23 Ekim 2023 Pazartesi

Savaşın kökeni İngiliz emperyalizmine uzanıyor + Yom Kippur Savaşı: İsrail’in tanınmasına yol açan hezimet (3) + ABD’nin çıkarları bölgeyi yaktı

 

Savaşın kökeni İngiliz emperyalizmine uzanıyor (Saurav SARKAR-Birgün)

                 
İngiltere mandasındaki Kudüs’te İngiliz polis devriyesi (1936) (Fotoğraf: AA)
İngilizler her yerde imparatorluğun çıkarları doğrultusunda bir halkı diğerine karşı kışkırtarak "böl ve yönet" stratejisini kullandı. Yahudi göçüne verilen destek, 1936-1939 yılları arasındaki Büyük Filistin İsyanı’na yol açtı.

Şu anda Birleşik Krallık’taki tüm hükümet binalarının üzerinde İsrail bayrakları dalgalanıyor, ancak bu eski emperyal hegemon, Siyonizm’e ilk defa destek vermiyor. İngiliz hükümeti 1917 yılında meşhur Balfour Deklarasyonu’nu yayımlamıştı.

67 kelimelik bu kısa belge modern Filistin tarihinde bir dönüm noktasıydı. Büyük Britanya’yı Filistin’de Yahudiler için bir ‘‘milli yurt’’ kurmaya angaje ediyordu (Deklarasyonun ilk şekli bir ‘‘Yahudi devleti" vaat ediyordu, ancak daha sonra değiştirildi). Balfour Deklarasyonu, Filistinlileri korumayı amaçlayan bir dil içeriyordu, ancak sonraki yüzyılda bunun nasıl sonuçlandığını gördük.

Birinci Dünya Savaşı’ndan 1948’e kadar Filistin’i İngilizler yönetti ve bu sürenin büyük bir kısmı Milletler Cemiyeti tarafından tayin edilen bir manda yönetimi altında geçti. Filistin’deki Yahudi yerleşimcilerin nüfusu bu on yıllar boyunca -özellikle 1930’larda- İngiliz hükümetinin göçü teşvik etmesiyle arttı. 1922 yılında bölgedeki nüfusun sadece yüzde 11’i Yahudi’ydi. Bu rakam 1931’de yaklaşık yüzde 17’ye yükseldi. 1939’da bu oran neredeyse yüzde 30’u buldu.

Bu noktada İngiliz hükümeti bölgede istikrarı sağlamak için Yahudi nüfusunun daha fazla artmasını sınırlamaya çalıştı. Ancak artık çok geçti; sahadaki gerçekler değişmişti. Neredeyse yüzde 90’ı Filistinlilerden oluşan bölge, iki grup arasında çekişmeli bir toprak haline gelmişti. Dahası, İngilizler Filistinlilerin topraklarına Yahudilere vermek üzere el koymuş ve yeni başlayan Filistin milliyetçiliğine karşı şiddetli bir baskı uygulamıştı. Ve 1930’larda bir İngiliz hükümeti komisyonu Filistin’in bölünmesini tavsiye ederek başarısız ‘‘iki devletli çözümün’’ temelini atmıştı. Başka bir deyişle, bu çatışma 20’nci yüzyılın ilk yarısında sömürgeci bir projeyi desteklemek için uygulanan belirli emperyal politikaların ürünüdür. ‘‘Yahudi sorunu’’ -yani Avrupa’nın uzun süredir kendi antisemitizmiyle yeterince başa çıkamaması- Britanya İmparatorluğu tarafından Filistinlilerin Siyonist sorunu haline getirildi.

KIŞKIRTMA POLİTİKASI

İngiliz yönetiminin en önemli özelliklerinden biri, farklı grupları birbirlerine karşı kışkırtmaktı. Küresel bir vilayetler topluluğu üzerinde yüzyıllar boyunca benimsedikleri temel yöntemlerden biri, farklı grupları birbirlerine karşı kullanarak siyaseti yönetmek adına himayesi altındakilerin sosyal tarihini incelemekti.

Filistin’e Yahudi göçüne verilen destek, yerli Filistinlilerin kızgınlığını ve harekete geçmesini tetikleyerek 1936-1939 Büyük Filistin İsyanı’na yol açtı. Genel grev ve köylü ayaklanmasını içeren isyan, Siyonist paramiliter güçlerle işbirliği yapan İngiliz hükümeti tarafından şiddetle bastırıldı. Ancak isyanın ardından İngilizler bölgeye Yahudi göçünü sınırlamaya başladı ve emperyal çıkarlarını korumak için destekledikleri gruba karşı cephe aldı. Bu durum Filistin’de Siyonistlerin şiddetli saldırılarına yol açtı. Filistin bu kaderde yalnız değil. İngilizler her bölgede imparatorluğun çıkarları doğrultusunda bir halkı diğerine karşı kışkırtmak için ‘‘böl ve yönet’’ stratejilerini kullandılar. İngiliz Hindistanı’nda Hindu-Müslüman ayrımını zorladılar, bazen bir halkı bazen de diğerini kayırdılar. Kıbrıs’ta Rumları Türklerle karşı karşıya getirdiler. Sri Lanka’da Tamillerle Sinhaleleri karşı karşıya getirdiler. İrlanda’da Katolikler ile Protestanları karşı karşıya getirdiler. Liste uzayıp gidiyor.

ORTAK NOKTA ‘NEFRET’

Tüm bu yerlerde, gruplar arası çatışmanın sözde ‘‘kadim’’ siyaseti, Britanya İmparatorluğu’nda güneş battıktan sonra da devam etti. Etnik köken ve/veya dine dayalı bölgesel bölünmeler yaşandı. Britanya Hindistanı, Hindistan ve Pakistan oldu. Pakistan daha sonra Pakistan ve Bangladeş olarak bölündü. İrlanda, İrlanda Cumhuriyeti ve Birleşik Krallık’ın Kuzey İrlanda’sı olarak ikiye bölündü. Kıbrıs ikiye bölündü, yasal statüsü ise hâlâ çözülemedi. Sinhalese egemenliğindeki Sri Lanka’da bir Tamil devleti kurmak için 30 yıl süren bir iç savaş yaşandı ve bu savaş 2009 yılında bugün Gazze’de tanık olduklarımıza benzer bir şekilde sona erdi. Ve 1948’de Filistin resmen bölündü ve Nakba’nın başlangıcına nezaret eden eski İngiliz yöneticilerin onayıyla bir Siyonist devlet ve bir Filistin devleti kurulması amaçlandı.

Bu yerlerin her biri, son bir ya da iki yüzyıla kadar izleri sürülebilen ‘‘kadim’’ nefrete dayanan şiddetli çatışmalara sahne oldu. Bu ortak nokta, Britanya İmparatorluğu politikalarının bu bölgelerdeki şiddetin temel nedeni olduğunu kesin bir şekilde ortaya koymaktadır; bu çatışmaların imparatorluğa dayandırıldığı o kadar çok örnek var ki, bunun bir tesadüf olduğunu düşünmek bile mümkün değil.

İsrail apartheid’ı, işgali ve soykırımının yakın nedenlerinden açıkça İsrail ve onun baş sponsoru ABD mesul olmasına karşın, Birleşik Krallık’ın Filistin’deki ve diğer her yerdeki tarihi günahlarını düzeltmek noktasında özel bir sorumluluğu bulunmaktadır. İsrail bayrağı sallamak yerine mevcut soykırımı durdurmak için çalışmak asgari bir ilk adım olacaktır. Ancak bırakın tazminatı, bu bile masada görünmüyor. BirGün Çeviri Kolektifi tarafından Globetrotter’dan çevrilmiştir.

                                                         /././

Yom Kippur Savaşı: İsrail’in tanınmasına yol açan hezimet (3) (OGÜN ERATALAY-SOL/ÖZEL)

Emperyalizm Yom Kippur Savaşı sayesinde Ortadoğu’daki İsrail’in varlığını uzun dönemli olarak garanti altına almıştır.

İsrail, 1967 yılındaki Altı Gün Savaşında kazandığı zaferin ardından işgal ettiği topraklardan atılmak isteneceğinin farkındadır. Mısır ve Suriye’nin silahlanmasına karşılık önlemler alınmış, istihbarat faaliyetleri artırılmıştır. 6 Ekim 1973 tarihinde Mısır ve Suriye tarafından eşgüdüm halinde başlatılan saldırılar önce durdurulur sonra da yedek birliklerin silah altına alınmasıyla geri atılır. İsrail zırhlı birlikleri Süveyş Kanalını aşıp Kahire önlerindeyken Mısır teslim olur. Mısır rejimi bu ağır mağlubiyetin ardından emperyalizmin de destek vaadiyle İsrail ile masaya oturur ve bu ülkeyle resmî olarak anlaşan ilk Arap devleti olur.

İsrail’deki dini bayram günlerine denk geldiği için Yom Kippur Savaşı adı verilen silahlı muharebelerde 1967 yılındaki 6 Gün Savaşının ardından İsrail tarafından işgal edilen Golan Tepeleri ve Sina Yarımadasında şiddetli çarpışmalar yaşanmıştır. Suriye ve Mısır tarafından eş güdümlü olarak iki ayrı cephede başlatılan savaş resmi kaynaklarda sürpriz saldırı olarak anılır. Ancak dönemin İsrail Başbakanı Golda Meir saldırı öncesinde Arap harekâtına dair bilgi almasına rağmen ilk saldırı emrini vermemiş, dünya kamuoyunda saldırıya uğrayan taraf olmanın verdiği psikolojik haklılığının İsrail’den yana olmasını istemiştir. 

1967 yılındaki 6 Gün Savaşı’nın ardından bölgedeki huzursuzluk herkes tarafından bilinir durumdadır. 1973 yılına gelindiğinde ABD’de Dışişleri Bakanı Henry Kissinger’dır. Bu dönemde emperyalizm başta Vietnam Savaşı olmak üzere pek çok cephede darbe üzerine darbe yemekte ancak Sovyetler Birliği’ne karşı verdikleri Soğuk Savaş’ta da adım atmaktadır. Çin ile ilişkiler düzeltilmiş, Şili’de CIA destekli darbe sonrasında ABD ile işbirliği içinde çalışacak olan Pinochet rejimi başa getirilmiş, Allende hükümeti devrilmiştir. Kissinger, Nasır döneminde Sovyetler Birliği ile yakın olan Mısır’da iktidardaki Enver Sedat’ı kendi tarafına çekmeye çalışıyor, bu konuda İsrail’den Sina’da işgal edilen toprakların verilmesi bile gündem edilmiştir. 

6 Ekim günü Süveyş Kanalı bölgesinde saldırıya geçen Mısır birlikleri önce kanalın karşı kıyısına geçer. Burada zırhlı birliklerin geçebilmesi için istihkam köprüleri hazırlanır ve zırhlı birliklerin Sina Yarımadasına çıkması sağlanır. Ancak İsrail bölgeye önemli tahkimat yapmış ve kuvvetli savunma hatları inşa etmiş durumdadır. Savaşın üçüncü gününe gelindiğinde Mısır zırhlı birliklerinin ilerleyişi durmuş ve takviye edilen İsrail savunma hattı inisiyatifi yavaş yavaş ele geçirmeye başlamıştır. 14 Ekim günü dağlık bölgedeki Mitla ve Gidi geçitlerinden ilerlemek isteyen Mısır zırhlı birlikleri bu bölgede ağır bir yenilgi alır ve savaşın gidişatı değişir. Geri çekilen Mısır birliklerinden 3. Ordu yarımadanın güneyinde kuşatılırken, Ariel Şaron komutasındaki öncü zırhlı birlikler kaçan Mısır birliklerinin ardından Süveyş’in batısındaki Mısır topraklarına girer. İsrail zırhlı birliklerinin Kahire önlerine gelmesi üzerine Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi’nin aldığı karar uyarınca 22 Ekim günü ateşkes ilan edilir. İsrail ordusuyla başkent arasında bir direniş bulunmamasına rağmen ordu ilerlemez.

Golan Tepeleri cephesinde ise  bölgeye hakim tahkimatlara yapılan Suriye saldırı ilk aşamada başarılı olur ve İsrailli savunma hattı geriye atılır. Ancak şiddetli çarpışmaların üçüncü günüyle beraber İsrail üstünlüğü ortaya çıkar. 11 Ekimle birlikte başlatılan karşı saldırı sonucunda Suriye savunma hattı yarılır ve İsrail birlikleri ilerleyerek 50 kilometrekarelik bir bölgeyi ele geçirip Şam’a 30 km yaklaşırlar.

ABD’nin aktif desteğini alan İsrail’e savaşın ilk gününden itibaren yaklaşık 23 bin ton askeri mühimmat ve cephane sevk edilmiş, yaklaşık 40 adet F-4 savaş uçağı, 12 C-130 kargo uçağı, 8 helikopter, 200 M-60 ana muharebe tankı ve sayısız füze sistemi sevk edilmiştir. Sevk edilen ekipmanın parasal karşılığının 5 milyar dolar civarında olduğu sanılmaktadır. Sovyetler Birliği ve Doğu Bloku ülkeleri de Arapları desteklemiş, ekipman ve uzman personel desteği sunmuştur.

1967 Altı Gün Savaşı sırasında İsrail karşıtı cephede yer alan Ürdün’de Kral Hüseyin, iç siyasette Arapları destekler gözüküp Suriye cephesine sembolik asker desteği gönderse de, dış siyasette emperyalizmin emrine girmiştir. Savaştan önce İsrail’e saldırıya dair istihbaratı paylaşmış, ABD’nin bölgedeki önemli destekçisi olarak İsrail’e karşı doğrudan asla savaşa katılmayacağının teminatını vermiştir.

24 Ekim 1973’de Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi’nin 339 numaralı kararı uyarınca ateşkes ilan edilmiştir. Savaşın ardından emperyalizmin bölgeye kapsamlı müdahalesi 26 Mart 1979’da ABD’de imzalanan Mısır-İsrail Barış Anlaşması’na evrilmiştir. Emperyalizmin yörüngesine giren Enver Sedat rejimi kaybedilen Sina Yarımadası’ndaki topraklar karşılığında İsrail’i tanıyan ilk Arap devlet olmuştur. Bu dönemin ardından Mısır tamamen ABD’nin müdahalelerine açık hale gelmiştir. Mısır’ın ardından bölgedeki Arap ülkeleri de sırasıyla İsrail’i tanıyacaktır.

Emperyalizm Yom Kippur Savaşı sayesinde Ortadoğu’daki İsrail’in varlığını uzun dönemli olarak garanti altına alsa da petrol üreten ülkelerin uyguladığı ambargonun başlamasıyla 1973 Petrol Krizi adı verilen dönemde özellikle enerji alanında büyük sorunlar yaşamıştır. Petrol fiyatlarına müdahale edemeyen ABD, başta Suudi Arabistan, Kuveyt ve Abu Dhabi olmak üzere Arap ülkelerinde söz sahibi olmak üzere uzun vadeli adımlar atmaya başlamıştır. Zaten ABD ile iyi ilişkiler içinde olan Suudi rejimi İsrail’in ABD baskısıyla Suriye ile uzlaşı sürecine girmesi üzerine 1974 yılından itibaren yeniden ABD yörüngesine girmiş ve özellikle komünizm karşıtı faaliyetlerde işbirliği artmıştır.

                                                            /././

ABD’nin çıkarları bölgeyi yaktı (Mansur YAMAN - BİRGÜN)

                           Biden, ülkesinin İsrail’e koşulsuz desteğini açıklamıştı. (Fotoğraf: Depo Photos)
Gazze’de yaşananlara ilişkin BirGün’ün sorularını yanıtlayan Prof. Dr. Türkeş, ABD’nin Ortadoğu’daki çıkarlarına yönelik dış politikasına dikkat çekti. Türkeş, “75 yıldır ötelenen krizler sorunu bu boyuta getirdi” dedi.

İsrail - Filistin çatışmaları 15 gündür yoğun bir şekilde sürerken İsrail, Gazze’ye düzenlediği harekâtlarla masum insanları ve sivilleri öldürmeye devam ediyor. BirGün’ün sorularını yanıtlayan ODTÜ Uluslararası İlişkiler Bölümü Öğretim Üyesi Prof. Dr. Mustafa Türkeş, savaşın ortaya çıkmasında ABD’nin dış politikasının önemine dikkat çekti.

İsrail - Hamas Savaşı’nın ilerleyen günlerinde ne gibi durumların yaşanabileceğini öngörüyorsunuz?

Savaşın en yoğun günlerinde olduğumuzu söyleyebilirim. Gazze’de yaşananlar içler acısı. İlk olarak İsrail Gazze’yi dümdüz etmeyi amaçlıyor. Son günlerde hava harekatı ile aktif rol aldı fakat zamanla karadan daha aktif bir şekilde saldırıya devam etmek isteyecek. İkincisi ise cumartesi günü Mısır’da gerçekleştirilen ‘Barış Zirvesi’ konusu. Civar ülkelerin katılımıyla savaşın nasıl son bulabileceği adına somut adımlar atmaya başladılar. Mısır tabii ki sürecin diplomatik şekilde çözüme kavuşmasını istiyor çünkü bu olmazsa Mısır’a sığınmaya çalışacak olan mültecilerin Kahire’ye maliyeti fazla olacak.

İleriye yönelik ne olabilir sorusuna ilişkin işin, askeri ve tarihsel boyutuna bakmak gerek. Bundan önceki büyük savaş 2006 İsrail-Lübnan Savaşı’ydı. O savaşta İsrail 1 aydan fazla savaşı sürdüremedi, ateşkes istedi. Şu anda İsrail askeri güce sahip olabilir, ABD çeşitli askeri ve lojistik desteği sağlıyor olabilir fakat İsrail’in bu savaşı fiilen 1-2 ayın ötesine taşıması kolay değil. Çünkü İsrail’in belli sayıda nüfusu var. Onu fazlasıyla artırma şansına sahip değil. Benim tahminim 2 ay içerisinde İsrail’in bir ateşkes istemesi durumunda kalacağı yönünde. Ayrıca bölge dışındaki aktörlerin de İsrail ve ABD’ye baskı kurması gerekiyor. Bu fiilen pek mümkün görünmese de, Mısır’da yapılan barış görüşmeleri Rusya ve Çin gibi ülkeleri de içine alıp büyürse o zaman ateşkesin sağlanması doğrultusunda önemli bir adım atılmış olur.

Çözüm nedir?

Çözüm tek taraflı parametrelerle gerçekleşmez. Filistin Devleti’nin BM’deki tanımı BM tarafıyla yapılan bir tanımdır. Bu çok taraflılığı gösteren bir olgu. Tek taraflı yapılacak müdahaleler bu durumu örseler ve tam olarak da İsrail’in istediği gibi sonuçlar gerçekleşir. Filistin Devleti, Birleşmiş Milletler parametresinde tanınır hale getirilmelidir. Bunun için çeşitli mekanizmalar üretilebilir. Önümüzdeki günlerde şüphesiz bunlar tartışılacaktır.

Bölgede yaşanan soruna bir Müslüman-Yahudi çatışması üzerinden veya emperyalizm altında ezilen halkların dayanışması bağlamında mı yaklaşmalıyız?

Bunu medeniyetler, kültürler, kimlikler, dinsel figürler gibi şeyler üzerinden okumak kadar yanlış bir şey yok. Bölgede toplumsal kimlikler, dini çatışmalar ve ezen-ezilen halk çatışması olduğu yadsınamaz fakat bu bakış açısıyla yaklaşırsak yanılgıya düşeriz. Bu, derinlemesine baktığımız zaman tam da tarihsel materyalizm üzerinden okunabilecek bir olgu. Bölgede uzun yıllardır süregelen İsrail zulmü veya “Yahudiler böyledir!” deyip geçmek yerine, ABD’nin dış politikasının vazgeçilmezi olarak İsrail’i gördüğünü unutmamak lazım. ABD dış politikasının, ABD’nin Ortadoğu’daki çıkarlarının teorik analizini yapmadan durumu okumaya çalışmak yanlıştır. AB’nin de tutumu tuhaf. Demokrasi, insan hakları kavramlarının altını oyup onların da gözle görülür bir şekilde emperyalist bir politika izlediğini görüyoruz. Dolayısıyla doğru emperyalizm tanımlamasını yapmadan, onu analiz çerçevesi kavramında kullanmadan bu durumu kimlikler ve dini figürler gibi alt kavramlarla açıklamak sorunu çözmez, bunun ötesinde anlamamıza da yardımcı olmaz. Temellendirmeyi baştan yanlış yapmış olursunuz.

Bu savaşın 7 Ekim’de Hamas’ın saldırıda bulunması şeklinde başladığı analizi ne derece yanlış ve nelere yol açar?

Birincisi bu İsrail-Filistin meselesidir. İsrail-Hamas değil. İkincisi insanların bir şeyi analiz ederken duruşu ve referans noktası olması gerekir. Burada referans noktası salt 7 Ekim’de Hamas’ın gerçekleştirdiği eylem olamaz. Bütününe baktığımız zaman defalarca yapılan hataların Gazze’deki bir sürü örgütü harekete geçirerek bir karşı hamle yapma amacını doğurduğu barizdir. Eğer dünya sessiz kalırsa bugün Hamas’ı yok edebilirsiniz fakat başka örgütler de benzer şeyleri yapmak zorunda kalacak. 75 yıldır sorunu çözmek yerine sorunu dönüştürdüler. Ne zaman bir kriz yaşandı, o zaman sorunu ötelediler. Bu bakış açısından çıkılması gerek.

Uluslararası hukuk kavramının uygulanabilirliği İsrail-Hamas savaşıyla birlikte iyice gün yüzüne çıktı. Bu durum neden böyle süregeliyor?

Aslında 1990’lardan başlayan bir süreç bu. 1999 Yugoslavya’ya yapılan müdahale illegal bir müdahaleydi. 2003 Irak müdahalesi de uluslararası hukuka aykırıydı. Ve şu an İsrail de uluslararası hukuku yok sayan bir politika izliyor. AB bunu destekliyor ilginç bir şekilde. Bence AB içindeki bazı aktörler geçmişten gelen günahlarını temizlediklerini zannediyorlar. Avrupa’da devletler şu an yanlış bir noktada, halklar ona tepki gösteriyor. Bunun bir etkisi tabii ki olacaktır ama buradan yola çıkarak insanların AB’ye karşı kitlesel eylemler halinde bir dönüşüm ve eylem içerisine gireceğini zannetmiyorum. Benim endişem, bu şekilde uluslararası hukuk örselenmeye devam ederse elimizde hiçbir şey kalmayabilir. Eleştirdiğimiz noktaları var fakat tamamen kalkarsa dayanabileceğimiz bir referans noktası kalmaz.

Kamuoyunda önemli yer tutan birisi de Devlet Bahçeli’nin “24 saat içinde ateşkes sağlanamazsa Türkiye duruma fiili olarak el atmalı” söylemi. Bu halkın da ihtilaflı olduğu bir durum.

Devlet Bahçeli’nin bu çıkışı AKP’yle danışıklı dövüş içerisinde yaptığı bir durum mu yoksa AKP’yi baskı altında bırakmak adına yaptığı bir çıkış mı, onu bilemiyorum. Bu iç politikada ve kamuoyunda bir baskı oluşturma amacıyla yapılmış bir şey fakat dış politika açısından baktığımızda uluslararası hukukta yeri yok. Havadan asker mi indirecek? Mısır, Ürdün, Lübnan bu durumu onaylamadan Türk ordusunun sahaya girmesi akılla bağdaşmıyor. İç politikada kendi tabanını konsolide edebilirsin fakat dış politikada 24 saat içinde bu durumun gerçekleşmesi rasyonel bir durum değil.



Hiç yorum yok:

Yorum Gönder