26 Ekim 2023 Perşembe

Filistin halkının görkemli direnişi: İntifada (5) + 2006 Lübnan-İsrail Savaşı (6) + 7 Ekim’in gizemleri

 Filistin halkının görkemli direnişi: İntifada (5) - AYHAN KESER / SOL-Özel

İsrail yayılmacılığı işgal ve katliamlarını sürdürürken Filistin halkının direndiği dönemdi İntifada. Yaşamak için kitlesel olarak ve büyük bir öfke ile savaşmaktan başka yol kalmamıştı.

Türkçe karşılığı “ayaklanma” olan intifada sözcüğü kelimenin basit anlamıyla bir ayaklanmayı ifade etmiyor. Herhangi bir askeri, siyasi, dini ya da mahalli öznenin bir düşmana, rakibe ya da işgalci bir güce karşı ayaklanması elbette de küçümsenecek bir şey değil. Ancak Filistin’deki iki intifadanın ifade ettiği şey, bir halkın bütün araçlarla, çok geniş bir ölçekte ve çok büyük bir kitle katılımı ile gerçekleşen destansı bir direniş olarak çok daha köklü bir anlama sahip. 

Uzun süredir gündelik hayatı direnişle iç içe olmak durumdaki Filistinlilerin intifada sözcüğü ile ifade ettikleri ayaklanma dünyanın pek çok coğrafyasından bakıldığında algılanması güç, insanı dehşete sürükleyecek bir yoğunluğu temsil ediyor.

İntifadanın yollarını İsrail döşedi

Zaten ve en azından 1948’den beri hayatı zindana dönmüş bir halktan bahsediyoruz. Toprakları işgal edilmiş ama süreç bitmiyor; daha ne kadar üzerlerine gelecek İsrail, kestirmesi güç.

Ülkeleri, şehirleri yetmemiş evleri işgal edilmeye başlanmış. Altı Gün ve Yom Kippur savaşlarında kaybedilen topraklara gönderilen Yahudi yerleşimciler, zamanla askeri olarak işgal edilmemiş ve ihtilaflı bölgelerdeki Filistinlilerin üzerine de salınıyor.

Filistinlileri yıllardır, belki de on yıllardır yaşadıkları evlerden söküp atmaya gelen, üzerinde üniforma bulunmayan ama uyguladığı fiziksel ve psikolojik şiddetle insanları şoke ederek evlerine “çöken” bir sürü saldırgan…

Sırf bu tablo bile insanlık onuru için isyan etmeye yeter de artardı. Zaten Filistinliler gördükleri zulme direnişin çok güç örneklerine imza atmayı öğrenmek ve herkese öğretmek zorunda kalmışlardı.

Bitmeyen zorunlu göç

1948’den beri sürekli toprakları elinden alınan Filistinliler hem kendi ülkelerinde hem de komşu ülkelerde mülteci olarak yaşamak zorunda kaldılar. Dizimizin bir önceki yazısında Filistinli mültecilerin yaygınlığına ve ortaya çıkardığı sorunlara biraz değinmiştik.

Ancak orada sadece mültecilerin yaygınlığına işaret ettik. Mülteciliğin sosyo-ekonomik ve psikolojik tahribatı çok büyük oldu. Filistinli mültecilerin durumunu tarif edebilmek için önce daha içeriden bildiğimiz naif bir parantez açalım. 

Biz Almanya’ya işçi olarak çalışmaya gitmiş bir kuşağın çocukları, akrabaları, komşularıyız ve “Almanya acı vatan” türküsünün boşuna yakılmadığını ailemizden ya da komşularımızdan biliyoruz. 

Oysa hepsi olmasa da 60’larda Almanya’ya işçi olarak gidenlerin çoğunun Türkiye’de evini arabasını aldığını da yaşayarak gördük. Zaten mülteci değil işçiydiler, çalışmaya gittiler, isteyenler bir süre sonra Türkiye’ye döndüler. Ama o türkü yine de yakıldı, gurbet zordu, “el kapıları, kölelik kapıları…”

Bu parantezi konudan biraz uzaklaşmak pahasına açmamın nedeni şu: 50-60 yıl önceki Almanya’ya emek göçü bile ardında bir sürü dram biriktirmişken bununla asla kıyaslanamayacak boyutta şeyler yaşayan Filistinli mültecilerin hissettiklerinin şiddeti üzerine biraz daha düşünebiliriz belki.  

Kaybedilen bir toprak parçası değil nefes almak, su içmek, yürümek, yürürken şakalaşmak gibi en basit insani ve yaşamsal şeyler oldu. Filistinliler ne yöne baksalar İsrail şiddetini gördüler. Sevdikleri herkesin ya öldürüldüğünü ya sakat kaldığını ya da topraklarından sürüldüğünü gördüler. 

Yaşadıkları, büyüdükleri şehirlerinin yerle bir edilişine tanıklık ettiler. Dünleri, bugünleri, yarınları yok ediliyordu. 6 Şubat depreminde yerle bir olan şehirlerimizi düşünün burada. Neler gördünüz, neler yaşadınızsa işte Filistinlilerin hayatının bir rutini haline gelmişti işte hepsi. 

Depreme karşı alınacak önlemler başka elbet ama yaşananları kabullenemeyişimize eşlik eden o hınç, Filistinlilerin karakteri haline geldi. Bu nedenle yalnız kaybedilen savaşların ardından değil, en “sıradan” zamanlarda bile günden güne öfke doldu içleri.

(Birinci) İntifada başlıyor

İsrail işgalleri ile birlikte oradan oraya sürüklenen Filistinliler için bir başka önemli sorun da yaşamı sürdürebilmek için ihtiyaç duydukları geçim araçları oldu. Bunun sonucunda çok sayıda Filistinli artık İsrail toprağı sayılan bölgelerde çalışmak durumunda kaldı. 1985 yılına gelindiğinde yüz bine yakın Filistinli işçi İsrail’de çalışıyordu. 

8 Aralık 1987’de İsraile ait bir askeri aracın şoförü Erez kontrol noktasında İsrail’deki işlerinden dönen Filistinli işçilere çarparak dört kişiyi öldürdü. Hayatını kaybedenlerin üçü Cibaliye mülteci kampında yaşıyordu ve haber kampa ulaştığında büyük bir öfke açığa çıktı.

9 Aralık itibarıyla bu öfke Gazze, Batı Şeria ve Doğu Kudüs’te hızla yayıldı. İsrail askerlerinin protesto gösterisi yapan Filistinlilerin kollarını kırdığı görüntülerin televizyonda yayınlanmasıyla birlikte Filistinliler için tek yol kalmıştı: Yaklaşık altı yıl sürecek İntifada başladı. 

Taş İntifadası olarak bilinen ilk intifadada bizde de yaygın olarak kullanılan küçük sapanların dışında çoğumuzun artık haberlerden tanıdığımız ve deve sapanı da denen sallama sapanlar kullanan Filistinliler, İsrail güçlerini taş yağmuruna tuttu.

Ancak İntifada atılan taşlardan ibaret değildi. Filistinliler bu süre boyunca grevler düzenlediler, sabotaj eylemleri gerçekleştirdiler, başta İsrail bankaları olmak üzere ekonomik birimlere saldırdılar, bitmez tükenmez bir azimle baş kaldırdılar.

Örgütlü ayaklanma

İntifada’yı başlatan sosyo-ekonomik faktörler, İsrail yayılmacılığı ve vahşeti, sonu gelmez baskılar düşünüldüğünde o soförün aracı Filistinlilerin üstüne sürmesi fitili ateşlemiş olabilir ancak birikmekte olan öfke taştığı anda Filistinliler büyük bir örgütlülükle hareket ettiler.

Yurtsever Birleşik Önderlik çatısı altında hareket eden Filistin Kurtuluş Örgütü, Filistin Demokratik Cephesi, Filistin Halk Kurtuluş Cephesi ve Filistin Komünist Partisi ayaklanmanın önderliğini üstlenmişti. İslami Cihad da varlığını hissettiriyor ve bazı durumlarda YBÖ ile eşgüdüm halinde çalışabiliyordu. Yeni kurulan Hamas ise kendien alan açmaya çalışıyordu.

Yurtsever Birleşik Önderlik yalnızca saldırıları organize etmiyor, oluşturduğu Halk Komiteleri aracılığı ile gıdadan ilk yardıma, ticaretten tarıma 12 alt komite ile çalışıyor ve hayatın her alanında herkesi örgütlü bir şekilde İntifada’ya dahil ediyordu. İntifada başladıktan sonra kısa süre içinde yaklaşık bir buçuk milyon kişiyi koordine edebilen bir yapıya kavuştu. 

Birinci İntifada’nın sonuçları ve Oslo I Anlaşması

İntifada’nın sürdüğü altı yıl boyunca 1162 Filistinli hayatını kaybetti, yüz bine yakın Filistinli yaralandı, binlercesi tutuklandı. Ancak süreç İsrail açısından da iyi gitmiyordu. Özellikle örgütlenen grevlerin ve sabotajların ekonomiye verdiği zarar önemli seviyelere ulaşmıştı.   

1991’de gerçekleşen Madrid Konferansı ile başlayan barış görüşmeleri kesintilerle devam etti ve Filistin ile İsrail arasındaki Oslo Anlaşmalarının ilki 20 Ağustosta bağlanmış oldu. Anlaşma metni ise 13 Eylül 1993’te Bill Clinton’ın nezaretinde ve halka açık bir törenle imzalandı. 

Oslo I Anlaşması ile birlikte İsrail FKÖ’nün Filistin halkının temsiliyetini üstlendiğini ve Fililstin Ulusal Yönetimi’nin Batı Şeria ve Gazze Şeridi’nden oluşan meşru bir idari yapı olduğunu kabul etti. 

Yaser Arafat liderliğindeki FKÖ ise bu anlaşmadaki bir madde ile İsrail devletinin varlığını ve güvenlik endişelerini tanıdı.

İkinci İntifada’ya giden süreç

Oslo I Anlaşması Batı tarafından “iki devletli çözüm”ün tutamak noktası olarak gösterilse de ne Filistinlilerin sorunlarını çözebildi ne de içeride güçlü bir destek gördü. 

Anlaşma ile Filistin yönetimine sadece Batı Şeria ve Gazze kalmıştı. Kimileri “en azından buradaki Filistin egemenliği tanındı” dese de madalyonun öteki yüzünde geri kalan bölgelerdeki İsrail egemenliğinin tanınması vardı. 

Birinci İntifada başladıktan iki gün sonra Müslüman Kardeşler’in Filistin kolu olarak kurulan Hamas ve İslami Cihad gibi İslamcı örgütlerin yanı sıra Filistin Halk Kurtuluş Cephesi başta olmak üzere Filistin solundan pek çok örgüt de Oslo Anlaşmalarını reddediyordu. 

28 Eylül 1995’te imzalanan Oslo II Anlaşması da tarafları memnun etmekten ziyade hoşnutsuzluğu artıran bi etki yaptı ve izleyen yıllarda tarafları memnun edecek çözümlere ulaşılamaması üzerine Camp David Zirvesi toplandı.

Camp David’den İkinci İntifada’ya

Temmuz 2000’de Camp David’de toplanan zirveye Bill Clinton, Yaser Arafat ve Ehud Barak katıldı. Ancak zirvede tarafları tatmin edecek sonuçlar alınamadı ve başarısız bir girişim olarak tarihteki yerini almış oldu. 

Zirvedeki tartışmalı konulardan biri Filistinlilerin Haram El Şerif, İsraillilerin de ise Tapınak Tepesi olarak adlandırdığı ve içinde Mescidi Aksa’nın da bulunduğu bölge idi. Hem Müslümanlar hem Hristiyanlar için kutsal anlamlar taşıyan bölge üzerindeki hakimiyet iddiaları gerilimi kolaylıkla tırmandırıyordu.

Zaten Birinci İntifada’nın ilk günlerinde kurulan Hamas gibi dinci örgütlenmeler için din temelli ayrımlara yaslanmak tercih edilir bir şeydi. Filistin soluna karşı güç kazanması için önü açılan Hamas’ın yaydığı dini propagandaya bir de Sabra ve Şatilla Katliamı’nın baş sorumlusu, Beyrut Kasabı namlı Ariel Şaron’un bölgeyi ziyaret etmesi tuz biber ekti ve öfke patladı. 

O sırada muhalefetteki Likud Partisi’nin lideri olan Ariel Şaron 18 Eylül 2000 günü yanına aldığı bin güvenlik mensubuyla Tapınak Tepesi’ni (Haram El Şerif) ziyaret etti ve Tapınak Tepesi’nin ilelebet Yahudilerin elinde olacağını ilan etti. 

Daha önceden yayılan haberlere verilen şiddetli itirazların etkisi ile Mescidi Aksa’ya girmeyen Ariel Şaron yine de bir gövde gösterisi yaptı ve hem Filistin halkına meydan okudu hem de İsrail içi dengelere müdahale etmeye başladı. 

İkinci İntifada’nın fitili ateşlendi

Şaron’un Haram El Şerif (Tapınak Tepesi) üzerindeki egemenlik iddiası ve meydan okuması büyük bir tepkiye yol açtı. Camp David zirvesinin başarısızlığı ile tükenen barış umutları yerini yine artan bir öfke bıraktı ve tarihe İkinci İntifada olarak geçecek dört buçuk yıllık ayaklanma başladı. 

Birinci İntifada kullanılan en yaygın araçla özdeşleşip Taş İntifadası olarak da anılıyordu. İkinci İntifada ise olayları başlatan yer nedeniyle El Aksa İntifadası olarak anıldı. İki intifada arasındaki farklardan biri de ikincisinde Hamas ve İslami Cihad’ın intihar saldırısını etkin bir araç olarak kullanması oldu. 

İkinci İntifada aynı zamanda özgür bir Filistin devleti kurulmadan yapılan barış girişimlerine dönük de bir yanıt anlamını taşıdı ve direniş şiddetlendi. 

Hamas’ın güçlenmesi

Bu noktada bir tartışma Hamas’ın nasıl hızla güç kazandığı oldu. Hamas bir yandan uluslararası bir İslamcı örgüt olan Müslüman Kardeşler’in koluydu. Bu belli bir dış destek anlamına geliyordu ve büyümenin bir kanalını bu oluşturdu. 

İkinci olarak hayatlarının her gününü kapana sıkışmış halde yaşayan Filistinlilerin içinde biriken öfke ile Hamas’ın intihar saldırıları arasında kolay bir rezonans yaşandı. Kabına sığmayan öfke kendine akacak kanal buluyordu.

Üçüncü kritik nokta ise dinci bir örgüt olarak Hamas’ın Filistin Kurtuluş Örgütü’ne kıyasla daha tercih edilir bir düşman olmasıydı. Siyonist İsrail yönetimi açısından “İslamcı terör örgütü” Hamas ile mücadele dünyada büyük bir prestij elde etmiş olan Yaser Arafat önderliğine göre çok daha kolaydı. 

Bu bakımdan Mossad’ın Hamas’ın güçlenmesine seyirci kaldığı, bazı örneklerde çeşitli araçlarla önünü açtığı ve Filistin solunu geriletmek için Hamas’ı kullandığı artık sır değil.

İkinci İntifada ve sonrası

İkinci İntifada içindeki tek özne elbette Hamas değildi. FKÖ tarafından imzalanan Oslo Anlaşmalarını Filistin Halk Partisi dışındaki solun tamamı reddetmiş ve mücadeleye devam demişlerdi. 

Bu örgütler İkinci İntifada süresince bütün olanakları ile İsrail güçlerine saldırılar düzenlediler, grevler örgütlediler ve sabotaj vb. eylemlerle İsrail’i her alanda yıpratmayı sürdürdüler. 

İsrail ise İntifada boyunca direnşin liderlerine dönük saldırılarını artırdı. 2000 yılında FHKC Genel Sekreterliği görevini George Habaş’tan devralan Ebu Ali Mustafa Ramallah’taki ofisine helikopterle düzenlenen füze saldırısı sonucu öldürüldü. FHKC bu suikaste cevap olarak 2001’de İsrail Turizm Bakanı Rehavam Zeevi’ye suikast düzenledi ki aşırı sağcı Zeevi İkinci İntifada’da öldürülen tek İsrailli siyasetçidir. 

Ebu Ali Mustafa’nın öldürülmesinin ardından FHKC Genel Sekreteri olan Ahmet Saadat ise İsrail baskıları sonucu Eriha’da hapsedildi. İsrail daha sonra Saadat’ın bulunduğu hapishaneyi basarak onu İsrail’e kaçırdı ve düzmece bir mahkeme sonucunda 30 yıla mahkum etti. 

İsrail 2002 yılında Yaser Arafat’ı Ramallah’taki karargahında ev hapsine aldı ve Arafat 2004 yılında gttiği Fransa’da hayatını kaybetti. Arafat’ın ölümünden İsrail sorumlu tutuldu. 

İkinci İntifada’yı bahane eden İsrail Batı Şeria ile İsrail arasına Utanç Duvarı’nı (Ayrım Duvarı) inşa etmeye başladı. 

İkinci İntifada Arafat’ın ölümünü izleyen günlerde toplanan Şarm El-Şeyh Zirvesi ile son buldu. Zirvede yeni Filistin lideri Mahmud Abbas şiddet eylemlerinin sona ereceğini taahhüt etti. Ariel Şaron ise Batı Şeria’dan çekilmeyi ve 900 Filistinli mahkumu serbest bırakmayı kabul etti. Böylece yaklaşık dört buçuk yıl süren ve bin civarı İsrailli ile beş bine yakın Filistinlinin hayatını kaybettiği İkinci İntifada sona erdi.  

                                                                    /././

2006 Lübnan-İsrail Savaşı (6) - AYHAN KESER/SOL-Özel

15 yıl süren iç savaşla ülkesi tarumar olan Lübnan halkının kaderinde bir kez daha İsrail ile savaşmak vardı. Ancak 2006 yılındaki savaşı bu sefer İsrail kaybetti.

Çok kültürlü yapısıyla bir yandan Orta Doğu’nun zenginliklerinin en güzel temsilcilerinden olan Lübnan, Filistin’den sonra bölgedeki İsrail saldırganlığından en fazla etkilenen ülkelerin başında yer alıyor. 

1948 sonrası oluşturulan ve sürekli genişleyen mülteci kampları ve İç Savaş sırasında yaşanan İsrail işgali hatırlandığında durumun vehameti daha iyi anlaşılabilir. Çok kültürlülüğün kısa sürede çok boyutlu bir sürekli çatışma haline dönüştüğü ülkedeki dengeler sürekli değişiyor ve Lübnan halkı iç ve dış müdahalelere açık hale geliyordu.

Her ne kadar Lübnan Komünist Partisi dahil pek çok sol örgüt  iç savaşta etkin bir pozisyon alsa da çatışmaları şiddetlendiren tarafın Hristiyan Falanjistler olması iç savaşta İslamcı örgütlerin adım adım öne çıkmasına yol açmıştı. 

Lübnan’daki siyasi dengeleri değiştiren önemli bir gelişme Lübnan Hizbullahı’nın 1982 yılında İsrail işgaline karşı kurulması oldu. İç savaş sırasında ülkedeki İsrail ve ABD varlığına dönük şiddetli saldırılar düzenleyen Hizbullah hem taraftar kazandı hem de İran’dan aldığı destekle birlikte siyasi ve askeri kapasitesini günden güne geliştirdi.

2006 savaşı kimler arasında gerçekleşti?

Savaş literatürde 2006 Lübnan Savaşı, Hizbullah-İsrail Savaşı gibi isimlerle anılıyor. Oysa ne Lübnan devletinin savaşa bir dahli oldu ne de İsrail ile savaşanlar Hizbullah’tan ibaretti. Lübnan hükümeti savaşı tetikleyen Hizbullah eylemlerinin kendisini bağlamadığını iddia ederken, İsrail ise saldırılardan Lübnan devletini de sorumlu tuttuğunu ilan ediyordu.

Lübnan Silahlı Kuvvetleri için hem ülkedeki dini temelli ayrışmalar hem iç savaşın etkileri sonucu bölgenin en zayıf ordusu diyebiliriz. Örneğin 2023 verilerine baktığımızda, Global Firepower Ajansı verilerine göre İsrail Ordusu askeri güç bakımından 145 ülke içinde 18. sırada bulunuyorken Lübnan Ordusu 111. sırada yer alıyor. Yani Lübnan Ordusu’nun 2006 savaşı sırasındaki pasif tutumunda güçler arasındaki uçurumun da etkili olduğu söylenebilir.

Bu tabloda İsrail’in karşısında temel olarak Hizbullah yer alsa da Lübnan Komünist Partisi ve Ahmet Cibril liderliğindeki Filistin Halk Kurtuluş Cephesi - Genel Komutanlık gibi devrimci örgütler de vakit kaybetmeksizin İsrail işgalinin karşısına dikildiler. 

Savaşın başlangıcı

İsrail Güney Lübnan’ı işgaline gerekçe olarak Hizbullah’ın 12 Temmuz 2006’da 8 İsrail askerini öldürüp 2 askeri rehin almasını öne sürdü. Oysa tıpkı Filistinliler gibi Lübnanlıların da İsrail’e direnmek için yeni bir sebep aramalarına gerek yoktu. İsrail vahşeti her an kendini hissettiriyordu. 

Hizbullah kanadı ise resmen farklı açıklamalar yapsa da saldırıların ardındaki öfkeyi bileyen gelişme İsrail’in Gazze Şeridi’ne düzenlediği saldırılarda sahilde dinlenen bir aileyi tüm üyeleriyle birlikte yok etmesiydi. 
Hem İsrail Lübnan’daki Filistinli mülteci varlığını kendisi için bir tehdit olarak gördüğü hem de Hizbullah daha ilk kuruluş günlerinde varlığını İsrail’i yok etmekle tanımladığı için tarafların birbirlerini savaşı istemekle suçlamasının iki yönden de bir zemini olduğu söylenebilir.

Lübnan Komünist Partisi direniş saflarında

İsrail birlikleri Güney Lübnan’dan ülkeye girdiklerinde Lübnan Silahlı Kuvvetleri mensuplarının hiç karşı koymaması, hatta bazı noktalarda İsrail askerlerini “ağırladığı”na dair haber ve söylentiler çıkması aklı başında herkesin ayıpladığı, utanç verici bir sicil olarak not edildi. 

Bu utanca ortak olmayanlar arasında Lübnan Komünist Partisi de yerini aldı. İsrail işgali başlar başlamaz direniş kararı alan Parti, üye ve dostlarından örgütlediği silahlı güçleri hemen sahaya sürdü. Elbette 2006 savaşı sırasında askeri olanaklar açısından LKP’nin gücü Hizbullah’a kıyasla ihmal edilebilir bir seviyedeydi ancak komünist parti hem iç savaş sırasında zorlu bir mücadele vermişti hem de işgale direnme kararı alırken “şu an elimizde ne var” diye sormadan derhal cepheye koşacak kadar da yurtseverdi. 

Savaşın ilk günlerinden itibaren aktif bir tutum alan komünistler 8 üyelerini ve 4 parti dostlarını yitirdiler. Savaştan kısa bir süre sonra bir röportaj veren LKP Genel Sekreteri Haled Haddadeh, kendi güçlerini abartmıyor ancak kararlılıklarını temsil ediyordu: “Partimizin kısıtlı askeri olanaklarına karşın, yoldaşlarımız tüm cephelerde direniş saflarında savaştı. Bu çatışmalarda sekiz yoldaşımızı ve dört parti dostumuzu yitirdik. Topraklarımızı kurtarmanın dışında, Arap dünyasına ve dünyanın geri kalanına, komünistlerin, bulundukları her yerde direnişe katıldıklarını göstermek istedik. Anti-emperyalist direnişi yürütenlerin dini güçlerden ibaret olmadığını gösteriyoruz.”

Haddaded röportajda Hizbullah’ın hakkını teslim ediyor ancak Hizbullah yetkililerinin de kendilerini ziyaret eden yabancı heyetlere komünist partinin savaştaki rolünün önemini anlattıklarını hatırlatarak Lübnan’ın kaderiymiş gibi sunulan din temelli örgütlenmelerin ötesinde, büyük bir örgütsel ilgi ile karşı karşıya olduklarını vurguluyordu. 

Direniş İsrail’i püskürtü

34 gün süren savaşın en önemli sonucu İsrail’in yenilmezliği ilizyonunun dağıtılması oldu. O tarihe kadar neredeyse girdiği tüm savaşları kazanan İsrail, iç savaş sırasında başkent Beyrut kapılarına kadar ilerleyebildiği Lübnan’da bu sefer Hizbullah’ın başını çektiği direniş duvarına tosladı. 

Lübnan Silahlı Kuvvetleri tarafından adeta “buyur edildikleri” Güney Lübnan’dan yukarı doğru ilerlemeyi bekliyorken Hizbullah, LKP, FHKC-GK gibi örgütlerin anında reaksiyon göstermesi ve halkın büyük desteğini kazanmasıyla hem İsrail ağır bir hezimet yaşamış oldu hem de Lübnan ve Filistin halkı için büyük bir moral elde edildi.

Bir ay süren savaşta Lübnanlı direnişçiler üç yüz civarı kayıp verirken bine yakın Lübnanlı sivil hayatını kaybetti. İsrail ise kayıplarının 150 civarı olduğunu söylese de uluslararası kaynaklar bu rakamın bini aştığı tahmininde bulundular. Savaş nedeniyle bir milyona yakın Lübnanlı mülteci durumuna düştü.

1701 sayılı karar hezimeti perdeleyemedi

Savaşı sonlandıran ve içerik olarak çok zayıf olan 1701 sayılı BMGK kararı direnişçiler tarafından İsrail’in imajını koruma çabası olarak yorumlandı. Ancak onlar için önemli olan İsrail’in tosladığı duvardan gerisin geri kaçması idi. 

Tarafların çatışmalara son vermeleri, Lübnan’da tüm kontrolün Lübnan Hükümeti’ne geçmesi gibi maddelerle Hizbullah’ı sınırlandırıyor gibi görünen Karar, İsrail’e yaşadığı hezimetin derinleşmesiyle Lübnan’ın İsrail’in Vietnam’ına dönüşmesini engellemek için bir fırsat sunuyordu.

Savaşı sona erdirmek yapılan girişimler sonucu 11 Ağustos’ta alınan Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi 1701 Sayılı Kararı’nı Hizbullah 12 Ağustos’ta, İsrail ise 13 Ağustos’ta kabul etti ve 14 Ağustos 2006 günü ateşkes ilan edildi.

Savaşın ardından Lübnan Hizbullahı ve Hasan Nasrallah’ın popülaritesi önemli ölçüde artı ve örgütle lideri İsrail karşıtı kamuoyunda öne çıkan öznelerden biri haline geldi.

                                                                   /././

7 Ekim’in gizemleri - soL/Çeviri

Hamas rehineleri serbest bırakır ve İsrail Gazze'yi bombalamaya devam ederken birçok soru cevapsız kalıyor.

Seymour Hersh’ün 25 Ekim 2023’te yayımladığı “7 Ekim’in gizemleri” makalesini soL çevirdi.

Çeviri: Elif Örnek

On yıl önce, Orta Doğu'ya yaptığımız bir seyahat sırasında, eşim ve ben Kudüs'teki bir otelde, Gazze'ye yaptığı haber turundan yeni dönen bir Amerikalı gazeteci- fotoğrafçıyla birlikte pizza yiyorduk. Amerikan televizyon kanallarından birinde çalışan bir spiker ve eşi de bize katıldı. Gazeteci ve fotoğrafçı olan kişi bir ara garsonumuzla Arapça sohbet etti ve bu sohbet, tek başına yemek yiyen takım elbiseli ve kravatlı orta yaşlı bir beyefendinin masamıza yaklaşıp bize katılıp katılamayacağını sormasına neden oldu. Kendisinin Kudüs'teki Amerikan konsolosluğunda çalışan, Gazze hakkında rapor vermekle görevli bir albay olduğunu belirtti. Tek sorunun Gazze'ye gitmesine izin verilmemesi olduğunu, bu nedenle gazetecilerin yaptıkları ziyaretten bahsettiklerini duyunca daha fazla bilgi edinmek istediğini söyledi. 

Kendisini buyur ettiğimiz albay, muhabirlerin karşılaştığı yoksunluk ve çaresizlikle ilgili bir brifing aldı.

Gazze ve Hamas -2007'den beri bölgeyi yöneten İslamcı grup- bugün de karanlık ve kafa karıştırıcı konular olmaya devam ediyor. Hamas neden 7 Ekim'de sabahın erken saatlerinde İsrail'in güneyindeki bir dizi korumasız kibbutzime baskın düzenledi? O sabah neden sadece birkaç İsrailli asker görev başındaydı? 

Biz medya mensupları hikayenin tamamını bilmiyoruz. Başbakan Benjamin Netanyahu İsrail'in vatandaşlarını savunmadaki başarısızlığı hakkında hiçbir şey söylemezken, önde gelen bazı generaller bu ihmallerinden dolayı kamuoyu önünde özür diledi. Hamas  ise yetkilendirdiği görevin yalnızca olası bir esir takasında kullanılmak üzere birkaç İsrail askerinin yakalanmasını amaçladığında ısrar etmekte. Hamas ajanları operasyona 7 Ekim sabahı erken saatlerde Gazze'yi İsrail'den ayıran korumasız çitleri havaya uçurarak başladı. 

Hamas ayrıca kargaşanın büyük kısmının diğer terörist gruplar ve Gazze'nin mağdur vatandaşları tarafından çıkarıldığını ve onları durduracak hiçbir İsrail askeri olmaksızın yıkılan kapılardan ve tel örgülerden akın ettiklerini iddia etti. Güçlü bir Hamas'ın Washington'daki bazı isimlerin uzun zamandır istediği iki devletli çözümü olanaksız kılacağı düşüncesiyle İsrail'in, Başbakan Binyamin Netanyahu'nun teşvikiyle, Katar'dan sağladığı fonlar yoluyla Hamas’ı  finanse ettiği yaygın bir şekilde rapor edildi. 

İşte bugün geldiğimiz nokta bu. İsrail şu anda Gazze şehrini sürekli bombalayarak enkaza çevirme sürecinde ve yakın gelecekte bir kara harekatına başlamayı planlıyor. Konuya hakim bir Amerikalı yetkili bana, İsrail yönetiminin, saldırı için gerekli manevralar ve koordinasyon konusunda çoğu sadece birkaç haftalık eğitim almış olan birliklerini göndermeden önce Hamas'ın geniş tünel sistemini sular altında bırakmayı düşündüğünü söyledi. Böyle bir hareket İsrail'in hâlâ tehlikede olan rehineleri gözden çıkarmaya hazır olduğu anlamına gelebilir.

İki yüzden fazla olduğu tahmin edilen rehinelerin nerede olduğu açık bir soru. İsrail sadece Hamas rejiminin sona erdiğinden bahsediyor ve Hamas şu ana kadar dört rehineyi serbest bıraktı. Dün iki yaşlı İsrailli, bilinen hiçbir talep olmaksızın serbest bırakıldı.

Bu, üç gün içinde gerçekleşen ikinci serbest bırakma oldu. İlkinde sağlık durumları iyi görünen iki Amerikalı, bir anne ve genç kızı serbest bırakılmıştı. Dördü de Uluslararası Kızıl Haç Komitesi'ne teslim edildi. Amerikalı yetkili bana İsrail yönetiminin yakında daha fazlasının gelmesini beklediğini söyledi. Serbest bırakmalar, İsrail'in topyekûn bir kara saldırısının habercisi olduğu varsayılan aralıksız bombardıman nedeniyle Hamas liderliğinin baskı hissettiğinin bir işareti olabilir. Aynı zamanda Hamas'ın İsrail bombardımanının rehine politikasını belirlemesine izin vermeyeceğinin de bir işareti olabilir. Birleşmiş Milletler'in ilk yardım kamyonlarının Mısır'dan bir milyona yakın aç ve susuz mültecinin beklediği güney Gazze'ye akmaya başlamasından bu yana daha fazla sayıda İsrailli esirin serbest bırakılması konusunda gizli görüşmeler yapılıyor. 

Amerikalı yetkili bana, yardım sevkiyatının tamamının doğrudan Gazze'de bulunan Kızıl Haç temsilcilerine teslim edilmesi gerektiğini söyledi ve ekledi; "Ancak Mısırlı BM yetkilileri pay istedi, Hamas da öyle." Yetkili, uzun süren pazarlıklardan sonra geçen haftanın sonlarına doğru bir anlaşma yapıldığını söyledi. Yetkiliye göre, yardım ürünlerinin dağıtımı Gazze'deki Kızılhaç yetkililerine bırakılacak ve Hamas kendi payını "tünellerdeki savaşçılarına ve onların ailelerine" gönderecekti. Geri kalanı ise yandaşlara, yani Hamas yönetiminin üst düzey üyelerine gidecek. Buna karşılık Hamas, yardım ürünlerinin transferi gerçekleştiğinde on rehineyi daha serbest bırakacaktı. Serbest bırakılacak rehineler arasında Amerikalıların olup olmadığı bilinmiyor.

Söz konusu pazarlığı özetleyen Amerikalı yetkili anlaşmanın neden bozulduğunu bilmediğini söyledi. Ancak işin içindeki açgözlülüğü de küçümsedi. "Mısırlılar ve Filistinli gruplar yardım malları için kavga ediyordu," dedi bana, "Temiz su ve yiyecek olmadan yaşayan ihtiyaç sahipleri acı çekmeye devam edecek."

Hamas'ın askeri kanadı Kassam Tugayları'nın, saldırıya uğrayan kibbutzim ve köylerde en az sekiz saat boyunca İsrail Ordusu'nun bulunmadığı bir günde tek saldırgan ya da rehine toplayıcı olmadığı 7 Ekim saldırısından bu yana kamuoyunda tartışılmayan ciddi bir komplikasyon.

Amerikalı yetkili bana "El Aksa Şehitleri Tugayı'nın da saldırıya katıldığını biliyoruz" dedi. Yetkili, Amerika Birleşik Devletleri, İsrail, Avrupa Birliği ve dünya çapında bir dizi başka ülke tarafından terör örgütü olarak tanımlanan Filistinli silahlı gruplardan oluşan bir koalisyona atıfta bulunuyordu. (Hamas da ABD ve AB tarafından terörist grup olarak tanımlanıyor).

"Saldırı Hamas'ın sivil liderliği için bir sürpriz miydi? Hayır. Uzun süredir planlanıyordu ve koordine ediliyordu. Terörizm geçmişi olan diğer çıldırmışlar da güçlerini birleştirmek için görevlendirildi. Başarı bekliyorlar mıydı? Hayır. Saldıran güç korkunç bir vahşete imza attı mı? Evet. Hamas için beklenmedik miydi? Hayır. İşin içinde olan herkes niyetini ilan etti ve bunu son yirmi yıldaki taktikleriyle de kanıtladı. İsrail karşılık verecek ve Hamas'ı yok edecek mi? Evet. 

Peki haklılar mı? Bir Yahudi devletinin kurulması haklı mıydı? Bir kişinin ikinci soruya vereceği yanıt ilk sorunun yanıtı niteliğinde.” Yetkili şöyle devam etti: "Mülteciler açlıktan ölecek mi? Hayır. İnsanların onların gerçek acılarına duyduğu sempati günü kurtaracak."

Uzun süredir planlanan 7 Ekim saldırısının nasıl kontrolden çıktığına dair benzer bir açıklamayı, Amerikan istihbarat değerlendirmelerine erişimi olmayan, uzun süredir Ortadoğu siyaseti üzerine çalışan bir uzmandan da dinledim. "Filistin operasyonunun amacı tam da buydu" dedi bana, "İsraillileri küçük düşüren ve onları temellerinden sarsan şok edici ve ilham verici bir askeri operasyon. Hamas askeri komutanlarının elinde [İsrail içindeki] üslerin bir haritası vardı ve bilgisayar sunucularını içerdikleri potansiyel olarak riskli tüm bilgilerle almak istiyorlardı ve muhtemelen bunları analiz için İran'a göndereceklerdi."

Bana söylenenlere göre Hamas'ın bir diğer hedefi de İsrail ordusundan esir almak ve İsrail'i binlerce Gazzeli ve Batı Şerialı mahkumun serbest bırakılması karşılığında takas yapmaya zorlamak; Gazze'deki kuşatmayı kırmak ve 1993 Oslo Anlaşmaları ile Batı Şeria ve Gazze'yi kontrol etmekle görevlendirilen Filistin Kurtuluş Örgütü ile rekabete devam etmekti. Uzman, "Başarılı bir saldırının bir diğer getirisi de Suudi Arabistan ile İsrail arasında devam eden normalleşme görüşmelerini sekteye uğratmak olurdu" dedi.

Hamas'ın Kassam kanadı, İsrail ordusunun dikkatini dağıtmak için roket fırlatarak saldırıyı başlattı ve ardından Gazze'nin etrafındaki çitin 24 saat gözetlenmesini sağlayan elektronik sistemi etkisiz hale getirdi. Yıkılan çitten içeri giren Hamas savaşçılarını, İsrail'e karşı öfkeleri dinmeyen ve Gazze Şeridi'ndeki diğer direniş gruplarının üyeleri gibi saldırıya katılmaya hevesli olan Gazze şehri sakinleri takip etti. Uzman, kendisine tüm gece süren dans partisine saldırmanın -o sabah 60 genç İsrailli katledilmişti- ilk planın bir parçası olmadığının söylendiğini, ancak planlı olsun ya da olmasın, dans partisindeki ve İsrail yerleşimlerindeki cinayetlerin nihai olarak Hamas'ın sorumluluğunda olduğunu kimsenin inkar etmediğini söyledi.

Uzman, Hamas liderliğine göre bugün İsrail ordusu için kritik meselenin, askerleri ele geçirmeyi amaçlayan planlı bir Hamas komando baskınının "bir hapishane firarına dönüşmesi" olduğunu söyledi. İlk Hamas saldırganlarının hiçbir engelle karşılaşmadan içeri girdiği haberi Gazze'de hızla yayıldı ve Gazzelilerden oluşan spontane gruplar ve aceleyle oluşturulan şehit vurma timleri yıkılan çitlerden içeri akın etti. Uzmana göre sonuç "operasyonu feci bir başarıya" dönüştürdü.

Ortaya çıkan çeşitli videolarda kaçırılma anları görülebilen 200'den fazla rehine bir motosikletin ya da bisikletin arkasına bindirilerek ya da otomobillere sıkıştırılarak götürüldü ve şu anda Gazze'nin dört bir yanındaki yeraltı tünellerine ya da özel evlere dağılmış olduklarına inanılıyor. Akıbetleri hiçbir zaman bilinemeyebilir.

İsrail Savunma Kuvvetleri'nin şu ana kadar tek bir İsrail subayının cezalandırılmasına yol açmayan büyük fiyaskosu nedeniyle başarıya ulaşan saldırının kanıtlarını sunan çok sayıda video var. Bu olasılık -Hamas'ın başlangıçta sınırlı olan hedefinin, esasen Israil Savunma Kuvvetlerinin başarısızlığı nedeniyle meydana gelen dehşete dönüşmesi- İsrail'in askeri ve siyasi liderliği tarafından henüz kabul edilmedi. Onlar, uzmanın da dediği gibi, Hamas ve diğer grupların Gazze'den İsrail'e mümkün olduğunca çok sayıda sivil ve askeri öldürmek ve kaçırmak için özel emirlerle girdiklerine inanıyorlar.

11 Ekim'de Netanyahu'nun sözcüsü Tal Heinrich, CNN'e İsrail ordusunun -muhtemelen ev ev dolaşıp hayatta kalanları ararken- İsrailli bebekleri ve küçük çocukları "kafaları kesilmiş" halde bulduğunu söyleyerek öfkeyi daha da arttırdı. Netanhayu'nun bu ayki görüşmelerinden birinde Başkan Biden'a bu durumu ilettiği bildirildi. Hamas, Amerika'daki haberlere kısa bir süre hakim olan bu iddiaları derhal yalanladı. İsrail hükümet sözcüsü bir gün sonra yaptığı açıklamada Hamas saldırganlarının bebeklerin kafalarını kestiğini teyit edemeyeceklerini söyledi. 

Gerçek ne olursa olsun İsrail halkı, İsrail hükümetinin vatandaşlarını koruma kabiliyetine ilişkin sorularla daha önce hiç olmadığı kadar sarsılmış durumda. Buna karşılık, üst düzey generallerinin ve İsrail iç güvenlik teşkilatı Shin Bet'in başkanının aksine, 7 Ekim'deki askeri ve istihbarat başarısızlıklarının sorumluluğunu kamuoyu önünde üstlenmeyi şimdiye kadar reddeden başbakanları tarafından yaygara ve kavgacılığa maruz bırakılıyorlar. İsrail'de yakın zamanda yapılan bir kamuoyu yoklaması Netanyahu'nun ülkesinin yüzde 29'unun desteğine sahip olduğunu gösterdi.


Hiç yorum yok:

Yorum Gönder