8 Ekim 2023 Pazar

Herkes yılgın Cem Yılmaz - Ayşen Şahin / Evrensel

 


Beş altı sene önceye kadar, ‘90’lardan ve 2000’lerin başlarından bahsederken, ‘Bu döneme kıyasen görece iyiydi’ diyordum.

Beyaz Toroslar, faili meçhuller, Madımak, ölüm oruçları ve daha birçok travmanın da ağırlığıyla, bu ülke hiçbir zaman gül bahçesi vadetmedi şerhini illa koymak gerek.

Şimdilerde ’90’lar ve 2000’lerin başları, bugünle kıyaslanamaz’ diye düşünüyorum. Hiç bu kadar boğulduğumuzu hatırlamıyorum. 

Gerek en ufak bir zafer kırıntısına olan açlığımız gerek insanca bir yaşamdan yoksunluğumuz gerek belirsizlik sisinde boğuluşumuz etkendir buna.

Ancak bir husus var ki umudumu en çok kıran o oluyor: Ortak değerlerimizin kalmayışı, eylemsizliğimizin sinizm batağına dönüşmesi. 

Mesela Kadın Milli Voleybol Takımı siyasi bir atışmanın öznesi olabiliyor, Nuri Bilge Ceylan’ın Cannes ödülü ayrı bir tartışma yaratıyor, seneler sonra Yılmaz Güney üzerinden bir haftalık bir mesai harcanıyor. Tartışmak, tartışma kültürüne sahip toplumlarda felsefenin gereğidir, insana vizyon katar, toplumun önünü açar. Bizde ise bitirgen. Biz eleştiriyi kırılganlığımız üzerinden ya da ilerici bir noktadan yapmıyoruz, farklı bir söz üretebilmenin şehvetiyle, bir başkasının yanlışı üzerinden kendimize doğrucu kılıflar dikebilmek ve eylemsizliğimizi bastırmak için kullanıyoruz. İktidar bizi acılarımızla yarıştırdı, acılarda ayrışanların neşede ve coşkuda birleşmesi zaten imkansız olurdu. Bunu çok iyi başardı, bir mutsuzluğun sarmalında boğdu bizi, coşkuyu ve yaşama olan hevesi aldı elimizden. 

Ortak duyguları ortadan kaldırılan insanların, ortak doğrusu da olmuyor. Ortak bir doğru olmayınca, iktidarın yanlışlarını yedirmesi kolaylaşıyor. O da onun doğrusu zira. 

Ortak doğru dediğim çok basit şeyler üzerinden günlük hayata sirayet edebiliyor. 

Seksenlerde her cuma Kemal Sunal filmi olurdu mesela. Cumaları yemeği erken yerdik evde, annem mısır patlatırdı. Güldürü akşamı denirdi, ailece film izlerdik tüplü televizyonda, diğer evlerin çoğunda aynı şeyin izlendiğini bilerek. Kemal Sunal filmleri komiktir ve güzeldir. Bazıları daha güzeldir elbet ama hepsi keyif verir.

Çoğunluk hemfikirdi, beğenmeyen ise öncelikle kendi tarzını izah ederdi, neden ona göre olmadığını. Eleştirisini genel bir kanaat ve kabul görmüş akademik bir tez gibi dayatmazdı.

’90’larda Cem Yılmaz çıktı. Cem Yılmaz komikti. Çoğumuz hemfikirdik. Bu ülkede komedi ile para kazanılabileceğini gösterdi. Neşeye ödenen bedelin hakkını her seferinde verirdi. Çalışmanın, yaratıcılığın ve zekanın iyi para etmesi bu alanda emek vermek isteyen herkes için iyidir. Bir emeğin ederinin düşük olması değil her tür emeğin ederinin yüksek olması derdindeyiz neticede. 

Biz bir kazanım umuduyla dili bari değiştirelim diye hassasiyetler icat edip dayatmadan önce sahnedeki gösterilere daha bir ağız dolusu gülerdik, Huysuz Virjin’e de cinsel şakalarında rahatça gülerdik, o zaman daha rahat konuşuyorduk ikili ilişkileri, cinselliği, daha tahammüllüydük bizim gibi olmayanlara.

Cem Yılmaz zamanla bir sinemacıya dönüştü. Her şey çok güzel olacak replikleri iki neslin dilinde pelesenk oldu. Komikti, güzeldi. Gora, Arog derken iktidarın şu son dönemlerinde Cem Yılmaz ne iş çıkarsa karşısında bir cephe buldu: Kendini tekrar ediyor, hiç komik değil, mesajı yok, küfürle güldürmeye çalışmış, yeni nesli yakalayamıyor vesaire vesaire.

Kimse zahmet etmedi eleştirirken neden kendine göre olmadığını izah etmeye. Beklentisini çok somut bir gerçeklik gibi koydu insanlar ortaya. 

İktidarın susma mecburiyetiyle konuşma zorunluluğu arasında mekik dokuyan siyaseti hepimize sirayet etti. Üstelik her şeyden yoksun, hiç olmadığımız kadar yoksulduk.

Cem Yılmaz’ın bilet fiyatları battı insanlara, filmlerin maliyeti rahatsız etti, gişesi daha da. 

Hem gülecek yerimiz mi vardı allasen? Ölüyorduk, boğuluyorduk. Çıkıp bir şeyler söylesindi delikanlı gibi. Net tepkiler koysaydı ortaya. Parasını bölüştürseydi ya mesela? 

Daha çok yardım yapsaydı. Yardım etmiş mi? O zaman neden düzgün duyurmadı? Duymayanın hatası değil ki bu? Söylemezse işte böyle eleştirilirdi. 

Memleket savunusundaki pozisyonunu sosyal hayatta da sosyal medyada da sinemasında da yeterli bulmadı insanlar.

Bizim için artık çoğumuzun hemfikir olduğu bir konu değildi Cem Yılmaz’ın komik olması. Hiçbir konuda, hiçbir acıda ve hiçbir sevinçte hemfikir olamadığımız gibi.

Sosyal medyada ortak doğruların parçalanması algoritma uyarınca büyük etki yaratıyor. Bir geçmişi silip atmakta büyük heves uyandırıyor bu tartışmalar.

Ömrünü belirli bir konuya vakfetmişlerin başına sık geliyor. 

Biz de mizahına saldırırken olamadığımız her şeyi bekledik Cem Yılmaz’dan. Devrimci tavır bekleyen de vardı, hayır hasenat bekleyen de. Daha komik olmasını bekleyen, artık komik olmadığını kabul etmesini bekleyen ve dram görmek isteyen de.

Do Not Disturb yayın tarihi belli olduğunda kızım (Ki siyasetin erişememekle suçlandığı en genç kesimden) eve girerken heyecanla dedi ki ‘29’u akşamı hiçbirimiz plan yapmayalım, evde olalım da Cem Yılmaz filmi geliyormuş, birlikte izleriz.’ Ve bu istek oğlumda da karşılık buldu.

Kemal Sunal zamanları gibi. Ergen evladı olanlar takdir edecektir ebeveyn ile onlar arasında o kadar az ortak nokta oluyor ki, o kadar az anı paylaşmaya gönüllü oluyorlar ki aynı şeyden zevk alabildiğini görmek bir nimet.

O zaman kendi adıma hakkını teslim ettim. Benim neslimde bu heyecanı uyandıran insan sayısı bir elin parmağını geçmiyor genç kuşakta.

Film, beklediğimiz gibi değildi. Komik değildi. Gençler yine de çok beğendi. Film iyiydi.

Bunca yıpratıcı eleştiri içerisinde havlu atmak yerine, dilediğiniz buysa, talebiniz buysa buyurun yaptım deyip koymuş önümüze. Diğer filmleri, bunu yapamadığımdan değil, onları yapmak istediğimden yaptım der gibi.

Ya da diğer bir opsiyon; kırıcı ve yıkıcı da olsa, eleştiriyi aldım, evrilttim kendimi, değiştirdim. Nasıl? der gibi.

İkisini de bu kahrolası döngüde çok kıymetli buldum. 

Bir de şöyle düşündüm: Bu memleket gerçekten hiç bu kadar boğulmamıştı dertten. Cem Yılmaz filmine bile sirayet etti tüm yaşadıklarımız. Bu toplumu güldürme vazifesinden çıkıp ruh halimizi anlatma çabası gördüm filmde. Emekçinin adı yok mesela filmde ha Metin ha Çetin. Hepimiz okyanusa atılıp yüzmeyi öğrenmemiz beklenen bir deneme sürecine sokulduk sanki Metin gibi, sağ kalan işi alır.

Aydın kesim gelinen noktaya dair kendi bileklerini keserken göremiyor emekçi nasıl bir hayatta var olmaya çalışıyor. Filmde Ayzek’in Bahtiyar’a dediği gibi; Cam gibi telefonun var ve hâlâ ölmek istiyorsun öyle mi?

Yeni bir söz üretemeyişimize geliyor ’Abi senin hiç kendine ait bir lafın yok mu ya?’

Ayzek her konuda haklı da değil.

Bir seçimin sonucunu anlamlandıramayışımıza denk geliyor hap kafasının cehaletin öz güvenine yansıması, internetten bulduğu sözlerle bir profesörü hakir görürken.

Otoriter rejimin propagandasının renkli hapları, her gün, günde onlarca kez halka zerk edilen.

Biz de Ayzek gibi balkondan otomobile düşüyoruz her yanılgımızla yüzleştiğimizde ve maalesef kalkıp işimize dönüyoruz biz de, yine ölmediğimize şaşsak da durumu zamanla normalleştirerek.

Sosyal medyanın her mecrası ayrı zehirliyor artık bizi. Instagram’a bakınca Ayzek’in sözüyle ‘Siz mutlu musunuz bari, bir tek ben mi başaramıyorum?’

Twitter’a bakınca ‘Herkesin bir fikri olmasından artık bunaldım, ya bir kişi de çıksın benim bir fikrim yok desin.’

Okumak dediğin hele sanat için okumak, kenarda kalmış bir otelin çamaşırlarını yıkayarak bile mümkün olamıyor işte gençler için.

Ve Davut’un yaptığı yorum nezdinde; yeteneğine, gençliğine bakmadan azıcık ayağı bile aksasa bir erkeğe muhtaç görülüyor kadın, sanki bir erkeğin onu eş olarak alması bir nimet, sanki hayat tek başına bir kadın için azap gibi.

Kadın hakkı savunurken kadının mağduriyeti göze sokulur hep. Sanki haklı olmanın ön şartı gibi mağduriyet.

O yüzden ayrı bir sevdim Bulut Eczanesindeki alkolik Saniye’yi. Hep kadınlar mı mağdur olacak?

Kadın cinayetlerine değinileceğinde filmler, diziler, kitaplar uzun uzun kadının çilesi anlatılırdı. Öldürülmenin haksızlığını ispat için kadının hayatının altının üstüne gelmesi şartmış gibi. Ters köşe ile seyirciye Davut’u sevdirip potansiyel katiller aramızda diyebilmek de varmış işte, sevginin eril dildeki suistimalini anlatmak, kravatın örttüğü suçları ifşalamak buradan da mümkünmüş. Aramızdalar ve Davutları kurtardı birileri kadınlar öldürülmediğinde, psikolojik, ekonomik, dijital şiddette beyan bile almadan kadından, ‘İyi adam, yapmaz’ diye savunabilenler düşünsün bir Davut’u. İyi adamdı güya.

Hayata ince ipliklerle kendini bağlamaya çalışanları nasihate boğdu birileri, akıl verdi, fikir verdi. Yüzüne hakir gördü, eleştirdi, küçümsedi. O bağlar kopuveriyor işte Ayzek’teki gibi. 

Ufacık metrekarelerde, her gün kısıtlanan imkanlarla, boğucu günler geçerken, neden yaşadığını anlamlandırmaya çalışırken, laktozsuz, glutensiz beslenmeyle, güneşi selamlayarak, astrolojiden medet umdurarak bastırıldı isyan. Bireymişiz birey. Örgütlü bir güç olamadıktan sonra goji kadar işlevli işte bireyciliğimiz.

Film bizi anlatıyor, çıkmazlarda boğuluşumuzu. Her koldan yılgınlığımızı, kafayı yemişliğimizi, birimizin bile artık normal olmayışını.

Tek bir aydınlık sahne yok filmde, geçip giden günlerimizdeki gibi.

Filmi beğendim çünkü bana feyz oldu.

Cem Yılmaz’ın eleştirilerden yılmayıp yapmadığını denemesi iyi geldi. Ondaki imkan başkasında olsa, bırakır giderdi belki de. Memleket sevgisi sınavının soruları herkes için ayrı olmalı, koşulları gibi. 

Hiç denemediklerimi deneme hevesi konusunda bana faydası oldu.

Haletiruhiyemizi sinemada izlemek o duygudan çıkmaya çalışmak için iyi bir yüzleştirme oldu.

‘Lan sen güya iyi adamdın nasıl yaptın?’ hissinin Davut karşısında dile gelmesi içimin yağlarını eritti.

Saniye ile Suhal ile kendini ezdirmeyen kadın izleyebilmek iyi geldi, mağduriyetlerin yorgunuymuşum.

Bahtiyar karakteri aydın kesim için sağlam bir tokattı, size gelene kadar pes edecek kimler kimler vardı sınavına çekerken bir yandan bu dünyaya fazla gelen hassas kalpleri de anlaması anlamlıydı.

Delireni yargılama mutlaka bir delirteni vardır dedirtti film, anlaşılır ve asıl hedefi sorgulatır diye umdum.

Yine beğenmeyenler olmuş. Eleştiri de çok filme.

Kimselerin aklına gelmemiş üzülmek Cem Yılmaz bile artık komik değil çünkü gülecek hiç yerimiz kalmadı diye, bizi güldürmesine bile müsaade etmedik diye.

Kendi adıma, sevdiği işi yapmaktaki inadı, yaşın ve tecrübenin ahkamına girmeden kendini geliştirmeye olan emeği, kin ve nefret dalgasını göğüste yumuşatıp yapıcı eleştiriye çevirmedeki kıvraklığı, denemekten vazgeçmediği için teşekkür ederim.

Uzun yıllardır Yılmaz Erdoğan kırgınlığı var üzerimde, kronik. Bir yazıyla vedalaşmıştım onunla. ( https://www.evrensel.net/yazi/83259/mustehzi-gulusune-dair-ince-bir-sitemden-ote-derin-bir-vedadir)

Yoklayan siyatik gibi hâlâ ara ara vurur. Sinemacılar, yazarlar, şairler; hayatımıza satırlarıyla, replikleriyle mana katarlar. Yaşamları o satırların bağlamından koptuğunda, bizden de bir bağ kopar.

Bu bağı tutmaya çalışma çabasına da teşekkür ederim. Söylemedikleri için kızanı çok oldu zaman zaman ama yapmadığı şeyler de bazen insanların yaptıklarından yeğ. Turuncu forma ile maça da çıkabilirdi, Beştepe’de gösteriye de. Yapmadı. Kırmadı. 

Ben oldum, Cem Yılmaz’ım, komedyenim, gerekirse kendim çekerim de demedi, gitti İftarlık Gazoz’da oynadı. Bu ülke için önemli bir filmdi, bize kazanabileceğimizi hatırlatan bir seçimin sloganına dönüşen, dile pelesenk ettiği filmin adı gibi ‘Her şey çok güzel olacak’

Mazhar bize artık çok da mazhar değil ama şarkı da ona kalmadı;

‘Benim hâlâ umudum var

İsyan etsem de istediğim kadar’

Beğenince söylemek lazım, takdiri unutup iğnesiz çuvaldızcı olmaktan korkarım. Ne diyordu şarkı;

‘Eyvallah dersin olur biter.’

Eyvallah, do not disturb, yapmış adam işini.

Güzel günler bizi bekler umarım, geciktik yolda.

Bir gün varırsak oralara, yeniden gülmek isterim katılarak Cem Yılmaz’a.


Ayşen Şahin / Evrensel

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder