Zeid’in amcası Cevat Şakir Paşadır. Ağabeyi roman ve öykü yazarı ve namı diğer Halikarnas Balıkçısı olarak anılan Cevat Şakir Kabaağaçlı, kız kardeşi diğer bir kadın ressamımız Aliye Berger’dir. Tiyatro sanatçısı Şirin Devrim kızıdır ve oğulları ressam Nejat Devrim ve Prens Raad bin Zeyd’dir. Ayrıca yeğeni de ünlü seramik sanatçısı Füreyya Koral’dır. Yazar İzzet Melih Devrim ve Büyükelçi Prens Zeid olmak üzere iki evlilik yapmıştır. Osmanlı İmparatorluğu’nun önemli ve yönetici ailelerinden birinde doğup dünyaca ünlü sanatçılar yetiştiren bir ailenin önemli üyelerinden biri olarak Türk sanatının mihenk taşlarını oluşturmuş kadın sanatçılarımızdandır. Modern sanatın öncülerinden ve soyut sanatın Türkiye’deki ilk temsilcilerindendir. Coşkulu ve etkili kompozisyonları ile tanınan Zeid’in kendine özgü resim dili, tek üsluba indirgenemeyecek kadar canlı ve zengindir. Eserleri incelendiğinde geometrik ve soyutlamacı çalışmalar dikkati çekerken geç dönemlerinde psikolojik portrelere ağırlık vermiştir. 1901’de ‘de vefat eden sanatçımız El Rağdan Sarayı Kraliyet Mezarlığı'nda yatmaktadır.

* Doç.Dr.


SEÇME KAYNAKÇA

http://www.istanbulkadinmuzesi.org/

Ahu Antmen, Esra Aliçavuşoğlu, “"Canan Beykal ile Söyleşi “Türk Sanatında Kadın ve Kadın Sanatçılar Üzerine” ST Sanat Tarihi Araştırmaları, Dosya Sanat ve Kadın, ss. 137-152.

Burcu Pelvanoğlu, “Sıradışı Bir Sanatçı Portresi: Hale(Salih) Asaf” ST Sanat Tarihi Araştırmaları, Dosya Sanat ve Kadın, ss. 152-168

Kaya Özsezgin “Türk Plastik Sanatında Kadın Sanatçılarımız” Kültür Sanat, 4, Ss.138-152

Şirin Devrim, Şakir Paşa Ailesi (A Turkish Tapestry), İstanbul, 2003

Zeynep Yasa Yaman, "An Artist and an Explorer Beyond Ideologies in a Globalized", Darat al Funun website, http://www.daratalfunun.org/main/activit/curentl/faherelnissa/exhib13.html

Zeynep Yasa Yaman, “Türk Resminde Kadının Değişen İmgesi” In Memorian İ. M. Akyurt-B. Devam Anı Kitabı, İstanbul, Arkeoloji ve Sanat yay. ss. 411-420

Taha Toros, “İlk Kadın Ressamlarımız (1)” Sanat Dünyamız, 1982, yıl 9, 24, ss 32-45

Taha Toros, “İlk Kadın Ressamlarımız (2)” Sanat Dünyamız, 1982, yıl 9, 25, ss.34-48

 Taha Toros, “İlk Kadın Ressamlarımız (3)” Sanat Dünyamız, 1983, yıl 9, 26, ss. 34-48

 Taha Toros, “İlk Kadın Ressamlarımız (4)” Sanat Dünyamız, 1983, yıl 9, 28,ss. 38-48

 Taha Toros, “İlk Kadın Ressamlarımız (5)” Sanat Dünyamız, 1983, yıl 9, 29, ss. 32-48

                                                                     /././

Türkiye’de heykelin 100 yılı (Yarkın Biçer* - duvaR)

Sanat yapmak her dönem için ayrı bir şey olmuştur. Ancak şunu heykeltıraşlık için göz önünde bulundurmalıyız; sanat ile zanaat kardeştir ve her sanatçının zanaatkâr bir tarafı vardır.
Bu coğrafyada 10 bin yıldır heykel var. Nedir ki 100 yıllık heykel tarihi, devenin kulağındaki tüy bile değil. Halbuki Türkiye coğrafyası, Antik Yunan, Roma uygarlığından tutun da birçok eski uygarlığın heykeltıraşlık ürünleriyle doluyken, hatta insanlık tarihini yeniden tanımlayan ilk heykel unsurları (Göbeklitepe vs.) bu topraklarda bulunurken, bizim heykeltıraşlık tarihimiz neden çok eski değildir? Çünkü, onların bu topraklarda olması bizim olduğu anlamına gelmemektedir. Biz kendi tarihimizi sürekli yeniden ve yeniden kurgulamakla ilgileniyoruz. 

Sanat masum değildir. Hele hele heykel hiç masum bir sanat olarak çıkmamış tarih sahnesine. Heykele anıt, abide diye bakarsak, Latin dillerindeki İngilizcede “Monument“ yada “Statue” karşılığını bulabiliriz; “Statue”  kelimesi “İstasyon”(1) , “Enstitü”(2), “Statüko(3) (politik bir olgunun günümüzdeki hali, yasa, tüzük olarak)” ve “Statü (kadro, pozisyon,)” kavramları ile dirsek teması kurar. Yani durma, durak, durum, duruş, kurulmuş olan şey, kurmak, dikmek, yasa koymak, yasa koyucu pozisyonu almak gibi Latince aynı kökeni paylaşır heykel. Bu nedenle tarihsel olarak, iktidarın görsel dili meydanlarda, tapınaklarda sembolleşir.

Tanrılara, tiranlara, krallara, imparatorlara, papalığa, başkanlara, başbakanlara, hâsılı iktidarı eline geçiren kim varsa onlara -tabiri caizse- yanaşmıştır heykeltıraş. Ne yapsın üç kuruş ekmek parası işte. Para nerede sanat orada. Türkçede ise anıt kavramı anmaktan, hatırlamaktan ileri gelen abide ile özdeş kelimedir. Abide sözcüğü “ebedi” sözcüğü ile aynı kökten çıkan “abit”den gelir. Bir anıyı sonsuz kılmak. (Tekiner, 2010)

Müslüman din adamları arasında, heykelin put olarak tanımladığı Maide Suresi'nin 93. Ayeti referans olarak verilmektedir. İçinde geçen “ensab” kelimesini “resim ve tasvir olarak” tercüme etmişlerdir. Osman Şekerci’ ye göre yanlış bir tercümedir. “Ensab”; eski Arapların üzerinde kurban kestikleri ve ibadet ettikleri taşlar olarak söylenir. Yani ibadet için dikilmiş taşlardır. (Şekerci, 1996) Eğer yapılan tasvire ibadet edilmiyorsa, heykel İslam’a göre yasak değildir. Heykel, sürekli İslam’a ilişkin fobik bir durum olarak öne sürülmüştür. Aslında söylemsel olarak “heykel yasağı” İslami ideolojilerin, ideolojik aygıtlarından biridir. Yani referans kutsal kitap değil, ideolojidir aslında. Louis Althusser’e atıfla söylersek, yanlış bilgidir.

Bilindiği üzere Hıristiyanlığın ilk çağlarında yaşanmış olan İkonoklazm dönemi (M.S 726 -842) vardır. Hıristiyanlık çok tanrılı bir dinin içinden çıkmış ve üç boyutlu imgelerin yeniden çok tanrılı dinle ilişki kurmasından korkulmuştur. Zamanla dini resim ve heykellerin İncil’i anlatmanın en iyi yöntemlerinden biri olduğu anlaşılınca bu imgeler put gibi görünmekten çıktılar. Zaten ilahiyat da bunun için vardır: İyi Hıristiyan (ya da Müslüman) yapmanın yollarını yasaklar koymaktan ziyade, toplumun kutsal metinleri anlamalarını sağlayacak araçlar bulmaktır. Batı sanatı, Giotto’dan modern sanata uzanıncaya kadar bu mesele içinde 600 yıl kutsal metinleri sanat yoluyla anlattı.

OSMANLI’DAN CUMHURİYET'E

Bizdeki Türk heykel tarihi başlangıcını Ahlat mezar taşlarından başlatanlar olduğu gibi, Osmanlı mezar taşlarından da başlatanlar vardır. Bunlara, Türk heykel sanatının varlığı olarak değil, daha ziyade bir tür oymacılık mesleğinin varlığı olarak bakmak gerekir. Her ikisinde de yontucunun kendi kişisel tavır ve inançlarını “işi” üzerinde okumak imkansızdır. Oysa sanat eserinden söz ederken sanatçının bu izi takip edilir. Dolayısıyla bu ürünlerde sanattan çok ustalık izi aranır.

Bilinen ilk heykelle temasımız Kanuni zamanında olmuş. 1526 yılında Kanuni’nin veziri Pargalı İbrahim Paşa, Mohaç Savaşı, Macaristan’ı fethinden dönüşte yanına ganimet olarak bronz heykellerle gelir. Bunlar Herkül, Diana, Apollo heykelleridir ve kendi sarayının da bulunduğu At Meydanı'na bu heykelleri diktirir. Bunu gören şair Figânî'nin “Dünyaya iki İbrahim geldi. Biri put yıktı, biri put dikti” meâlindeki beyiti söylediği dillendirilir. Bunun üzerine heykeller, halkın tepkisinden korkarak önce saray avlusuna alınır, sonra akıbeti belirsiz bir şekille kaybolur. İster Pargalı, ister Kanuni Sultan Süleyman olsun dünyayı dize getirmiş iktidar sahipleri olarak heykelin olumsuz etkisinden korkmuşlardır. Bu durum heykel ve iktidar arasındaki ilişkinin bildik anlamda tersidir. Batı'da iktidarın kamusal alandaki sembolleşmesi heykel üzerinden olurken, Osmanlı’nın iktidar sembolleri cami, külliye, çeşmedir. Bugün de hala Külliye veya Çamlıca’ya vs. kocaman camiler yapmak da bir iktidar sembolüdür.

SANAYİ-İ NEFİSE MEKTEB-İ ÂLÎSİ

Osmanlı'nın modernleşme serüvenleri içerinde önemli bir başlangıç olan lll. Selim ile başlayan ve ll. Mahmut’la devam eden yenileşme hareketleriyle modern ordunun kurulmasına, mühendishaneler ve tıbbiye gibi modern kurumlara 1882’de ll. Abdulhamit döneminde Sanayi-i Nefise Mekteb-i Âlîsi eklenir.

“Sanâyi-i Nefîse Mekteb-i Âlîsi mimarlık, resim, heykeltıraşlık, resim dârülmualliminliği ve tezyinî sanatlar şubelerini hâvi bir yüksek mekteptir” hükmü yer almasına rağmen mimarlık dışında resim, heykel ve tezyinî sanatlar bölümlerine girecek öğrencilerin lise mezunu olması şartı yoktur. Ortaokul mezunlarından seçme imtihanını kazananlar öğrenci kabul edilmektedir. Tezyinî sanatlar bölümünde öğretim süresi beş yıldır. Resim ve heykel bölümleri sınıf usulü olmayıp aday öğrencilik, geçici öğrencilik ve aslî öğrencilik olmak üzere üç kademeli idi. Öğrencilerin bir kademeden diğerine geçmeleri için her yıl açılan sınavları başarmaları gerekiyordu. (Ürekli, 2009)  

Heykel bölümünün ilk hocası Yervant Oskan Efendi’dir ve Cumhuriyet'in kuruluşuna kadar geçen süreçte bu okuldan şu öğrenciler yetişmiştir; İhsan Özsoy, İsa Behzat, Mahir Tomruk, Mehmet Basri, Bahri Bey ile Nijat Sirel. İsa Behzat, Mehmet Basri ve Bahri Bey dışında diğer heykeltıraşlar cumhuriyet döneminde de eserler vermişlerdir

ABDÜLAZİZ'İN ATLI HEYKELİ

“Osmanlı iktidarı”nın heykelle ilk “resmi” teması 19.yy da Avrupa’yı ziyaret eden ilk Osmanlı padişahı olarak tarihe geçen Sultan Abdülaziz’le olur. Bu gezisinin ardından 1872’de kendi büstünü ve küçük boyutta atlı heykelini C.F.Fuller’e yaptırtacaktır. Dikkat edilirse padişahın bu heykeli kamusal alana dikilemeyecek kadar küçüktür. İç mekâna aittir, anıtlaşmaz, bir abide değildir. 

Anıtlar Osmanlı'da kamusal alanda mimari yapılar olarak dikkat çeker ve daha çok mimari bir kaide ve dikilitaş özelliği gösterir. Bu anlamda verilen ilk örnek 1911’de Mimar Muzaffer Bey tarafından tasarlanmış, 31 Mart Olayları'nda şehit olan Hareket Ordusu ve Jön Türkler anısına dikilmiştir.  Kaynaklara göre Sivas Valisi Muammer Bey'in talimatı üzerine, 1916 yılında, Hafik Kaymakamı Serezli Nebi Bey tarafından yaptırılan Osman Gazi büstü vardır ki, arkaik olmasına rağmen ilk figüratif anıt olarak farklılık gösterir (Tekiner, 2010). Yine 1916 yılına ait Mimar Vedat Tek tarafından tasarlanan İstanbul’daki Tayyare Şehitleri Abidesi ilk anıt örnekleri olarak sıralanabilir.

YERVANT OSKAN EFENDİ'NİN ÖĞRENCİLERİ 

Bütün bu anıt seferberliğinde ilk heykeltıraşlarımızın adı geçmemektedir. Bu heykeltıraşlarımızın daha çok akademik çalışmalar içinde eserler ürettiği, mezuniyetlerini takip eden yıllarda yurtdışına eğitim için gönderildikleri ve akabinde Cumhuriyet kuşağının ilk heykeltıraşlarını yetiştirmek üzere görev aldıklarını söyleyebiliriz. Osman Hamdi Bey’in “Sanayi-i Nefise”nin kuruluşunda seçilmiş olması Osmanlı modernleşmesinde öncülük edecek akademik sistemi işaret ediyordu: Ecole Des Beux Arts. Aynı kuşaktan olan Yervant Oskan Efendi'nin, Beux Arts eğitim sisteminden geçmiş biri olarak, kurduğu bölümde hem kendi çalışmalarında hem de öğrencilerine öğrettiği sistemde dönemin natüralist üslup özellikleri belirgindir. Oskan Efendi’nin “Osman Hamdi Büstü”, “Naile Hanım Büstü”, “Zeybek” ve “Tavukçu Kadın” heykelleri ile İsa Behzat’ın “Sakallı Adam”ı, “Kitap Okuyan Yahudi” rölyefi, Bahri Bey’in “Gülen Adam” ve “Düşünen Adam” büstlerinde akademik anlayış hemen göze çarpmaktadır. Bir başlangıç için olağanüstü güzelliktedirler. Osmanlı ve yeni kuşak Türkiye’si için verilebilecek en iyi örneklerdir. O yıllarda “akademik” anlayış nedir diye sorulacak olsa verilen en iyi yanıtlardır bu heykeller. Akademi demek genel geçer anlamıyla “gelenek” demektir. Bugün görmeye alıştığımız “modern gelenek”, “akademik gelenekle” boğuşup kendi varoluşunda ısrar ettiği için vardır. Ne yazık ki, bu diyalektik mekanizma Türk heykel anlayışına bulaşmamıştır. Modern Cumhuriyet'in takip eden yıllarında heykeldeki akademizm, Türkiye’nin geleneksel “geleneksiz akademizm”  anlayışına bürünecektir.

CUMHURİYET’İN KURULUŞUNDAN 1980’LERE

Modernlik, ilerleme, muasır medeniyetlere ulaşma Cumhuriyet'in en önemli kuruluş ilkelerinden biri olagelmiştir. Cumhuriyet'in kurulmasından sonra her alanda Batılılaşma hız kazanmış, Batı sanatına özgü eserlerin yapılmasına ve devlet daireleri ile kamusal mekânlara yerleştirilmesine çalışılmıştır

Yeni Türkiye’nin kuruluşunun anlatılması için yabancı heykeltıraşlara anıt siparişleri verilmiş ve heykel önemli bir kamusal aygıta dönüşmüştür. Bu ilk yabancı heykeltıraşlar; Heinrich Krippel, Pietro Canonica, Rudolf Belling, Anton Hanak, Joseph Thorak’tır. Bu isimler arasında dünya heykel tarihine geçmiş 3 isim bulunmaktadır: Thorak-Hanak ki; ikisi de Hitlerin faşist heykeltıraşlarıdır ve Rudolf Belling’dir. Diğer heykeltıraşlar tanınmazlar bile. Bu anıtları yapanlar dönemin en iyi heykeltıraşlık ürünleri veren zanaatçılarıdır aslında. Sanat yapmak her dönem için ayrı bir şey olmuştur. Ancak şunu heykeltıraşlık için göz önünde bulundurmalıyız; sanat ile zanaat kardeştir ve her sanatçının zanaatkâr bir tarafı vardır.

HİTLER REJİMİ'NDEN TÜRKİYE'YE SIĞINAN RUDOLF BELLİNG

İlk Atatürk Anıtı 1926'da Sarayburnu’na Rudolf Belling tarafından yapılmıştır. Belling aynı zamanda Hitler Rejimi'nden kaçıp Türkiye’ye sığınmış, akademisyen ve dünya heykeltıraşlık tarihinde konstrüktivist dönem literatüründe yer almıştır, 1937- 54 yılları arasında bugünkü adıyla Mimar Sinan Güzel Sanatlar Akademisi'nde görev yapmış önemli bir sanatçıdır. Fakat aynı akademik camiada pek sevilmemiştir. Çünkü akademi heykel bölümünde oturmamış bir “geleneği” fark etmiş ve bunu yeniden inşa etmek istemiştir. Sonunda akademiden uzaklaştırılmış, nihayet ülkesine dönmek zorunda kalmıştır. Belling gibi diğer yabancı kuşak heykeltıraşların yaptıkları anıtların incelenmesi Türkiye’de her heykeltıraş ve adayı için bir okul değerindedir. Belling’in Atatürk figürasyonu, Sarayburnu’nu seçme nedeni, anıtın çevresel ilişkilerinin anlaşılması bugün anıt yapan her heykeltıraş için önemli olmalıdır.  

Cumhuriyet'in ilk 50 yılında heykel sanatına damgasını vuracak kuşak yetişmeye başlamıştır. İlk kuşaklar; Ali Hadi Bara, Zühtü Müridoğlu, Nusret Suman, Kenan Yontunç, Sabiha Bengütaş (ki ilk kadın heykeltıraşımızdır). Belling’in atölyesinden yetişen ikinci kuşak ise; Hüseyin Anka Özkan, Hakkı Atamulu, İlhan Koman, Zerrin Bölükbaşı, Hüseyin Gezer, Turgut Pura, Şadi Çalık gibi tanınan isimler, 1940’lardan itibaren yerli ve milli heykeltıraşlarımızın yetişmesinden sonra anıt piyasasına egemen olmaya başladılar.

Cumhuriyet'in en önemli heykel uygulamaları 1950’li yıllarda çok partili düzene geçilmesiyle birlikte Demokrat Parti'nin iktidarına denk gelmiş, Belling’in kontrolörlüğünde Hüseyin Anka Özkan, Nusret Suman, Zühtü Müridoğlu, İlhan Koman, Kenan Yontunç ve Hakkı Atamulu’nun Anıtkabir mimarisine uygun tasarımları, giriş yolu, zafer alanı, şeref holü, anıta çıkan merdivenli yol ve kulelere yerleştirilmiştir.

ASKERİ DARBELER VE HEYKELLERİ

1960 Askeri Darbesi ve yeni anayasa kabulü ile Taksim Meydanı'na Hürriyet Abidesi adıyla “Süngü” heykeli dikilmiştir. Abide, Taksim Atatürk Anıtı ile ortak mekânı paylaşmış, Cumhuriyet'in kurucu politikalarından uzak popülist eğilim gösteren Demokrat Parti ve Menderes’e ilişkin bir göstergeye dönüşürken ironik bir biçimde 1980 Askeri Darbesi'yle de kaldırılmıştır. Böylece Atatürk anıtları dışındaki anıtların ideolojik aygıtlara dönüşmesi yasaklanmış ve kült olarak Atatürk imgesinin güçlenmesine neden olmuştur.

50’lerle yapılmaya başlayan görece sermaye kesimin ilgisini çekecek yatırımlar olan oteller, banka ve kamu kurum binalarının duvarlarına 60’larda soyut rölyefler yapılmaya başlanmıştır. Kuzgun Acar’ın Ankara Kızılay Meydanı Gima Çarşısı'na yaptığı soyut eser daha sonraları sökülerek hurda olarak satılmıştır.

12 Mart 1971 Muhtırası'nı takiben 6 ilde sıkıyönetim ilan edilmiş, TİP ve DİSK vakit kaybedilmeksizin kapatılmış ve binlerce solcu gözaltına alınarak işkence ve sorgudan geçirilmiş Deniz Gezmiş, Yusuf Aslan ve Hüseyin İnan idam edilmişti. 1973 yılında MSP-CHP koalisyon yıllarında, Türkiye Cumhuriyeti'nin ilanının 50. yıldönümü nedeniyle İstanbul'un çeşitli noktalarına 20 heykel yerleştirilmiş, çoğu tahrip edilmiş ya da çalınmış ve bugün itibariye ancak 7 tanesi ayakta durmaktadır.

O yıllarda yapılmış tahrip olan ya da kaldırılan bazı heykeller şunlardır:

  • Yıldız Parkı'ndaki Gürdal Duyar’a ait “Güzel İstanbul” heykeli erotik bulunarak tahrip edilmiş,
  • 1973'de Tophane'de bulunan Muzaffer Ertoran’a ait işçi heykeli yıllar boyunca saldırılara maruz kalmış sonunda kaldırılmış,
  • Arnavutköy Akıntı Burnu’nda Ferit Özşen’e ait Yağmur adlı soyut heykel 1987'deki sahil yolu genişletme çalışmaları sırasında kaldırılmış,
  • Metin Haseki’nin “Negatif Form” heykeli Gümüşsuyu Parkı’na dikildiği gün çalınmış,
  • Kuzgun Acar’ın Gülhane Parkındaki “Tavus” adlı metal soyut heykeli 1984’te Park ve Bahçeler Müdürlüğü’nce kaldırılmış
  • Harbiye ‘de bulunan Bihrat Mavitan’ın “Yükseliş” adlı alüminyum soyut çalışması 1979'da belediyenin tercihli yol yapımı sırasında kaybolmuş
  • Füsun Onur’un soyut heykeli Fındıklı Parkı'nın düzenlenmesi sırasında 1985 yılında kaldırılmış.
 HEYKEL EĞİTİMİ 

Türkiye’de heykel eğitimi veren heykeltıraş yetiştiren tek kurum 1963 yılına kadar akademidir. Bu tarihten sonra zaten orta dereceli öğretmen yetiştirme amacı olan müfredatında heykeltraş yetiştirme olmasa da 1978 yılından itibaren heykel derslerine daha fazla alan açılmasıyla Gazi Eğitim Enstitüsü Resim-İş çatısı altında heykel yeni bir dal olarak eğitime başlamıştı. 1981 yılında Türk yükseköğretim sisteminin yeniden biçimlendirilmesiyle yani YÖK’ün kurulmasıyla birlikte sanat eğitimi veren kurumlar üniversite çatısı altında fakültelere dönüştüler. Bu anlamıyla Dokuz Eylül Üniversitesi Güzel Sanatlar Fakültesi, YÖK sistemi altında kurulan ilk güzel sanatlar fakültesidir.

1980’LERDEN GÜNÜMÜZE

Türkiye heykeltıraşlık tarihini kaplayan en önemli unsur Atatürk anıtlarından geçmektedir. Cumhuriyet'in kurucu figürü olarak Atatürk’ün ölümünden sonra ve neredeyse on yılda bir gerçekleşen her askeri darbenin sonucunda Atatürk anıtı furyası başlamıştır. Akademik eğitim almış heykeltıraşlarımız iyi örnekler yaptılar, ancak aynı akademik camiadan olmasına rağmen kötü örnekler daha çok yapıldı. Doğal olarak bir kazanç kapısı olduğu için her eline kil alan da Atatürk yaptı ve uzunca bir dönem heykeltıraşların en önemli geçim kaynağı Atatürk anıtları oldu. Türkiye’de sıradan insan için heykel denilince Atatürk anıtlarının anlaşılma nedenlerinden biri de budur. Sonuçta iki elin parmaklarını geçmeyecek sayıda Atatürk anıtının hakkını veren güzellikte eserler varken, geriye kalan çöptür. Ancak dikildiği yerde de öylece kalır. Çünkü kötü Atatürk anıtına “kötü” demek nereyse suç unsuru olarak tanımlanmıştır. Atatürk’ü Koruma Kanunu kötü Atatürk heykellerini de korur.(4)

DARBENİN SANATI: SERİ ATATÜRK HEYKELİ ÜRETİMİ

Bütün askeri darbeler de olduğu gibi 80 Askeri Darbesi de Atatürk heykelini kullandı. Özel sektöre ait seri heykel üretim yapan döküm fabrikası bile kurulmuştu. Seri üretim Atatürk heykelleri özellikle Kürt coğrafyasının en ücra köşesinden tüm ülkeye yayılan, işaret parmağı ile genelde askeri üniformalı (tek tük de olsa sivil) Cumhuriyet'in kurucusu olan Atatürk imgesi otoriter bir külte dönüştü.

80 Darbesi'yle doruk noktasına ulaşacak askeri cunta ve takip eden sağ liberal (Turgut Özal) dönemleri Türk heykeltıraşlık tarihinde heykelin hem anıt formundan hem de geleneksel heykel “yapma” tarzından biraz daha uzaklaştığı dönemlere de işaret eder. İlk kez 1977'de 1. İstanbul Sanat Bayramı'nda görülen, dünyada 1960’lı yılların avangart etkisinin hissedildiği “yeni eğilimler sergisi”, Batı'da eğitim almış o dönemin yeni kuşağı tarafından geleneksel resim ve heykel formatının dışında işler üretmeyle başlamışlar. 1979’da düzenlenen 2. Sanat Bayramı'nda artık resim ve heykel ayrımı ortadan kalkarak doğrudan “yeni eğilimler sergisi”ne dönüşecektir. 1987’ de düzenlenen “yeni eğilimler" iki yılda bir düzenlenen Bienal’e evrilir. Bu evrilme 1989’a kadar “Öncü Türk Sanatından Bir Kesit” sergisine ve 1989'dan 1993’e kadar “10 Sanatçı 10 iş” üst başlıklarıyla düzenlenen topluluk sergileriyle “Türkiye Çağdaş Sanatı”nın temel güzergahını oluşturacak farklı bir mecraya açılacaktır.

1989'da Berlin Duvarı'nın yıkılmasıyla dünya yeni bir kültürel iklime açılacaktır: çok kültürlülük. Sovyetler doksanlı yıllarda dağılmış, soğuk savaş dönemi kapanmıştı. Türkiye’de 90’ların ikinci yarısından sonra yaygınlaşmaya başlayacak olan yeni medya araçları kablolu televizyonlar ve internet olacaktır.

ÖZEL SEKTÖRÜN HEYKELE İLGİSİ 

90’lar Türkiye’si siyasi olarak en karanlık dönemlerini yaşamıştır. Jitem’ler, Sivas Olayları, Uğur Mumcu, Muammer Aksoy, Çetin Emeç, Bahriye Üçok’un faili meçhul cinayetlere kurban gitmeleri ve 90’ların sonuna doğru 17 Ağustos 1999 Kocaeli ve ardından Düzce depremleri hükümetlerin değişmesine neden olurken, küreselleşmenin etkisiyle daha liberal bir ekonomik modele teşvik edilmiş, banka ve özel sektöre ait galerilerin sayısı artmıştır.

1990'lar boyunca 3 büyük kentin dışında Anadolu’nun çeşitli illerinde güzel sanatlar fakülteleri ve heykel bölümleri açılmıştır. Akademilerde çağdaş sanat uygulamalarına öncülük eden eğitimci hocalar olmasına rağmen, sanattaki eğitim modeli çağdaş sanat uygulamalarına direnmiş, yetişen öğrencilerin çoğu geleneksel heykel uygulamalarına devam etmiştir. Genel anlamıyla 90’lar boyunca çağdaş sanat uygulamaları yapan sanatçılar dışında heykel sanatında doğrudan Türkiye’nin politik, ekonomik ve toplumsal izi sürülemez.

1993 yılında Nurettin Sözen’in İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanı olduğu dönemde “Açık Alanlara Üç Boyutlu Çağdaş Sanat Yapıtları Yerleştirme Etkinliği” düzenlenmiştir. İstanbul'un çeşitli noktalarına yerleştirilen toplam 10 heykel, açılan yarışma sonucu çağrılı olarak davet edilen sanatçılardan, belirlenen 10 kentsel alan içinde İstanbul'un çeşitli noktalarına yerleştirilmişti.

Bunlardan bazıları;

  • Taksim Gezi Parkı'nda Adem Yılmaz’ın mavi taşların üst üste bir form oluşturduğu, camekân içindeki heykeli, 2000'li yıllarda İBB tarafından kaldırıldı.
  • Beyoğlu Tünel’de “Açık Sütun” adlı Ayşe Erkmen ferforje sütunu, 2005 yılında “Yaya Sergileri’ kapsamında düzenlenen bir sanat yerleştirmesiyle birlikte ateşe verildiği için büyük hasar gören yapıt, sanatçının uğraşları ile restore edilerek tekrar yerine konabildi.
  • Rahmi Aksugur’un Maçka Demokrasi Parkı'nda “Seçkin Ziyaretciler” eseri hala durmaktadır.
  • Işılay Kür’ün Kadıköy Rıhtım Meydanı'nda bulunan heykeli 2008'de İstanbul Büyükşehir Belediyesi tarafından kaldırıldı,
  • Mümtaz Işıngör’ün Ihlamur’da bulunan heykeli daha sonra Akatlar'a taşındı,
  • Meriç Hızal’ın Üsküdar İskele Parkı’ndaki ‘Umut Kapısı’ adlı anıt-heykeli İBB tarafından 2018 Ağustos ve Eylül ayında yıkıldı,
  • Ümit Öztürk’ün 1993’te Yeşilköy’deki Atatürk Havalimanı kavşağına yerleştirilen “İstanbul” heykeli, Aralık 2009’da beton kırıcılarla kırılarak yok edildi. 2010 yılında heykelin benzeri yapılarak eskisinin yerine yerleştirildi,
  • Nurettin Sözen zamanında, 94'de başka bir heykel projesi daha gerçekleşti. Saraçhane Parkı'na Fatma Başoğlu, Hakkı Baha Çavuşgil, Handan Börüteçene, Meriç Hızal, Nurettin Günaydın gibi sanatçıların heykelleri yerleştirildi. Bunlar da belediye tarafından 2014'de parçalandı.
 YEREL YÖNETİMLER: HEYKELE TÜKÜREN DE VAR SEMPOZYUM DÜZENLEYEN DE

Hafızalarda yer eden ve literatüre geçen olay “heykele tükürmedir". 1994 yılında dönemin Ankara Büyükşehir Belediye Başkanı olan Melih Gökçek, Mehmet Aksoy’un heykelini ahlaka aykırı bulmuş, "Ahlaksızlığın adını sanat koymuşlar, ben böyle sanatın içine tükürürüm" diyerek heykeli kaldırmıştır. Gökçek tarafından yapılan heykel katliamı bununla kalmaz, Ankara Tandoğan meydanındaki Su Perili Havuz yerine Çaydanlık koyar, Sıhhıye Meydanı'nda Nusret Suman tarafından 1977'de yapılan Ankara’nın sembolü Hitit Güneş Kursu'nu kaldırır. Ancak kendisi dinozor heykelleri yaptırmakta beis görmez.

1990'lar hepten heykeltıraşlık için kötü yıllardır denemez. 1995 yılında İzmit'te, Saraybahçe Belediyesi ve Mimar Sinan Üniversitesi Heykel Bölümü'nün işbirliğiyle “Uluslararası 1. Şadi Çalık Mermer Heykel Sempozyumu” yapıldı. Heykeltıraşlar Kocaeli Fuarı'na kurulan açık hava atölyesinde halkla iç içe eserlerini ürettiler. Yine günümüze kadar gelen dünyanın en uzun soluklu Heykel Sempozyumu olan Değirmendere Zühtü Müridoğlu Ahşap Heykel Sempozyumu 1993 yılından bu yana 28. kez düzenlendi. Bu ve benzeri ülke çapına yayılan sempozyumlar 2000’li yıllar boyunca Türkiye heykel üretimine en sağlıklı katkıyı yapacak, genç sanatçı kuşağının hem yerel hem de uluslararası düzlemde tanınmasını sağlayacaktır.

KENT MEYDANLARINDAKİ HEYKEL 'ESTETİĞİ' 

2000’lere damgasını vuran muhafazakar iktidar ise, mümkün olan tüm göstergeleri kendi lehlerine çevirmeyi bir marifet saymışlardır.

Bir yandan resmi statüko (laikliği, Cumhuriyet'i ve Atatürk’ü temsil eden) “Dünyanın en büyük Atatürk anıtını biz yaptık" iddiasıyla (ayrıca neden dünyanın  geri kalanı “dünyanın en büyük Atatürk Anıtını” yapmak için yarışa girsin?) heykel fikrini anıta sıkıştırmaya devam ederken, gizli statükonun (bugünün artık resmi statükosu haline gelen muhafazakar statüko) heykel düşüncesini bile isteye tahrip edip, kendi başından bir darbe pratiği geçince, yapılanları canhıraş anlatmak için anıt fikrine başvurmuştur. Ancak ne var ki 15 Temmuz anıtları da tümüyle zevkten yoksun “kiç(kitsch)” ürünler oldular. Çünkü kötü beğeni uzunca bir zaman vardı, şimdi yerleşik hale geldi. Artık her ilimizi anlatan kiç anıtlarla doluyuz. Üzüm heykelleri, ekmek heykelleri, köfte, incir, gül, kiraz, sağ olsunlar bol köpüklü ayran anıtı bile var (ben, en çok rakı, beyaz peynir ve kavun anıtı bekliyorum).

* Dr. Öğretim Üyesi/ Kocaeli Üniversitesi Güzel Sanatlar Fakültesi Heykel Böl.


 NOTLAR:

(1) İstasyon, Fransızca "station (durma, duruş), (durma yeri, durak)" sözcüğünden alıntıdır. Fransızca sözcük de Latince aynı anlama gelen "stātio" sözcüğünden alıntıdır. Bu sözcük Latince "stāre, stāt (durmak)" fiilinden +tion sonekiyle türetilmiştir.

(2) Enstitü, Fransızca "institut (araştırma kurumu)" sözcüğünden alıntıdır. Fransızca sözcük de Latince "institutus (kurulmuş olan şey, kurum)" sözcüğünden alıntıdır. Bu sözcük Latince "instituere, institut- (dikmek, kurmak)" fiilinden türetilmiştir. Latince fiil, Latince "statuere, statut (durdurmak, dikmek, kurmak)" fiilinden in+ önekiyle türetilmiştir. Latince fiil Latince "status (durum, duruş)" sözcüğünden türetilmiştir.

(3) Statü, Fransızca "statut (kararname, yasa)" sözcüğünden alıntıdır. Fransızca sözcük de Geç Latince aynı anlama gelen "statutus" sözcüğünden alıntıdır. Bu sözcük, Latince "statuere (koymak, vazetmek, özellikle yasa koymak)" fiilinden türetilmiştir

(4) Atatürk Aleyhine İşlenen Suçlar Hakkında Kanun veya 5816 sayılı kanun, kamuoyunda anıldığı şekliyle Atatürk'ü Koruma Kanunu, 25 Temmuz 1951'de kabul edilmiş Türkiye Cumhuriyeti kanunudur.



Hiç yorum yok:

Yorum Gönder