İşsizlik artacak, kiralar yükselecek
Kiralar faize göre düşük, faizler ise konut kredisi için çok yüksek. Kiracı için ev satın almak mümkün değil, ev sahiplerini ise kiralar tatmin etmiyor. Kıskaca alınan halk, artan kiralarla baş etmek zorunda bırakılıyor.Merkez Bankası’nın faizleri 5 puan daha artırmasıyla politika faizi yüzde 40’a yükseldi. Bankalar bu maliyetle fonlanınca, kredi ve mevduat faizleri de sert şekilde artıyor. Henüz yeni faiz artışının etkilerinin yaşanmadığı 1 hafta önceki verilere göre ihtiyaç kredisinde bankaların ortalama faiz oranı yüzde 59,5’ti. Taşıt kredileri nispeten ucuz, ortalama yüzde 42,3. Ama taşıt kredilerinde de vade son derece kısa. 12 ay vadeli taşıt kredisi çekip, aylık 100 bin lirayı bulan taksitlere katlanmak herkesin harcı değil. Ticari kredilerde de vaziyet vahim. Seçimden önce yüzde 13,5’e ticari kredi çeken bir işletme, bugün yüzde 51,5’le borçlanabiliyor. Finansman maliyetinde 3 katlık artış işletmelerin de kredi talebini düşürüyor. Fakat bu kredilerden biri var ki, durumu içler acısı: Konut kredileri.
Konut kredilerinde faiz oranı diğerlerine nazaran düşük, kasımın üçüncü haftası itibarıyla ortalama yıllık faiz yüzde 43, aylık faiz ise yüzde 3 civarında seyrediyor. Fakat ev fiyatları çok yüksek olunca, kredi istenilen tutar ve haliyle bu krediye yüklenen faiz tutarı yükseliyor. Örneğin, 2 milyon TL konut kredisi çeken kişi, 10 yıl boyunca aylık 60 bin lira civarında taksit ödemesine katlanmalı. Hal böyle olunca, kasım ayına girerken 443,3 milyar TL olan konut kredisi borcumuz, ayın 3’üncü haftasında 441,1 milyar TL’ye kadar geriliyor. Yani konut kredilerinde net borç ödeyicisi konumundayız. Yeni borç almıyoruz.
Kasımda konut piyasasının küçüldüğünü bu verilerden anlıyoruz. Fakat önceki aylara ilişkin doğrudan konut satış istatistiklerini biliyoruz. Örneğin, geçen ekim ayında konut kredisi kullanarak satılan konut adedi 5 bin 577. Karşılaştırma için, önceki yılın aynı ayında bu sayı 13 bin 268’di. 2021 Ekim ayında ise 28 bin 49’du. Yani, konut sektörüne can veren kredi muslukları incelmiş durumda. Konut fiyatları da bu incelmeye bağlı olarak daha yavaş yükseliyor.
EV HAYALİNİN TRENİ KALKTI
Türkiye’de “ev sahibi” kimdir? Verilere göre halkın yüzde 56’sı kendi evinde oturuyor. Ev sahipliği oranı 20 yıl önceki yüzde 73’lük orana kıyasla düşük, ama muhtemelen 20 yıl sonrasına göre epey yüksek. 20 yıl önce, emekli ikramiyeleriyle 2+1 evler alabilen, geleneksel işçiler ve kamu çalışanları, şimdilerde aynı ikramiyeyle bırakın evi, 10 yaşından genç araba bulamaz.
Fakat bu durum, an itibarıyla yüzde 56’lık konut sahipliğini bir yandan da şanslı hale getiriyor. Zira, bir jenerasyon için konut sahibi olma treni kaçmış görünüyor. Bu zamana dek kenarda köşedeki tasarruflarıyla, kente göç ederken satılan tarlayla, bahçeyle, emekli ikramiyeleriyle, ev sahibi olabilen halkın, bundan sonra bu imkânı kalmadı. Bir konutu olan şanslı, 2 konutu olan daha da şanslı.
KONUT SAHİPLİĞİ TEMERKÜZ EDİYOR
Ancak bu zamana dek 1 ya da 2 konutu olan ile kirada oturanlar birbirinden ayrı sınıflara mensup insanlar da değildi. Fakat düşük faiz konut sahipliğinin de temerküz etti. Halk kesimlerinin kiracıları, bir ya da iki evi olanları birbiriyle didişirken, bankacılık sisteminin piyasaya sunduğu ucuz kredi imkanlarından faydalanarak büyüyen bir rantiye tabakası üredi. Merkez Bankası’nı konut fiyat endeksine göre 2017 Ocak’ta 100 bin TL olan evin fiyatı 2023 Eylül’de 5 milyon 440 bin TL.
İşte bu nedenle, bugün konut sahibi olmayanlarla, 1 ya da 2 konut sahibi olanlar arasında bir uçurum oluşuyor. Ev sahibi olma trenine binmek ücretli kesimler için eskisinden çok daha zor. Tren kalktı…
YÜKSELEN FAİZLERİN KİRAYA ETKİLERİ
Bu iki kesim arasındaki uçurum, bir başka güncel krizde de görünür hale geliyor; kira krizi.
Konut sahipliği büyük bir ayrıcalık ama bu faiz ortamında konutları satmak o kadar kolay değil.
“Ne önemi var ki, zaten satmayı düşünmüyorum” diyenler ise borçlunun halinden pek anlamıyor. Çünkü faizlerin artmasıyla nakit dengelerini korumakta zorlanan bazı kişiler, yatırım amacıyla aldıkları ve bu zamana dek güzel para kazandıkları bu evleri satmak zorunda. Kimsenin ev alası yoksa ve satmak istiyorlarsa fiyat kırmak zorundalar. Fiyat kıranların sayısı arttıkça, konut fiyatları reel olarak değer kaybetmeye başlıyor.
NAKİT PARASI OLAN YAŞADI
İşte bu noktada nakit parası olan ne yapsın? Ev mi alsın yoksa parasını mevduata mı yatırsın? Henüz geçen haftaya dek, 3 aylık mevduata verilen yıllık faiz ortalaması yüzde 37,7 düzeyindeydi. 5 milyon TL’yi bankaya 3 ay vadeli mevduat olarak yatırdığınızda, 3 ayın sonunda net getiriniz 500 bin TL’den fazla. Aylık getiriniz ise 200 bin liraya yakın. Aynı tutardaki evinizin kira getirisi bunun onda biri kadar. O halde konutu nakde göre avantajlı hale getiren konutların değerlenme hızı. Yani evin değeri artmayacaksa, 5 milyon TL’yi konuta yatırmanın bir anlamı yok. Bankaya yatırmak daha avantajlı. Yani durgunluk sadece konut kredilerindeki yüksek faiz nedeniyle değil, mevduat faizindeki yükseklikle de ilgili.
KİRACILAR İÇİN DURUM DAHA KÖTÜYE GİDİYOR
Kiracılar içinse tablo çok daha karanlık. Nüfusun 3’te 1’inin yaşadığı 3 büyük kentte, ev taşımak için en az 8-9 asgari ücrete, sadece kiraya ayırmak içinse en az 1-2 asgari ücret ayırmalısınız.
Kiralar faize göre düşük, faizler ise konut kredisi için çok yüksek. Kiracı için ev satın almak mümkün değil, ev sahibi içinse kiralar tatmin edici değil. Böylece bir kıskaca alınan, kiracılıktan kaçamayan halk kesimleri, artan kiralarla baş etmek zorunda bırakılıyor. Faizler artıkça, ev fiyatları reel olarak düşüyor ama kiralar faizle beraber artıyor. Başka bir ifadeyle kira çarpanı azalıyor.
Kira krizi bitmeden başlayan işsizlik dalgası, bir sosyal krizi tetiklemeye aday. Çünkü bu faiz oranıyla önümüzdeki dönem hem işsizlik artacak hem de kiralar.
Parası olan özele gitsin ya olmayan?
Kamu hastanelerinin içi boşaltılınca, özel hastaneler büyük bir rant kapısı olarak meydana çıkıyor. İktidar, seçmeninin gözünü boyamak için devasa binalar dikti ancak binalarda cihaz, cihazların başında doktor yok.
21 yıllık AKP iktidarı, bu zamana dek halkın zihninde bazı efsaneler yaratmayı başarabildi. Bunların başında da “hastane kuyruklarının bittiği” efsanesi geliyor. Bundan çeyrek asır önce hastanelerde çok kuyruk varken efsaneye göre an itibariyle kuyruklar sona erdi.
Kuyrukların ne durumda olduğu, herhangi bir şehir hastanesinin aciline gidildiğinde görülecektir. Fakat, aradan geçen çeyrek asrın sonunda, “kriz” ölçeğinde bir başka sorunumuz oluştu. Tetkik yaptırmak için hastanenin yolunu tutan yurttaşlar, 1 yıl sonraya kadar uzayabilen tarihlerle karşı karşıya kalabiliyorlar. Özellikle büyükşehirlerde, Ultrason, MR, mamografi, radyoterapi cihazı gerektiren tetkikler ya da cildiye ve diş hastalıklarındaki tedavi süreçleri ancak aylar sonra tamamlanabiliyor. Yurttaşlar, randevu tarihlerini sosyal medyada paylaşarak veryansın ediyor. Bir diş randevusu için 2024 Ekim ayına randevu alan yurttaş soruyor? Dişimin ağrıması benim suçum mu?
Sonuç; imkanı olan özel hastanelerinin yolunu tutuyor ve böylece kamusal sağlık hizmetinin yetersizliği yeni bir rant kapısı açmış oluyor. Sağlık sektörü, milyarlarca dolarlık bir büyüklüğe ulaşırken, hastane zincirleri sahiplerinin keyfine diyecek yok.
Peki 2024 yılı için 732 milyar liralık devasa bütçesiyle Sağlık Bakanlığı’nın yetişemediği sağlık talebine, özel sektör nasıl yetişiyor? Bunun için bakanlığın her yıl yayınladığı “Sağlık İstatistikleri Yıllıkları”na göz atalım.
HER 5 HASTANIN 1'İ ÖZELE GİDİYOR
Öncelikle, özel hastanelerin, toplam hastane talebi içindeki büyüklüğünü tespit edelim. Verilere göre 2022 yılında 496,4 milyon kez hastanelere başvurulmuş. Bu başvuruların 74,8 milyonunu özel hastanelere yapılan başvurular oluşturmuş. Demek ki, her 5 hastadan 1’i özele, 4’ü Sağlık Bakanlığı ya da üniversitelere ait olan kamu hastanelerine başvurmuş. O halde, kamunun sağlık kapasitesinin özelin 4 katı büyüklüğünde olması gerekiyor ki, özel ya da kamu, her iki kesim de kendisine başvuranlara eşit ölçüde hizmet sunabilsin. Peki öyle mi?
MR, MAMOGRAFİ, ULTRASON CİHAZLARI YETERSİZ
Özelin ve kamunun cihaz kapasitesini karşılaştıralım. Örneğin MR cihazı… “Manyetik Rezonans” denilen bu cihaz sayesinde vücudun ayrıntılı resimleri çekiliyor ve bu cihaz tetkikler için kullanılıyor. Özel hastanelerdeki MR cihazı sayısı 480. Normal şartlar altında, Sağlık Bakanlığı hastanelerinde bunun 4 katı kadar MR cihazı olması gerekirken, bakanlık hastanelerindeki MR cihazı sayısı 379.
Sağlık Bakanı Fahrettin Koca, henüz 1 ay önce, 11 Ekim’de sosyal medya hesabından meme kanserinin Türkiye’de görülen en yaygın kanser türü olduğunu, kanser teşhislerinin yüzde 11,7’sinin meme kanseri olduğunu duyurdu. Fakat gelin görün ki, meme kanseri teşhisi için kullanılan ‘mamografi cihazı’ndan, özel hastanelerde 479 adet bulunurken, Sağlık Bakanlığı’nda 416 adet bulunuyor.
Tetkik için en sık kullanılan cihazlar ise ultrason cihazları. Normal şartlar altında, özel hastanelerin 4 katı kadar olması gereken Sağlık Bakanlığı’nda 2 bin 715 adet ultrason cihazı var. Buna karşın, özel hastanelerdeki ultrason cihazı sayısı 2 bin 431.
Sadece tetkik gerektiren cihazlar değil, tedavide kullanılan cihazlarda da Sağlık Bakanlığı hastaneleri yetersiz. Vücudunuzda çıkan bir tümörün yok edilmesinde kullanılan radyoterapi cihazlarından özel hastanelerde 80 adet bulunurken, Sağlık Bakanlığı hastanelerinde bu sayı 92.
Verilerin bu şekilde olduğu bir ülkede, “sağlık sektörü”nün büyümemesi mümkün mü? Nitekim son 20 yılda, sağlık sektörünün kapasitesi hızla artmış. 2002 yılında 178 bin 135 hastane yatağı bulunan Türkiye’de, bu yatakların 11 bin 870’i özel hastanelere aitmiş. Aradan geçen 20 yılda, hastane yatak kapasitesi yüzde 47 artmış ve 262 bin 190’a yükselmiş. Nüfusun yüzde 24 arttığı böyle bir dönemde yüzde 47’lik kapasite büyümesi başarılı sayılabilir. Fakat bu başarı kamuya değil, özele ait. Zira aynı dönemde kamu hastanelerinin yatak kapasitesindeki artış yüzde 24 iken özel hastanelerin yatak kapasitesindeki artış yüzde 363. Toplam yatak kapasitesinin yüzde 47 arttığı dönemde, özel hastane yatak kapasitesi, 11 bin 870’ten 55 bin 69’a yükselmiş. Böylece 20 yıl önce her 100 hastane yatağından 7’si özel hastanelere aitken, 2022’de her 100 hastane yatağının 21’i özel hastanelerin olmuş.
UZMAN DOKTORLAR ÖZELDE BİRİKİYOR
Kamu hastanelerindeki kapasite yetersizliği, iktidarın yüksek egosu nedeniyle asla iktidarın suçu olamaz. Bu yetersizlik olsa olsa muhalefetin ya da dış güçlerin bir oyunudur. Politik fanatizm nedeniyle, iktidara toz kondurmayan halk kesimleri de sorumluluğu doktorlarda buluyor. Doktorlar ise bu sıkışma karşısında kamudan özele geçmenin yollarını arıyor.
20 yıl kadar geriye gidip, bugüne gelmeyelim. Sadece son 5 yılı kıyaslayalım ve verileri bu sefer de uzman doktorlar üzerinden ele alalım. Sağlık sistemimizdeki toplam uzman hekim sayısı 5 yıl önce, 2017 sonu itibariyle 80 bin 951 binmiş. Hastane başvuru sayılarına baktığımızda bunun yüzde 80’inin kamuda, yüzde 20’sinin özelde olması beklenir. Fakat burada da bir dengesizlik var. 2017 yılında her 100 uzman doktorun 71’i kamuda, 29’u özelde çalışmış. Ama 80 bin 951 uzman hekimin 23 bin 810’u özel hastaneler tarafından istihdam edilmiş. Bu dengesizliği gören iktidar bir önlem almış mı? Tam tersine… Son 5 yılda kamuda çalışan uzman doktor oranı artmak bir yana azalmış. 5 yılda toplam uzman doktor sayısı 95 bin 600’e çıkmış ama özel sektörde çalışan uzman doktor oranı yüzde 29’dan yüzde 32’ye yükselmiş. 2022 itibariyle 95 bin 600 uzman doktorun 30 bin 516’sı özelde istihdam edilmiş. Yurtdışına gitmek için “İyi hal” belgesi alan doktorların rekor kırması ise cabası.
Tüm bunlar, sağlık sektörü ile iktidar arasında kurulan izaha muhtaç ilişkinin sonuçları. Kamu hastanelerinin içini boşaltılınca, özel hastaneler büyük bir rant kapısı olarak meydana çıkıyor.
Şehir Hastanelerinin sadece kirası için 27,5 milyar avroyu gözden çıkaran iktidar, seçmeninin gözünü boyamak için devasa binalar dikti ancak binalarda cihaz yok, cihazların başında doktor yok. Bu haliyle iktidarın seçim kazanmaktan daha büyük bir başarısı yok.
Ozan Gündoğdu / BİRGÜN
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder